26.12.10

yıl geçer, yıllar geçer: aklım uzaklarda demlenir

Yazıp yazıp siliyorum bazen cümleleri, ne kolay bu yüzden yazıyla anlatmak zihnimde / ruhumda olup bitenleri. Sesle dile getirmek gibi değil, söz söylendi mi akılda kalıveriyor, peşinden gelen yeni cümleler ne kadar uğraşsa da düzeltmeye / değiştirmeye ya da açıklamaya, akılda hep o ilk cümle kalıyor. Yazarken öyle değil ama, ilk cümleyi beğenmedi mi insan, göz kırpan imleç sağdan sola doğru hızla kayıp, uçuruveriyor harfleri / heceleri / cümleyi. Yaşananlar da tıpkı sesle söylenenler gibi, geriye alınması / yaşamın belleğinden silinmesi olanaksız. Unutmak çok değerli bu yüzden, hiç değilse hayal metal hatırlamak. Yoksa canımızı yakan, düşüncelerimizi zehirleyen, ruhumuzu karartan yaşam deneyimleri gün gelip kimyasını bozuyor bedenin, ruhu yoruyor, içindeki iyimserliği kurutuyor insanın.
2010'un günleri tamamlanırken düşünüyorum bu seneye dair unutmak istediklerimi, bir an önce belleğimin arka bahçesinde büyüttüğüm fıstık çamının altına gömmek ve toprağa karışıp, çürüyüp yok olmalarını istediklerimi. Fıstık çamının kozalakları toprağa düştükçe, içlerindeki fıstıkları toplayıp biriktiriyorum. Kozalakları hasır bir sepete dolduruyorum, kuruduklarında çini sobanın içinde çıtır çıtır alevlenecek, yazı odamın duvarlarını ısıtacaklar.


Eskiden beri sevmem tamamladığım bir sınavdan çıktıktan sonra "acaba kaç doğrum, kaç yanlışım var?", diye sormayı, alabileceğim not hakkında tahminde bulunmayı.. Zira yapabileceğim o kadardır zaten, elimden gelen / kotarabileceğim kağıdın üstünde, değerlendirecek olanın elindedir artık. Geriye dönüp bakmam.
Bu yüzden yıl biterken de "muhasebe" yapmıyorum, olanları olduğu gibi / o zamanın koşulları içinde "öyle olmaları gerektiğini " kabul ederek, kapatıyorum. Beni mutlu eden halleri, haberleri, kişileri, kazanımları, deneyimleri, yüzümü güldüren / bana huzur veren anıları saklıyorum sadece. Beni üzen, yoran, mutsuz eden, keyifsizleştiren tüm olayları ve kişileri çam kozalaklarının sobada tutuşan reçineli çıtırtıları eşliğinde zihnimin evinden, ruhumun bacasından duman yapıp dağıtıyorum.
Zira böyle olmazsa -yeniden, yinelenmeden ve yenilgiyi düşünmeden yürüyemem önümde uzanan yolda-, ki o yol beni olmak istediğim şehirlerden, yaşamak istediğim düşlerden uzaklaştırıyor şimdilik..

Ama belki de bu iyi bir şeydir kimbilir: Uzaklaştıkça daha çok çalışır / çalıştıkça daha çok yol alır / yol aldıkça burada olmamı gerekli kılan nedenleri daha çabuk ortadan kaldırabilirim.


Stephen Mills, Mountain Road In Snow


Herkes yeni yılın gelişine sevinirken, zıp zıp zıplayıp kutlamalar yaparken,  veda edilen yılın o son dakikalarında çocukluğumdan beri çok hüzünlenirim ben. Gözlerim dolar, içim cız eder, sanki çok sevdiğim birinden bir daha karşılaşamayacağımızı bilerek ayrılıyormuş gibi hissederim kendimi. Annem ve babam hayatta iken "onlarla geçireceğim yıllar azaldığı için" böyle olduğunu düşünürdüm hep; onlar melek oldu, ben hala aynı hissediyorum..

Yıl geçer
yıllar geçer
aklım uzaklarda demlenir,
yalnız da sürse yolculuk
uzağı yakın eylemek için
yolcu yolunda gerek...

hk, 26.12.2010

2.12.10

"Cuma" üzerine kar manzaralı bir yazı..

Fotoğraf:   A.Güven, Londra

Kar,

beni esir aldın
açamadın kapalı yollarımı
kapatamadın açık yanlarımı
bir cereyandır, sürer gider tam ensemde
uzatıp elini, pencereyi kapatamadın.

Kar,
sesin dağı aştı
beyazın toprağı aştı
saçtın saflığını dört yana
bir beni saçıp dağıtamadın
dağıttın, toplayamadın.

A. Güven

Benim olduğum şehire kış gelmedi, Aralık henüz Ekim kıvamında, eldivenler / şapkalar / atkılar / kalın kazaklar / paltolar hala naftalinli çekmece ve dolaplarda bekliyor. Yaz sıcağını sevmeyen ve her yaz o sıcağın altında, toz toprak içinde çalışmak zorunda kalan biri olarak, hiç memnun değilim bu durumdan. Sonbahar güzel olmasına güzel de, ağaçlar yapraklarından soyundu, at kestaneleri döküldü, yağmurlu günler gelip geçti, ama bir türlü hava içimizi titretecek gibi soğumadı. Oysa Avrupa'da yine kar, fırtına, soğuk hüküm sürmekte; evsizler ve sokak hayvanları için en zor günler geri geldi.

Bu yazıyı aklıma düşüren henüz sesini duymadığım, sadece fotoğraflardaki suretini gördüğüm ve ömrümün en güzel iki yılını geçirdiğim kentte yaşayan bir genç kadın: Bu sayfaya tac ettiğim fotoğraf ve şiirin sahibesi. Onunla çok sevdiğim, güvendiğim bir dostumun önerisi ile "arkadaş" olduk! 21. yüzyıl arkadaşlıkları bir garip, anneannemin / anneciğimin zamanındakilere / hatta benim çocukluğumdakine hiç benzemiyor. Görmeden görüşmeden arkadaş olmuş buluyorsunuz kendinizi, "sanal gerçekliğin" içinde salınırken, bir öne bir geriye, salıncakta kolan vurur gibi, git gide hızlanarak, bu yalnızlıktan ötekine, bakıyorsunuz bir arkadaşınız daha oluvermiş. Zira sanal evrenin kuytu köşesinden bir ses duymayı bekleyen, radarları fırıl fırıl dönüp duran; kendi sesinden başkasını duymayı özleyen zamane Robinson'larıyız artık. Duyduğumuz ses kendi sesimizin yankısı olsa da, o yankıyı bir başkasının da duymuş olabileceğine  inanmaktan vazgeçmeyen; Cuma'larını er ya da geç bulan, ama haftanın diğer günleriyle isimlendirecek can yoldaşları için de umudunu yitirmeyen Robinson'lar.

Yeni arkadaşımın yaşadığı ve benim on senede bir gidebildiğim ülkenin başkentinde de çok kar yağıyormuş; ki o kentin parkları uçsuz bucaksız, ağaçları nice, su kanalları ve gölcüklerinde dolaşan kuğu, kaz ve ördekleri pek dost canlısıdır. O parklarda uzun yürüyüşler yapmak, kulaklar ve burunlar kızarana dek yolları aşmak pek zevklidir; sonra gider içi sıcacık bir serayı andıran cafede oturur, ya çorbanızı kaşıklar / ya da kocaman bir fincan limonlu çayınızı içersiniz. Yanınızda bir arkadaşınız varsa sohbet eder, yalnızsanız ( ve içerisi çok kalabalık, dolayısıyla gürültülü değilse ) açıp kitabınızı okur, ya da çantanızdan eksik etmediğiniz defterinize içinizden geçenleri yazarsınız.

Bu sabah duyduğum bir cümleyi çok sevdim: " Yazmak içinizden geldiği gibi konuşmaktır, çünkü kimse sözünüzü kesemez.", diyordu.

Şimdi sadece geceleri soğuyan bu şehrin bir yerlerindeki evimde limonlu çayımı yudumlarken, özlediğim o uzak kentin sokaklarından geçip, evine gitmekte olan yeni arkadaşımın bu yazıyı okuyunca ne düşüneceğini merak edeceğim.

Radarlar fırıl fırıl dönmeye devam eder, telsizde bitip tükenmeyen çıtırtılar arasında hep aynı kısa cümleyi farklı sesler yinelerken: " Cuma orada mısın?"


hk, 2.Aralık.2010

17.11.10

Bir sonbahar masalı...

Küçük çocuklar için yetişkinlerin kurguladığı, gerçeküstü öğeler içeren, kimi zaman dinleyenin / okuyanın kendine bir pay çıkardığı masallarda iyiler ve kötüler olduğu gibi, şanssızlıklar ve tesadüfler, kâbuslar ve düşler birbirine karışır. Biraz da bu yüzden, yaşarken karşılaştığımız kimi halleri, yerleri, olayları betimlerken "mutlu biten masalların gerçeküstü mucizesine" gönderme yaparak, "masal gibi" nitelemesini kullanıveririz.

Geçen yazdan bu yana Facebook bünyesindeki kullanıcıların hayal gücüne, yaratıcılığına, zevkine sunulan "Farmville" aracılığı ile tüm kahramanlarının mutlu yaşadıkları bir masal yazıyorum. Masalın yazarı olmak kolay değil aslında, tarlalarımı / bahçelerimi kurar, ilk kulübemi inşa eder, koyunlar/atlar/taylar/inekler/boğalar/kazlar/ördekler/tavuklar/lamalar/filler/martılar/ keçiler/ oğlaklar / penguenler / kediler / köpeklerden oluşan nüfusumu korumaya çalışırken, bir yandan da yavaş yavaş oluşmaya başlayan masalın cümlelerini düşünmeye koyuldum. Başlarken masala dönüşeceğini bilmediğim bu kurgunun nesnelerini, zaman geçtikçe masalın kurgusuna uygun seçmeye başladım.

Sonra farkettim ki, bu masalın başka kahramanları da olmalı, onlar da mutlu ve huzurlu hayatlar sürmeliler kendi bahçelerinde, evlerinde; her biri birbirine komşu / birbirinin yardımına koşan masal kahramanları. Böylece İclâl Hanım, Sumika, Delisaraylı Hanım, Fincan Hanım, Tuti, Karabacak Bey, Küçük Bey çıkageldiler.

Mevsimler değiştikçe, masalın da mevsimleri değişti. Şimdi ikinci sonbaharını kutluyor tarlalarla bahçeler. Bakır rengine, koyu kırmızılara, altın sarısına bürünüyor ağaçlar; toprağın üstünde sonbahar yaprakları, meşe palamutu, at kestaneleri.. Yağmur yağıyor zaman zaman, mis gibi toprak kokusu karışıyor bulutlu havalara.


Önce masalı yaratmak, sonra da o masalın içinde yaşamaya başlamak nasıl güzel anlatamam..
hk, 17.11.2010

8.11.10

Bir demet gül..

Kutladıkça güzelleşir doğumgünleri, çocukluğumdan beri "bitmesini hiç istemediğim" iki günden biri olmuştur benim için. Çocuk aklımla anneciğime yalvarırdım, "ne olur hiç bitmesin doğumgünüm", diye. O da "Sen bitsin artık diyene dek kutlarız çocuğum, üzülme..", derdi ki inanırdım hemen...

Doğumgünü her kişinin kendi "biricik takvimi"nin başlangıcı,
her bir ömrün yılbaşı. Yeryüzündeki varlığımızı kutluyoruz her doğumgününde,
varlığımızla var ettiklerimizi, var olarak değiştirdiklerimizi.
Böyle olunca doğumgününde dilenebilecekler nicedir aslında,
sağlıkla geçecek günler için sayısız tümce kurulabilir.
Yine de zordur tümcelerin sadece o kişi için seçilmesi, dünyadaki
varlığını kutlamak gerekir önce: Var olup da bizim hayatımızda yer ettiği,
o yeri bir çiçek bahçesine çevirdiği, yüreğimize su serptiği, yorgun kalplerimizi
dinlendirdiği için kutlamak...
Dostluk ve hemşireliğinde vazgeçilmez ve eşsiz olduğu;
hercaî gönüllü nicelerinden "yapma çiçeklerle kır çiçekleri" gibi
ayrılıverdiği için kutlamak...


Yaşamın dar kapılarından geçerken, uzak yolları yakın edemezken,
hasretini çektiklerimizin hatıraları ile kederlenirken dahi
içimizi aydınlattığı için kutlamak..


Suskunluğa benzer duraklamalarda bile "orada olduğunu"
bilerek güvende hissetmemizi sağladığı için kutlamak...



Art niyetsiz, beklentisiz, sabırlı bir sevgi ile sarıp sarmaladığı için kutlamak...


Kutlarken de, bu yeryüzünün tüm iyilik ve güzelliklerinin
"O"nu sağlıkla ve umutla çepeçevre kuşatmasını, nice yılbaşını
sevdikleriyle, özledikleriyle gönlünce geçirmesini dilemek...


Üstelik hiçbir doğumgünü kutlaması öpücüksüz olmaz,
dileklerime yeryüzünde bu sabah goncalanan tüm çiçeklerin
niceliğinde öpücüklerimi de ekliyorum...



hk, 8.11.2020


7.11.10

Süslü Alfabe



Süslü Alfabe'yi "Filbahrili Ev"imin hırsızlar tarafından yağmalandığı o büyük felaketin ardından, 2007 Kasım'ında bulmuştum; İstanbul'da bırakamadığım, anneciğimin ilkokul defter ve kitaplarından oluşan küçük hazinenin bir parçasıydı. Sayfalarını karıştırıp, annemin çocuk ellerinden çıkma kurşun kalemle çizilmiş çizgi ve harfleri seyretmiştim uzun uzun. O zamanlar farketmediğim bir ayrıntıyı önceki gün görüverdim ve bir kez daha yüreğim hopladı...

Alfabenin iç kapak sayfasında " Yazan: A.Hilmi" ve "Ressamı: CEVDET" diye belirtilmişti, ikinci baskısı yapılan " Çok Resimli Süslü Alfabe", İstanbul Resimli Ay Matbaası'ndan 1930 yılında çıkmıştı.

Neredeyse bir aydır Rifat dedemin üzerinde "Muhtelif İşlerim" yazan dosyasındaki grafik ve resimlerini tek tek ve defalarca incelediğim için, 1920'li yıllarda imzasını Rifat Cevdet veya sadece CEVDET olarak attığını biliyordum. Hatta şimdiye dek Türk grafik sanatı dünyası tarafından kim olduğu çözülemeyen, ancak eserleri çok önemli ve değerli kabul edilen "CEVDET" beyin, benim dedem Rifat Cevdet Bey olduğunu da öğrenmiş ve -Türkiye'de grafik sanatların tarihçesi- konusunda çalışan genç bir meslekdaşımla da paylaşmıştım. Ben dedemin CEVDET Bey olduğunu ve 1920'li yıllardan itibaren pek çok kitap kapağı, kitap için gravür, takvim, sinema afişi, logo, reklâm afişi çalıştığını biliyordum; ama kendi dönemi için "grafik sanatı" açısından ne denli önemli kabul edildiğinden habersizdim. Yıllar sonra ve tesadüf eseri bu iki bilgi buluşunca, ortaya harika bir keşif çıktı.

İşte bu keşfin öznesi olan dedemin elinden çıktığını henüz yeni farkettiğim "Süslü Alfabe", anneciğimin doğduğu sene yapılan baskısı ile yıpranmış ve yorgun, ama artık kayıp değil. Filbahrili Ev'in tavan arasından aşağı atılan ve zamanında dedem tarafından paketlenmiş nice okul defteri, kitabı ile birlikte gün ışığına kavuştu.

Bu alfabeyi görünce düşünmeden edemedim: Dünyada babası tarafından resmedilmiş bir alfabe ile okuma yazma öğrenen kaç çocuk vardır ?
Dedem bu alfabede yer alan 46 resimi çizer ve boyarken, gün gelip kendi çocuğunun da harfleri, sözcükleri bu alfabe yardımıyla öğreneceğini aklından geçirmiş midir?
Annem "Süslü Alfabesi"nin babası tarafından resimlendiğini bilmiş, bunu sınıf arkadaşlarına söylemiş midir?


Ne yazık ki, ben çok az zaman geçirebildim Rifat dedemle.. O İstanbul'da Filbahrili Ev'de idi, ben İzmir'de. Ama en güzel fotoğraflarımı o çekmiştir, her parçasını kendi elleriyle yaptığı bebek evinde oynadığım oyunlar paha biçilmez, elele tutuşup gezmeye gittiğimizi, hatta İzmir'e geldiğinde beni Karşıyaka İstasyonu'nun yanındaki çay bahçesine götürdüğünü, orada salıncaklı koltukta yanyana oturduğumuzu anımsıyorum hayal meyal.

Şimdi doğumunun 110. yılında yeniden, akıl almaz güzellikte hediyeler veriyor bana. Hem de içinde anneciğimin de olduğu, muhteşem hikayeler anlatan hediyeler...

hk, 7.11.2010

31.10.10

Akide ve arkadaşları I.


Benim oğlum 2 aylıkken geldi evine, bahçe kuytularında barınırken onu annesinden ayıran çocuğun gelgeç hevesiyle yalnız kaldı önce, sonra çöpe atıldı; derken yine çocuklar tarafından kurtarıldı ve çok soğuk bir kış akşamı kavuştuk birbirimize.

Akide oğlum olunca tek arkadaşı, can yoldaşı da ben oldum. Sabahları yanımda uyanır, ilk önce onun karnı doyurulur, kısa yolculuklarda bile çok özlenir, akşamları kilitte dönen anahtarın sesiyle uykusundan uyanıp bağırır, her aksırmamda evin neresinde olursa olsun koşa koşa gelip "iyi misin?" der oldu.

Haftaiçi iş günlerinde, gündüzleri tek başına geçiriyor mecburen. Radyonun müzik mırıldanan sesiyle uyuyor, askıdaki kafesinde aynası ile konuşan muhabbet kuşunu izliyor olmalı arasıra. Yaramazlıklarının izlerini ustaca saklasa da, kırdığı nesnelerin parçaları ele veriyor onu. Sıkıldığından eminim zaman zaman; zira akşam ben eve geldiğimde, yemeğin de verdiği enerji ile coştukça coşuyor. Ne halı kalıyor yerinde, ne yastık.. Bana oyun arkadaşı gözüyle bakıyor bu saatlerde, canımı çok acıtmadığı sürece hiç ses etmiyorum..

Bu yaz "Filbahrili ev"de geçirdiğimiz günler ise tam bir heyecan koşuşturması, hemcinsleriyle arkadaşlık etme arzusunun şiddetli bir tezahürü idi. Gelgelelim, evimizin bahçesindeki arkadaşları Kömür ve TısTıs yanlarına bile yaklaştırmadılar Akide'yi. Bu yüzden de oğlumun bitip tükenmez ve içtenlikli dost olma girişimleri her seferinde hayalkırıklığı ile sonuçlandı.



TısTıs kendisi de çocuk bir anne. Yavrularını evimizin kömürlüğünde büyütüyor, üç yavrusunu hiç yanından ayırmıyor, yemek vermek için bahçeye inen merdivenlerin başında belirdiğimde bile tıslayarak alarm veriyordu. Akide'nin TısTıs'ın iki katı büyüklükte ve erkek kedi olması bu tepkiyi daha da şiddetlendiriyordu kuşkusuz.


Kömür'le geçen sene tanışmıştı Akide. Üst kat balkonuna uzanıp tepeden izlemişti onun bahçeye gelişini, ürkek patilerle, kararsız ve kaçmaya hazırlıklı verdiğim mamaları yiyişini. Kömür de Akide'yi aşağıdan süzmüş, güvende olduğuna karar verdiği tenha saatlerde bahçe sandalyelerinden birinin üzerindeki mindere kurulup, uykuya bile dalmıştı. Ne yalan söyleyeyim, beklemiyordum bu sonbahar onu. Çıkageldi, yüzü toparlanmış, hala ürkek ama bizim dönüşümüzden memnun. Camlı sokak kapısının önüne dek çıkıp, öylece oturdu, gitmedi. Akide tanıdı Kömür'ü, onun her gelişinde kapının iç tarafında bağırdı durdu. Ama kapıyı her açışımda Kömür Akide'yi bir güzel payladı, "yaklaşma banaaaaaa!" diyerek yuvasını yaptı. Benim iyi kalpli oğlum da ne olduğunu anlayamadan evin içine kaçtı.

Ama yine de Kömür yanına yaklaştırmadığı Akide'yi kapının dibine oturup, cam ardından izlemeye; Akide de yanına yaklaşamadığı Kömür için avaz avaz bağırmaya devam etti.


Filbahrili evin çiçek penceresini açtım oğluma. İçinde oturup, bahçede olup bitenleri, TısTıs'ın yavrularını, Kömür'ün geliş gidişlerini seyretti böylece. Kâh yukarı katın balkonuna koşturup, daha geniş açıdan gözetledi evin çevresini, kâh balkondan gelişini gördüğü Kömür'e daha yakından bakabilmek için merdivenin basamaklarını üçer üçer inerek, kapı önüne koşturdu.


Umudunu hiç yitirmedi, asla pes etmedi.


Belki de tek çocuk olduğum için Akide'nin bu saf içtenliğini, arkadaş edinme tutkusunu, iyi niyetli sabırını çok dokunaklı buluyor, içleniyorum. Yaz aylarının göçebeliği sona erer ermez, Akide'nin bu yalnızlığını sona erdirmeye söz verdim kendi kendime..


O zamana dek, kediyle kedi olmaya devam.


hk, 31.Ekim.2010

29.10.10

Mehtabiye

moonlight, mary beck 2005



Mehtabiye dinliyorum, denizi olmayan bir kentin soğuk ve çoktan uyunmuş gecesinde.

Dün gece mehtaba dalıp hep seni andım / Öyle bir an geldi ki mehtap seni sandım / Sevgili, rüyana mı aldın beni bir dem / Öyle bir an geldi ki mehtap seni sandım.

( Beste: Semahat Özdenses, Güfte: Mahmut Nedim Güntel )


Yine bir ay olmuş yazmayalı. Kimbilir kaç kez niyetlendim oysa; aklımda birikenler her zaman uslu uslu dökülmüyor parmak uçlarımdan. Tıkanan dolmakalemler gibiyim çoğu zaman, pompalı olanlardan hem de. Mürekkep ya içimde kuruyup kalıyor, uca giden incecik kanalı da kirleterek. Ya da ben mürekkebin azaldığını farketmiyorum, yazmaya girişince kelimenin ortasında silikleşiyor harfler. Üşengeçlik de var serde, kurumuş mürekkepten arınmaya, dolmakalemin ucunu ılık su içinde bekletip, kanalın iyice açılmasını beklemeye sabrım yetmiyor. Bırakıveriyorum yazmayı.

Çamlar arasından süzülürken mehtap, neydi o akşam adalar

Hala titriyorum o geceyi anıp, neydi o sesler, şarkılar

Rüzgar, deniz, mehtap, inliyordu alem, neydi o akşam adalar

Geçti geçti yıllar, gönüllerde kalan hatıralarla şarkılar...

(Beste ve Güfte: Bimen Şen)

Düşünüyorum, bu şarkıları kimbilir ne çok dinlemiş ve söylemiştir anneannem ile dedem. Radyolu zamanlar, akşam misafirliklerinin revaçta olduğu yıllar, kışın boza içilip sarı leblebi yenilen, ilkbahar gelir gelmez kırlara, Adalar'a, Yuşa Tepesi'ne, Çamlıca'ya dostlarla pikniğe gidilen günler..

Son günlerde bir kitap hazırlığı nedeniyle, ressam olan Rifat dedemin arşivi ile haşır neşir oldum sıkça. Benim için annemle babamınkinden de uzak ve oldukça yabancısı olduğum bir geçmiş. Ancak "Filbahrili ev"de geçirdiğim zaman, büyük yağmadan kurtarabildiklerim, annemin anlattığı anı parçacıkları birleştikçe ortaya çıkan "manzaraları", kırık parçalarını birleştikçe ellerimin arasında yüzyıllar sonra biçimlenen antik çömleklere benzetiyorum.

...
Şimdiki zamanın gündelik keşmekeşine dair yazmak istemeyişim, geçmiş zaman manzaralarının güzelliğine alışan göz ve zihin için değersiz ve hatta rahatsız edici çeşit çeşit halden yorgun düşmüş olmam aslında. Harry Potter romanlarındaki "ruh emiciler" gibi içimdeki enerjiyi, yaşam zevkini, hevesi, üretkenliği yok eden karakterlerle çevriliyim.


Bu kartpostaldaki yoldan yürümek ve içinde oyalandığım şehirden uzaklaşıp gidivermek isterdim şimdi. Zira deniz yoksunu bir bozkır kentinde "mehtabiye" dinlemek, mürekkebi tazelenmiş bir dolmakalemle saman kağıdı üzerine yazı yazmaya benziyor...

hk, 29.10.2010

28.9.10


Yolculuklar sona erdi, İstanbul da öyle. Filbahrili Ev'de geçirdiğim zamanın sadece oraya duyduğum hasreti alevlendireceğini çok iyi biliyordum. İstemeye istemeye topladım bavulumu, evimi kış uykusuna yatırdım sanki. O evin yaşayan bir ölümlü olduğunu düşünmekten kendimi alamadım: pencerelerden görünen dar alan manzaralarını, sokak kapısının önünde sabırla bekleyen bahçe kedilerini, arkadaki fıstık çamının dallarında eskisi gibi serenad yapan "Ali Bey Kuşu"nu ( adını annem koymuştu, ama neden böyle dediğini bilmiyorum ), mutfağın serinliğini, salonu ve üst kattaki oturma odasını ısıtan öğle güneşini, anneannemin mum çiçeğini koyduğu çiçek penceresini, dedemin camekanlı kitaplığının kanadını açınca yüzüme çarpan eski kitap kokusunu, anneannemin şifonyerinin çekmecelerinden gelen sabun ve lavanta çiçeği rahiyasını zihnime öyle kaydettim ki, gözlerimi kapatıp Filbahrili Ev'de olduğuma kendimi inandırabilirim.
Artık yeniden ve mecburen Ankara'dayım. Bu şehirde geçirmek zorunda olduğum süreye aldırmaksızın ve zamanı geldiğinde arkama bakmadan uzaklaşacağımı, beni mutsuz, tedirgin ve huzursuz eden kişi ve olayları geride bırakacağımı tekrarlıyorum kendime. Zira beni bekleyen, keşfedilmek, bilinmek, öğrenilmek, yazılıp çizilmek için sabırsızlanan nesnelere zaman ayırmam; onları tek tek elden geçirmem, belgelemem, birleştirmem, yayınlamam ve sergilemem gerek.
Bu benim artık yanımda olmayan aileme karşı en öncelikli sorumluluğum...
Saat 03.07, 4 saat önce kendime kahve pişirip, Beyaz Fırın'dan aldığım Paskalya Çöreği'nden bir dilim yedim. Bedenim ve gözlerim yorgun, ama beynim parmaklarımı rahat bırakmıyor.
Uyuyacağım, uykumda Akide'yi, evine dönen Markiz'i ( muhabbet kuşum) göreceğim belki de.
Işık sönmeli, ve odalar dışarıdaki mutlak sessizliğe boyun eğmeli artık; gözlerim kapanmalı..
Anlatılmayı bekleyen İstanbul hikayelerinin niceliği korkutuyor beni bazen.
Allah rahatlık versin.
hk, 29.10.2010

26.9.10

5. Fincangünü

BİR FİNCAN YASEMİN ÇAYI 24.Eylül.2010 günü
5 yaşına bastı.. Yazılar, fotoğraflar, öyküler, şiirler,
vedalar, buluşmalar, hüzün ve sevinçler, hayaller,
leziz reçeteler, uzun sessizlikler, geveze haftasonları,
yolculuklar, yorgunluklar, Akide'li mutluluklar ile
fincan fincan çay demlemişim..
Hepimize kutlu olsun!
hk, 26.10.2010


10.9.10

İzmir dönüşü

Biliyorum, hem de çok iyi anımsıyorum, giderken "yazacağımı" söylemiştim. Ama evdeki hesap çarşıya uymadı bir kez daha. İzmir'e, Karşıyaka'daki aile evimize, şimdi sadece benim sesimin duyulduğu yuvama gittim ve orada yaşarken yazmayı unuttum. Hala yakın ve uzak geçmişin hatıraları, görüntüleri, sesleri, olayları, alışkanlıkları, düzeni ve güzelliklerine gömülerek sessizleştim. Dışarıda özlediğim bir şehir ve sokakları olmasına rağmen, o dört duvarın arasında kalmak, etrafımdaki tüm eşyaya, resimlere, fotoğraflara, biblolara, kitaplara sanki bir daha göremeyecekmişim gibi bakmak; hepsiyle ilgili bir anı, bir hikaye düşünmek ve sonra balkona çıkıp, hiçbir şey yapmadan denize ve karşı kıyının ışıklarına karşı oturmak istedim. Öyle de yaptım.

Yarından sonra İstanbul yolcusuyum, orada da halimin daha farklı olacağını zannetmiyorum üstelik. Her iki ev de artık bana ait olan, ama yaşanırken benim sadece izleyicisi olduğum hayatların izleri ve nesneleri ile dolu. Yapabildiğim aile geçmişine ait ve şimdiye dek bilmediğim yaşanmışlıkları bir dedektif gibi incelemek, çözmek, olayları kronolojik bir sıraya koymaya çalışmak; isimleri ilişkilendirmek, olaylar dizinini oluşturmak.. Ben bu uğraşa "aile arkeolojisi" adını verdim, ustalık isteyen, aile mahremiyetini korurken, zihnime yerleşmiş ve anneciğimden dinlediğim öykülerle birleştirmeye, tamamlamaya çalıştığım büyük bir bulmaca.

İzmir'de yakın geçmişte dolaşırken ( 1967 - 1991), İstanbul'da uzak ve büyük bir kısmında benim yer almadığım geçmişte ( 1900 - 1974 ) gezineceğim. Keşfettiklerimden yola çıkarak hiç bilmediğim hayatların solgun ve yok olmaya yüz tutmuş hikayelerini yazmaya, belirginleştirmeye çalışacağım.

Bu yazıya iliştirdiğim fotoğrafı, anneciğim Karşıyaka'daki evimizin balkonunda mektup yazarken çekmişim.. Hatırladığım ve sevdiğim hallerinden biri daha, hep özlediğim gibi...

h, 11.9.2010

14.8.10

yolculuk yazıları için bir adres



Yolculuk halinin yerleşiklikten farklı bir yazı defteri olmalı, diye düşünmüştüm Salzburg'a gittiğimde. Her ne kadar yeri yurdu olan biriysem de, yolculuk dönemlerinin geçici konaklamaları, bir misafirlik çağrışımı yapıyor hep. Eğreti bir oradalık hali, gidilen yere tam anlamıyla ait olamamanın iç ezikliği. Ama her zaman, en çok da Ankara'ya dönmek mecburiyetinin sıkıntısı. Oysa yaşam yekpâre, gidiş gelişler, uzaklaşmalar, ayrılık ve buluşmalarla ait olduğu kişiyle birlikte yer, durum, biçim ve ruh değiştiren bir bütün.

Yine de ikilemde kaldığımı hissediyorum; "yolcu yolunda gerek" adını koyduğum güncenin son kaydını 1. Kasım.2009'da girmişim; o tarihten sonra yapılan nice yolculuğu ise, günceye eklememişim. Belki de yola çıkılan yer ile gidilen yer arasındaki sürecin ( gerçek yolculuğun) izlenimleri için bu defteri kullanmak en doğrusu: "hiçbir yere ait olmadığım" o -geçiş süreçlerinin öykülerini-.
http://uzaktaki-h.blogspot.com/ bu defterin adresi, bu aralar yine seferi olduğum için okurlara duyurmak istedim.


hk, 14.8.2010

11.8.10


Bazen hiçbir şeyin imkânsız olmadığına inanıyorum: Bu gece 1948 - 49 öğretim yılına ait ve anneciğimin St. Georg'daki öğrencilik günlerinden kalma bir harita defterinin varlığından haberdar oldum ve o defteri satın aldım. Defteri satışa sunan sahaf, sadece kapağın fotoğrafını paylaşmış meraklılarla. Bu yüzden içindekiler konusunda bir fikrim yok henüz; ama anneciğimin bana anlattığı okul hatıralarından anımsadığım kadarıyla, O'nun resimleri, haritaları daima örnek gösterilirmiş lisedeyken.

Bir de anneannem İclâl Hanım için Rıfat dedemin verdiği vefat ve kırk mevlidi ilanlarına ulaştım Milliyet Gazetesi arşivinden; 16.1.1966 ve 22.2.1966 tarihli iki ilan.

Uykum kaçtı, yarın sabah bu şehirde değil de İstanbul'da uyanmayı ve onları ziyarete gitmeyi istedim en çok. Ramazan davulcusu "motorize" biçimde geçti caddeden, çocukluğumun ve gençliğimin Karşıyaka'sını sahura kaldıran davulcunun sahilden ara sokaklara girip çıkarak dolaşması geldi aklıma. Anneciğimle babacığımı özledim.

hk, 11.8.2010 03.22

10.8.10

üzümlü


Ağustos deyince aklıma salkım salkım üzümler geliyor benim. Buğulu kara üzümler, sarımsı sultanî üzümler, salkım salkım, sepet sepet hem de. Ne de olsa ömrümün 21 senesi İzmir'de geçmiş.. Bu akşam uzun ve çok sıkıcı bir toplantıdan eve gelince günlüğümü açtım ve Alice'in çay partisine yetişmek için acele eden pembe kulaklı, aristokrat tavşanına rağmen, "bir fincan yasemin çayı" sayfa renklerinin içimi daralttığına karar verdim. Blogspot'un yeni tasarımları, arka fonları, renk seçenekleri arasında kararsız ve uzun bir kolaçan ardından "üzümler"e aklım yattı. Mevsim üzüm mevsimi, benim için yaz tatili daha yeni başlıyor, -tam zamanıdır- dedim.

Bu yeni tasarım İzmir'li yazılarıma yakışacak!

Gel de mutlu olma, mümkün mü?

hk, 10.8.2010

8.8.10

Eve dönmek...

Akide'li Ağlasun hatırası, Ağustos. 2010


Dün geldik evimize: Akide çok uslu ve uysal bir oğul oldu yol boyunca, sadece Ağlasun'dan Antalya Havaalanına giderken miyavladı biraz, sonra hiç sesi çıkmadı. Sene boyunca gözümde büyüyen, içimi daraltan kazı sezonunu da kapatmış oldum böylece. Ve farkettim ki, beni huzursuz ve mutsuz eden işlerden, insanlardan uzaklaşınca, doğayla / köy yaşamıyla / mesleğimin uygulamalarıyla iyi hissettim kendimi. Bedenim yoruldu ama ruhum dinlendi her zamanki gibi. Gelecek sene de kazıya gitmeye ve bu gidişi kendime hiç dert etmemeye karar verdim.

Ankara'ya dönünce dedim ki kendi kendime: " Bu şehirde kaldığın sürece kimsenin hırsları, iki yüzlülüğü ve tutarsızlığı ile seni üzmesine, yormasına, hırpalamasına izin vermeyeceksin." Artık misafirim bu şehirde, gidebileceğim iki güzel evim, anılarını yaşatabileceğim iki koruyucu meleğim var, tadını çıkarabileceğim güzel günlerim olacak...


Zaman çok değerli, zaman uçucu.. Onu beni mutsuz, huzursuz eden, yüreğimi daraltan, fikrimi anlamsızca meşgul edenlerle harcamak çok yazık.


Bir hafta sonra İzmir izlenimlerimi yazmaya başlayacağım...



hk, 8.8.2010



1.8.10

Filbahrili evimi özlerken



Bahçe içinde iki katlı bir ev, alt kat ağaçların arkasında saklı, sokaktan geçenlerin bakışlarından korunaklı. Üst katı boydan boya bir balkon kat ediyor, balkon parmaklığı yerine delikli tuğlalar kullanılmış, “yavru ağzı pembe”nin açık bir tonunda boyalı duvarları; balkondaki delikli tuğlalar ve çatı kiremitleri ile pek uyumlu. Evin sahiplenme iştahını arttıran bir sıcaklığı var, her görüşümde “keşke bu evde yaşasam” deyiveriyorum. Belki de bu evin aklıma getirdiği ve her zaman özlediğim “Filbahrili evimin düşüncesi” böyle hissettiriyor bana.

Ev ile özdeşleşen mevsim sonbahar ve kış benim için; ilkbahar ve yaz ise yerleşik hayatın bitimi, seferi halin başlangıcı. Belki de bu yüzden ( hem de sıcağı hiç sevmediğim ve yazları daima bu sıcağın altında ve açık havada çalışarak geçirmek zorunda kaldığım için ) evcimen günlerin mevsimi sonbahar ve kışı çok özlüyorum. Hele pencerenin önünde yolumu gözleyen Akide’nin silueti varken..




Akşam indi yine, gün boyunca altında kavrulduğum gökyüzünün kararmasını ve nihayet serinlemeyi bekliyorum.



hk, 1.8.2010

29.7.10

haftayı bitirirken...

Sagalassos, Antoninler Çeşmesi

Antoninler Çeşmesi, 500 yılında Sagalassos antik kentini yerle bir eden depremle yıkılıp, toprak altında kalmış. Bu depremden 1200 yıl sonra ise Fransız gezgin Paul Lucas antik kenti keşfetmiş. 1990'da başlayan bilimsel kazı çalışmalarının 8. yılında ise Antoninler Çeşmesi'nin restorasyon projesine onay verilmiş. Roma İmparatorluğu döneminde prestij göstergesi olarak inşa edilen, 28 metre cepheli ve 9 metre yüksekliğindeki anıtsal çeşme, 4.5 metreden akan bir şelaleye ve 81 metreküp büyüklüğünde bir havuza sahip. Yedi farklı renkte taşla süslenen çeşmede ışık oyunlarına olanak veren Afyon mermeri de kullanılmış. Restorasyonun ilk aşamasında 3.500 parça kırık taş, 400 blok haline getirildi. Antoninler Çeşmesi’nde orijinalleri Burdur Müzesi’nde yer alan dekoratif bezemeler, Medusa kabartmaları ve Tanrı Dionysos’a ait çok sayıda heykel de yer almakta idi. Antoninler Çeşmesi'nde bu kazı sezonunda depreme karşı güçlendirme çalışmaları yapılıyor; Burdur Müzesi’nde sergilenen heykellerin kopyaları özgün yerlerine yerleştirildikten sonra da 1500 yıl önceki gibi oluklarından su akacak...

Suyu buz gibi, 1500 yıl sonra çıkıp gelenleri serinletecek yine, geçmişi bugünde yaşatmaya başlayacak. Burada çalışmak böyle bir şey işte, hergün zamanda yolculuk yapmaktan farksız.

Bir hafta daha bitti, güneşte kavrulduk. Evimi ( ama sadece evimi ) özledim.

hk, 29.7.2010


24.7.10

haftaya başlarken

şimdi olduğum yerde hafta Pazar günü başlıyor, zira Cuma günü ilçenin (benim için hala köy burası) pazarı var. herkes bahçesinin, tarlasının ürününü getirip döküyor tezgahın üstüne. çeşit çeşit zeytinden köy peynirine, bakliyattan sebze ve meyveye, petek petek baldan, tavuğa, yufkadan köy ekmeğine, işte akla ne gelirse var pazarda. bir tarafta yiyecekler, bir tarafta top top şalvarlık kumaşlar, yazmalar, konfeksiyon giysiler, iç çamaşırları, perdelik ve döşemelik kumaşlar satılıyor.

Sabah sekizde başlıyor tezgahlar hazırlanmaya, çoğu pazar esnafı birlikte kahvaltı ediyor müşteriler sökün etmeden. saat dokuz olunca belediyenin hoparlörlerinden "Pazar duası" duyuluyor , herkes susuyor o an, zira hem şükrediliyor hem de bereketli bir pazar olması için dua ediliyor hep birlikte.

her sene hem arkadaşlarıma, hem kendime şalvar alıyorum bu pazardan; cıvıl cıvıl desenli poplinden, tiril tiril şalvarlar. aslında benim aldıklarıma "pijama" diyorlar, kadınlar evde giyiyorlar, daha az büzgülü ve ağı daha yukarıdan kesimli. yaz kış çok rahat, kullanışlı giysiler, hele hiç durmadan bahçede, evde, tarlada çalışan kadınlar için birebir.


burada iken şehiri hiç mi hiç özlemiyorum, hayatın sadeliğine, doğayla uyumuna teslim olunca şehirde yaşam deneyimini tamamen yok sayıyorum. her ne kadar yaptığım iş çok yorucu olsa da, aklımın ve düşüncelerimin şehirdeki hayatın zehirinden arındığını hissediyorum..

şimdilik böyle, sabah çok erken başladığı için, gece de erken bitmeli.

dağ kekikli düşler, düş düşleyenlere...

hk, 24.7.2010

20.7.10

Aldanırken...

...dediğim gibi, "aldanmak" ile "aldatılmak" arasındaki farkı düşünüyorum dünden beri. Bu iki fiilin arasında "aldatanın" hainliği ile "aldatılanın" umarsızlığına sığmayacak çok kişisel ve naif bir ayrım olduğunu hissediyorum.

Aldanmak için "aldatılmaya gerek yok" aslında, kişi isterse eğer, kendi kendini öyle güzel ikna ediyor ki... Neredeyse "gönüllü" bir ruh haliyle, tamamen teslim oluyor kendi yarattığı mazeretlere.. Ard niyetli değilse baştan, inanmayı koymuşsa aklına, kendi aldanmalarını kendi yaratıyor.

Diğer bir deyişle aldanmak için her zaman bir aldatan olması gerekmiyor.

İşte bu yüzden, "kadınlar aldanmazlar, inanmak isterler" cümlesini kabul ediyorum.

hk, 20.7.2010

19.7.10

"kadınlar aldanmaz, inanmak ister"

Böyle demiş, gölgesine gizlenip yazmayı tercih eden biri.

Kadınları bu kadar iyi tanımakla da kalmayıp, içlerinden birinin kendisine inanmaya devam etmesini istemiş.

Aldatılmakla, aldanmak arasındaki farkı düşünmeye başladım bu yüzden. Aldatılmış hissetmekle, aldanmış olmak arasındaki farkı. Düşünmeye de devam edeceğim.

Tatilden mahrum geçecek bir başka yazın ortasında, sabahları altıda kalkıyorum. Akşam da altıda bitiyor mesaim, enerjim gecenin erken saatlerinde tükenince, sadece bir kaç sayfasını okuyabildiğim kitabıma dalıyorum. Akide beni uyutmamak için her yolu denese de, başarılı olamıyor.

Rüyamda uzun mektuplar yazıyor, yazdıklarımı tekrar tekrar okuyup, mektupların sahibine inanıyorum. Uyanınca aklıma ilk gelen "rüyaların tersi çıkar" cümlesi oluyor.

Bu gece geç kaldım, uyku gözlerimden akıyor.

Acı rüyalar hepinize...

hk, 19.7.2010

19.6.10

Yolculuk mevsimine başlarken..

Chagall, Pera Müzesi'ndeki sergiden

Yaz, yolculuk mevsimine dönüşeli çok uzun zaman oldu aslında, üniversitede öğrenciliğimin ilk yazından başlayarak en geç Temmuz başında valizler toplanmaya başlandı hep. Bu yüzden ne şehrin yaz haline tanıklık edebildim, ne tiril tiril yaz kıyafetleri ve beyaz ayakkabılarla sokaklarda dolaşabildim, ne de denize girip, gölgede kalın romanlar okuyarak tatil yaptım. Yirmisekiz sene boyunca bir kurala dönüşen bu durumdan çok yorulduğumu, ancak önceleri mesleki deneyim kazanmak için sürdürdüğüm bu yorucu çalışma temposunun, şimdilerde hep "elzem bir ihtiyacı" karşılamak için boyun eğilen bir profesyonellik eyleminin "tezahürü" olduğunu görüyorum. Diğer bir deyişle bu yolculuklara "mecburiyetten" çıkıyor, gittiğim yerlerde hep evimi ve dinlenmeyi düşünüyor, Mayıs ayında binbir hevesle düzenleyip, çiçekler açtırdığım balkonumun tadını çıkaramadığım, kedimden uzak kaldığım ve sabahlara kendi pişirdiğim sakızlı Türk kahvesi ile başlayamadığım için giderek daha çok rahatsızlık duyuyorum.

Sanırım "yaşamdaki amaçlar ile o amaçları gerçekleştirmeyi sağlayan araçlar yer değiştirmeye başladığında" beliren ve araçlar hayatın kontrolunu tamamen ele geçirdiğinde katlanılmaz olan bir hal bu. Araçların da değişmesi, kişinin enerjisine / deneyimine / hevesine / yaşına göre yenilenmesi gerekirken, 28 yıl öncenin iş yükü ve süresi ile 28 yıl sonrasının enerjisi / yorgunluğu ve bıkkınlığı ile aynı araçları kullanmayı sürdürmek artık çok anlamsız geliyor bana.

Hele yapmak istediğim "başka" işler varken...

Yolculuk mevsimi geldiği için günlüğün arka planına eski bir harita yerleştirdim; gideceğim yerlerden kartpostal gönderirim merak etmeyin, ama zaten şimdilik buralardayım...


hk, 19.6.2010

19.5.10

1954-2010

Meleklerim 54 yıl boyunca aynı yastığa baş koydunuz, tek tesellim yine birlikte ve Tuvan'cığınıza kavuşmuş olmanız... Bizim evimizde 19.Mayıs daima beyaz zambaklarla kutlanmıştır, tıpkı düğün töreninizi süsleyenler gibi.
Zambak kokuları ve nurlar içinde yatın...
Hampo'nuz.

16.5.10

Yaz balkonumun ilk çiçekleri..

İpek çiçekleri, pembe ve beyaz açıyorlar...

Geçen sene çiçek açan sardunyalarım (büyükkısmı anneciğimin balkonundan gelme) kışın ev içinde yeterince güneş alamadıkları için boya gittiler, yaprakları azaldı ve çiçeksizleştiler. Ben de hepsini budadım, saksıda kalan saplardan küçücük ve koyu yeşil yapraklar filizleniyor şimdi... Bunlar bu sene aldığım yavru sardunyalar, boylarına poslarına bakmadan çiçek açıp duruyorlar.

Duman çiçekleri: Her zaman hayran olduğum bu çiçeklerin tohumdan yetiştirme zamanını kaçırınca, geçen Pazar sokağımdaki çiçekçiden üç fide alıp, yanyana diktim. Pek neşeliler, pek güzeller, pek sevgililer... Minyatür karanfillerim ise hala tomurcuk, ne renk açacaklarını merak ediyorum...
Son yolculuğun havaalanında bekleme süresince kitap okuyamayacağımı anlayınca, "Ev ve Bahçe" dergisinin Nisan sayısını aldım; nasıl içim açıldı, her sayfasını nasıl içine düşercesine okuyup seyreyledim anlatamam. "Toprak coşturan"ı da bu dergiden öğrendim. Toprakta eksilen mineralleri tamamlayan, yeni saksı bitkileri dikilirken toprakları ile karıştırılan, hali hazırda dikili bitkilerin ise topraklarının üstüne serpilerek kullanılan bir ürün. Hemen iki kutu aldım ve evdeki tüm saksıların dibine serptim. İki haftada yeşil yapraklı ve çiçekli tüm bitkilerimde gözle görülür bir fark, "coşku" gözlemledim...
İnsanın gece hayatı ve o hayatın neticesi müzik eşliğinde "eller havaya" ve "ver coşkuyu!" türünden sosyalleşmeleri olmayınca, "toprak coşturan ile çiçekleri neşelendiriyor" böyle...
Bencileyin bitki sever ev kuşlarına tavsiye ederim.
hk, 16.5.2010

8.5.10

yaşarken yaşlanırken yazarken

Krizantemler, Monet

Yaşarken edinilen tecrübeler, onları daha önce yaşamış olanların anlattıklarından daha öğretici oluyor. Sanırım yaşlanmanın iyi taraflarından biri de bu, başa gelen hallere ilişkin birikim beni "daha yaşlanmış" zamanlarıma hazırlıyor. Mesela ben bu sene öğrendim ki, birine arkadaşım / ya da dostum diyebilmek için onunla geçirdiğiniz yılların, aynı şehirde ve sık görüşür, ya da tam tersi henüz hiç karşılaşmamış olmanın hiç önemi yokmuş. Hayatta gerçekten güvenip, kalbinizi emanet edebileceğiniz çok az sayıda dosta sahip olmak (hele aileniz yoksa) en güzeliymiş. Arkadaşlık fiilinin içini boşaltıp, göstermelik içtenliklerle "öyle" görünenleri farketmek ve bu farkındalıktan onları haberdar etmek de pek keyifli imiş.


Yaşadıkça mı yaşlanıyorum, yaşlandıkça mı yazıyorum, yoksa yaşadıkça yazdıklarımı daha da yaşlandığımda bir daha yaşamayacak olduğum* için mi azaldı korkularım?

hk, 8.Mayıs.2010

* Anneciğimle babacığım bir kez daha ölmeyecekler, tam tersine zamanı gelince ben onlarla buluşacağım. Ankara'da bir 20 sene daha geçirmek zorunda kalmayacağım, tam tersine hep yaşamak istediğim yerlerde olabileceğim. Aynı kişiler aynı hayalkırıklıklarına uğratamayacaklar beni, çünkü onların beni nasıl incitebileceklerini biliyorum artık. Böyle uzar gider "bir daha yaşamayacak olduklarım"...

7.5.10

sanki üçyüz yıl...

Üç sene: Kucaklaşmayalı, konuşmayalı, yanak yanağa vermeyeli, gülüşmeyeli, "canım benim" diyerek usulca kapattığın telefonların çalmayalı, "elele kolkola" gezmeye gitmeyeli, yüzümü boynuna gömmeyeli, dertleşmeyeli, öpmeyeli, göz göze gelmeyeli.. Üç yıl değil sanki üç yüzyıl.
ah anneciğim...
hk, 7.Mayıs.2010

25.4.10

"asla"



Bir süre önce "bir fincan yasemin çayı"sayfalarının alt kısmına okurların metinler konusundaki izlenimlerini işaretlemeleri için -yine / asla / hep / arada bir- seçeneklerini ekledim. Ve yine bir süre önce - anonim- iki okurdan, yazılarımdaki karamsarlık, kötümserlik, iç karartıcı üslup ve mutsuzlukla ilgili yorumlar geldi; bu okurlardan biri bu mutsuzluğu çağıranın kendim olduğumu, çevremdekileri uzaklaştırdığım için yalnız kaldığımı; beni ve yazdıklarımı "poh pohlayan yorumlar" dışındakileri kabullenemediğimi söylemeye dek vardırdı işi. Diğeri ise, daha ılımlı ancak benim için üzgün olduğunu dile getirmekten de kaçınmayan bir yorum yaptı.

Bu yorumları yanıtlarken: " bir fincan yasemin çayı"nı yaratmaktaki, aklımdan ve başımdan geçenleri buraya aktarmaktaki amacımın yazılarıma yansıyan kişisel ve ruhsal dalgalanmalara, kayıplarımdan kaynaklanan mutsuzluk ve kedere bir çare aramak, diğer bir deyişle okuru " Güzin Abla " yerine koymak OLMADIĞINI belirttim. Ardından da yorum seçeneğini moderasyona tâbi hale getirdim. Zira kim ne derse desin, "bir fincan yasemin çayı" benim kişisel defterim, kimseciklerin yazdıklarımdan hoşnut olma mecburiyeti bulunmadığı gibi, benim de duygularımı, düşünce tarzımı, yaşama yaklaşımımı başkalarının önerilerine, eleştirilerine göre biçimlendirmeyeceğim kesin.

Söz konusu okur yorumları ve verdiğim yanıtlar ardından farkettim ki, demlediğim her fincan yasemin çayı'nın altındaki izlenim seçeneklerinden "asla" hemen işaretleniyor. Üşenmeyip, "asla" ile mimlenmiş tüm yazıları içerik / tarz / tema açısından gözden geçirince, aralarında benzerlik olmayan her metine -asla- dendiğini farkettim..

Bu durum beni hem çok güldürdü, hem de "hoşnut olmayacağı" yazıları okumak zorunda kalan ( ama belki de okumadan imliyordur) bu meçhul okur / okurlar için üzüldüm. Kendi kendilerine böyle eziyet etmelerinin ne gereği var, diye düşünüp izlenim seçeneklerinin tümünü kaldırmaya karar verdim..

ASLA seçeneğini otomatikleştirenler, otomasyon sistemlerine ince ayar yaptırmayacaklarını belli ettiklerine göre böylesi herkes için daha iyi.. Zira "asla"nın içtenliği olmayınca, yazar için yine'lerin, hep'lerin, arada bir'lerin de bir değeri kalmıyor.

Bilginize sunulur.

hk, 25.4.2010

18.4.10

Resimdeki kadın hakkında..

Bu ikinci sabah kahvesi, sakızlı ve orta şekerli. İlkini havanın yağmurlu, serçelerin geveze, gökyüzünün gri, odanın loş olduğu 05.30 civarında içtim. Zamanı şaşırtan bir uyanıklık halinden bir türlü uykuya geçemeyince, kalkmak en iyisi deyip geldim masanın başına.

Çok eskiden, haritalardaki yeri işaretlenmemiş bir deniz fenerinde yaşarken, arada sırada bana konukluğa gelen eski bir dostumun gönderdiği mektubun içinden bir resim çıktı. Resime iliştirdiği küçük sayfanın üzerinde okumayı özlediğim el yazısıyla şöyle diyordu:


" Aynaya bakan güzel kıza bakar mısın?

Ne görüyor aynada? Senin bazen gördüğün gibi annesinden bazı şeyler görüyor mudur? Ressam bugünlük bu kadar yeter, dediğinde ifadesiz duran yüz gülmüş müdür?

Birisinin haremine hediye olarak mı gelmiştir?
Zengin birinin sevgili kızı mıdır? Fakir birinin özlediği kızı mı yoksa?

Üstündeki kıyafetlerin kumaşları hangi yolları aşıp gelmiştir? Dalgın dalgın oynadığı incileri hangi yaralı eller denizden çıkarmıştır? Halılardaki düğümleri atan eller neler yaşadı bu dünyada? O halılardan arta kalan bir şey var mıdır? New York'daki bir evin duvarında bir çerçeve içinde bir parçası duruyor mudur?

Bu kadar merak etmem başıma bir iş açar mı? "

Francesco Ballesio'nun Orientalist bir tablosuydu resimdeki; Doğu'nun yaşam tarzına (bilhassa Doğu'lu kadınların haremdeki hayatına) meraklı Batı'lı ressamlardan biri olan Ballesio'nun bu tablo üzerinde çalışırken düşündükleri, en az arkadaşımın aklına takılan sorular kadar merak uyandırıcıydı üstelik. Aslında her ikisinin de yaptığı merak etmekten ziyade, hayal kurmaktı: Biri tabloyu yaratırken, biri yaratılan yapıtı izlerken hayal etmekten kendilerini alamamışlardı belli ki. Hayal üzerine hayal kurmak bu olmalı işte. Bir hayali, izleyici sayısı kadar hayalle çoğaltmak. Bir yapıtın tekilliği, sergilendiği / paylaşıldığı / izlenmeye başlandığı anda sona eriyor bu yüzden: İzlenim ve çağrışımlar izleyici sayısı ile çarpılıyor; öyle ki algılama ve yorum farklı bireylerin bellek süzgecinden geçen yapıtı (güzel sanatların hangi alanında olursa olsun) her bir birey için farklı bir "yer"e oturtuyor.

Sanatçı izleyicinin belleğine kaydettiği izlenimi görme olanağına sahip olsa, belki de kendi yapıtını tanımakta güçlük çeker, şaşırır..

Fener kaçkını arkadaşımın resimdeki odalıkla ilgili sorularını yanıtlamaktan ziyade, aynaya bakınca anneciğimi görüp görmediğimi düşündüm sonra.

Keşke görebilseydim, dedim kendi kendime. Belki de O'nun yaşadığı yerlerde yaşamaya başlayınca göreceğim.

Zihnimi meşgul edip de yazmak istediklerimin ne bu tablodaki odalık kızla, ne de İtalyan Orientalist ressamla ilgisi vardı aslında. Hafta başından beri "naftalin kokusu ve kırlangıç çığlıkları"nın etkisi altındayım. Mayıs yaklaştığından mı, belleğim beni tuzağa düşürmek için fırsat kolladığından mı bilmem, pek tuhaf bir haldeyim.

Şimdi ya bir kahve daha içmeli,

ya da papatyalı bir kırda yürümeyi hayal etmeli..

hk, 18.4.2010

11.4.10

Kedili bir yazı..



Kedili bir yazı

Cumartesi ve Pazar günlerinin mesleğimle ilgili işlerle dolup taşması, hafta içinde yetiştiremediğim okumalar ve yazmalarla geçip gidivermesi rahatsız ediyor beni uzun zamandır. Profesörlüğe hevesli olmamamın başlıca nedenlerinden biri de bu sanırım; oysa çevremdekilerin beklentisi farklı, yaptığım işlerin niteliği, niceliği ve içeriğinden ziyade, ünvanımla değerlendirilmek benim canımı sıkıyor, diğerlerine ise anlamsız ve budalaca geliyor. Oysa ben kimi konularda budala olmayı her zaman sevmişimdir...

Benim ilk mesleğimde sık sık başvurulan ve henüz kazısı yapılmamış alanlarda uygulanan "yüzey araştırması" denilen bir yöntem vardır; belirli bir alanda belli bir düzen içinde, sürekli toprak yüzeyine bakarak yürür ve rastladığınız küçük arkeolojik buluntuları toplar, torbalar, etiketlersiniz. Çanak çömlek parçaları, ağırşaklar, şanslıysanız sikkeler yolunuza çıkar ve toprağın altında olabilecekler hakkında kulağınıza ipuçları fısıldar. Bu fısıltıların değerlendirilmesi sonucunda, arkeolojik kazının yapılabileceği alanları belirler, sondajlarla bu öngörünüzü kuvvetlendirmeye çalışır, sonra da kazı açmalarınızda çalışmaya başlarsınız. Hele mimari parçalar da toprak üstünde sere serpe dağılmış bekliyorsa, işiniz daha da kolay demektir.

Öğrenciliğimde çıktığım bu "yüzey araştırmalarından birinde" fısıldayan çömlek kırıkları ile yetinmeyip, kuru bitkiler ile kurutulmaya müsait kır çiçekleri topladığımı hatırlıyorum; bu nedenle benimle "dalga geçen", hatta yaptığım işi yeterince ciddiye almadığımdan dem vuranlara gülüp geçmemi söylemişti babacığım.. Ne kadar haklı olduğunu neredeyse otuz yıl sonra bir kez daha farkettim; çevremde "işlerinden başka bir konudan" konuş(a)mayan; duvarları mesleki sorunlar / akademisyenlik hırsları / makale ve bildirilerle örülü bir hücrenin içine kapanmış bir kalabalık var. Öyle ki, konuyu kedilerden bile açsanız, dönüp dolaşıp taşlara, projelere, raporlara getiriyorlar sizi: Hani "sen yine yolunu kaybettin, asıl olman gereken yer burası" der gibiler her defasında.

Durum böyle olunca, benim bu şehirde neden bu denli sıkıldığımı / bunaldığımı, üniversitede iken neden odama kapandığımı ve Haydn'ın piyano sonatlarını dinleyerek çalıştığımı, öğrencilerin bütün yaz boyunca bir projeden diğerine koşturmalarına neden itiraz ettiğimi, anneciğimi neden çok özlediğimi, yılbaşlarında masamın üzerindeki vazoyu neden kokinaların doldurduğunu, herkes yeni yılı e-posta ile "usulen" kutlarken neden babacığımın resimlerinden kartlar bastırıp, dileklerimi uzun uzun kaleme aldığımı; Facebook'da anneciğimin ve sevgili anneannemin adına hesaplar açıp, neden onların zevkine göre çiftlikler kurduğumu, ve işte saymakla bitmeyecek diğer bütün hallerimi anlamakta cidden zorlanıyorlar.

Bu yazının başlığının "kedili bir yazı" olduğunu unuttuğumu sanmayın sakın. Akide kanepenin sırt yastıkları üzerinde huzurlu bir uykuya daldı ben bu cümleleri kurarken. Haydn onu da sakinleştiriyor anlaşılan. Pencerenin bir kanadı açık, yalnızlığını kafesine asılı aynadaki yansıması ile konuşarak gidermeye çalışan muhabbet kuşum ( Markiz) anlatıp duruyor.. Sadece penceredeki manzara "sevimsiz", Ankara'nın çirkin apartmanları, her sabah tırmanmak zorunda olduğum yokuş, sarı gri bir gökyüzü ve yolu daraltan arabalar.

Yazının içinde uyuyan bir kedi olması, bunun kedili bir yazı olması için yeterli bence..

Bitirirken de İlhan Berk'in "Şiirin Gizli Tarihi" isimli kitabından bir cümle:

"Tang çağında memurları şiir bilgilerine göre seçerlerdi." *



hk, 11.Nisan.2010


* Yıllardır gördüğüm, öğrendiğim şu ki KPSS, KPDS, ÜDS, ALES'e göre seçilen memur ve akademisyenler Tang çağı memurları ile karşılaştırılamazlar bile.

1.4.10

Chopin ile uykusuz







CHOPIN: Tuşlara Adanmış Bir Yaşam

A.Büke'nin kaleme aldığı bu kitap benimle dolaşıyor dört gündür: Sabahları işe giderken otobüste, gece uyumadan önce yatakta okuyorum merakla. Arka kapak yazısında da belirtildiği gibi "yalnızca klasik müzik dinleyicilerini değil, sanat tarihi, edebiyat, Avrupa tarihi konularına ilgi gösterenleri de saracak" bir araştırma bu. Okurken kendi zamanımdan uzaklaşıyor, 18.yy sonundan 19.yy'ın ilk yarısına doğru Fransa, Polonya, Almanya, Avusturya arasında yolculuk ediyorum durmadan.

Chopin'in piyano eserlerini yıllardır dinlediğim halde, o muhteşem müziğin yaratıcısının yaşamı, sanatsal gelişimi, eğitmenleri, ailesi, yaşadığı kentler, çağdaşları, esin kaynakları, mektupları ile ilgili öğrendiklerim sayesinde, bundan böyle "Chopin besteleri" dinlerken o hayata iki yüzyıl sonra bir biyografinin cümleleri aracılığı ile dokunmuş olarak, farklı hissedeceğimi biliyorum artık.

1.Mart.1810 doğumlu Chopin, Fransız bir ailenin Polonyalı soylular tarafından yetiştirilmiş ve Polonya'da yaşamayı seçmiş oğlunun ikinci çocuğu. 8 yaşında verdiği ilk piyano resitalinden sonra, kendisine seyircilerin tepkilerini soran annesine " en çok dantel yakamı beğendiler" diyen; yaz tatillerinde davet edildiği ve arkadaşlarının ailelerine ait çiftliklerden anne ve babasına gazete formatında mektuplar yazan, kendi adından türettiği ve aslında her birinde kendini anlattığı karakterler aracılığı ile başından geçenleri komik öykülere dönüştüren bir genç.


244 sayfalık kitabın henüz 60. sayfasındayım (Çocukluktan Gençliğe), okurken notlar çıkarmamak için kendimi zor tutuyorum bazen; kimi kişi ve yer isimlerini ezbere bilmek, müzik terimlerini, piyanonun gelişimine ilişkin ayrıntıları hep hatırlamak istiyorum, (muhtemelen hiçbir zaman kullanmayacağım bilgiler olsa da bunlar). Belki şimdi, olduğum zaman ve çevrede konuşulan, yaşanan, yinelenen konuların / olayların / hallerin sığlığından, niteliksizliğinden, boşluğundan, kabalığından doğan kirlenme, cahilleşme, gerileme, yerinde sayma duygusundan kurtulabilmek için istiyorum bütün bunları... Mecbur olmadığım ve "işime yaramayacağı" halde öğrenmek, aklımda tutmak arzusuyla, bir tür susuzluk giderme sabırsızlığı ile okuyorum bu kitabı; her cümlede mutlu ve arınmış hissederek...

23.Nisan.1810'da yapılmış vaftiz töreni Frederic'in, 200. yılında çocukların bayramıyla birlikte kutlayacağım doğumunu; iki yüzyıl sonra insan bedeninin ölümlülüğüne nispet yaparcasına yaşayan ve dünya yüzünde kimbilir kaç piyanist tarafından tutkuyla yorumlanan bestelerini dinleyerek...

Sahi en son ne zaman bir Chopin eseri dinlediniz ?


hk, 1.Nisan.2010, 4.45 (uykusuz bir gece)

20.3.10

Fatih Sultan Mehmet'in yeniçerisi, II.Abdülhamit'in Saray Ressamı Fausto Zonaro

Fausto Zonaro, "sahilde yürüyüş"



Sabah 04.23, herkes uykuda iken uyanık olduğum saatleri seviyorum. Sakızlı Türk kahvesi ve Bruch'un Keman Konçertosu tamamlıyor karanlığı. Sokağa baktım, pencerelerin hiçbirinde ışık yok, sadece tam karşıdaki sokağın başında portakal rengi bir ışıltı ile yanan sokak lambasının aydınlığı. II. Abdülhamit'in "Saray Ressamı" Fausto Zonaro'nun tablosundaki şu mahzun sokak köpeği gibi gecenin sabaha daha yakın bu saatleri...


İtalya'da duvar ve bina yapımı işlerinde çalışırken sıkılıp ressamlığa merak salan, kiliselerde gerçekleştirdiği fresk yenileme işleriyle resim yeteneğini gösteren Fausto, müşterisi Elisabeth Pante'ye aşık olup, oryantalist hayranlığın tutkusuyla sevdiği kadınla birlikte 1891'de İstanbul'a gelir. 1892'de evlenip, Ayazpaşa'da yaşamaya başlarlar. Suluboya tabloları beğeni toplayan İtalyan ressam, Teşrifat Nazırı Münir Paşa tarafından Yıldız Sarayı'na davet edilir ve Osman Hamdi Bey'le tanıştırılır. Bir yandan Münir Paşa'nın eşine resim dersleri verirken, eserleri II.Abdülhamit'e gösterilir ve takdir toplar.
(04.47, sabah ezanı okunuyor... Şimdi Kuzguncuk'ta olmak isterdim.)


1896'da Ressam-ı Hazreti Şehriyari (Saray Ressamı) ünvanını alan Zonaro, II.Abdülhamit'in isteği üzerine Fatih Sultan Mehmet'in İstanbul'u fethini tasvir eden tablolar resmetmiştir.



1905 yılında verilen emir üzerine yaptığı bu tablolarda Fausto kendisini de bir yeniçeri olarak Fatih'in hemen yanıbaşında gösterir ( Sultan'ın atının hemen sağındaki, eli tüfekli yeniçeri).


Aynı yeniçeri "Edirne Kuşatması"nı tasvir eden tabloda da bu kez Fatih Sultan Mehmet'in sol yanında görülür.



















II. Abdülhamit'in devrilmesinden ve saray erkanının tasviye edilmesinden sonra 1909 yılında bu ünvanını yitiren Fausto Zonaro 20.Mart.1910'da ( tam 100 yıl önce bugün) çok sevdiği ve hayran olduğu şehirden, İstanbul'dan ayrılarak ülkesine döndü. 1929 yılında San Remo'da ve 75 yaşındayken İstanbul'a hasret olarak ömrü noktalandı.

Çocukken anneciğimin zorla içirdiği portakallı kalsiyum sandoz tabletleri gibi parlıyor sokak lambası hala. Gökyüzünde binaların cephelerini buzlu bir maviye boyayan aydınlık belirginleşiyor gitgide. 100 yıl önce bugün, 18 yıl boyunca yaşadığı ve sevdiği kenti terkeden Fausto'yu düşünüyorum, O'nun İstanbul'unu, 1900 doğumlu olan Rıfat dedem 10 yaşında iken ayrı düştüğü o sevgili şehrimi.


Toprağın bol olsun Fausto..


hk, 20.3.2010




21.2.10

hamarat bir Pazar sabahı...

21.Şubat.2010, Pazar sabahının resmidir

Galiba benim kendimi iyi hissetmem için, önce iyice kötülemem gerekiyor bazen.. Dün bütün gün başım yastıkta idi, gözlerimi zor açık tutuyor, sanki bir sis içinde kalmış, ne önümü ne de arkamı görebiliyordum. Ne yemek isteği, ne sokağa çıkmak, ne yazı yazmak, ne çalışmak, ne kalkıp su içmek, ne de kitap okumak: Öylece yattım, yapabileceğim ama yapmak istemediğim işleri, gidebileceğim ama gitmek istemediğim yerleri geçirerek aklımdan; başımın içinde dolaşan ve zihnimi rahatsız eden bir düşünceye benziyordu baş ağrısı, geçmedi, inat etti.. Gece de böyleydi, sabaha karşı kanepenin rahatsızlığından yatağın serinliğine geçtim, pencereyi de açık bıraktım.

Bu sabah uyandığımda saat sekizdi, bir gün öncenin o garip / yapışkan bezginliğinden kurtulmak için suyun altına girdim, arındım. Derken kendimi mutfakta, iki senedir kayıp olan ve önceki hafta kütüphanemi düzenlerken bulduğum, sayfalarını anneciğimin el yazısı ile yazılmış çörek, kek, yemek tariflerinin doldurduğu defterimi açıp "Nonoş" yapmaya koyuldum. Uzun zamandır kendime çay demlememiştim, çay demledim. Nonoşların ilk tepsisini bir kaseye doldurup, kapı karşı komşuma götürdüm ( içimden öyle geldi ); ikinci ve üçüncü tepsileri de pişirdikten sonra, Robert Schumann'ın ( 1810-1856) "Clara'ya" ithaf ettiği oda müziği ve piyano eserlerinden oluşan albümü eşliğinde limonlu çay ve Nonoş'larla kahvaltı ettim.

Günün kalan bölümü mecburen çalışarak geçecek, zira dünki şiddetli tembellikten mütevellit (!) ve vicdanımı sokmaya hazır, vızıldayarak uçan bir eşek arısına benzer sorumluluklardan kurtulmam şart.. İşlere dalmadan önce, Sumika'nın "Nonoş" tarifine bir kaç küçük ekleme yaparak ortaya çıkardığım ve sonucu pek lezzetli olan tuzlu çöreklerin tarifini vereceğim. Hani olur da bugün bu yazıyı okursanız, akşam çayının yanında yenmek üzere pişirmenizi tavsiye ediyorum. Yağmurlu ve kirli beyaz güne hamarat bir başlangıç yapmanın mutluluğundan karşı komşum olamayanlara düşen pay da bu tarif olsun hiç değilse..

Sumika'nın Nonoş'u ( *H'nin küçük eklemeleri ile )

2 yumurta ( 1 yumurta hamura katılır, diğerinin sarısı Nonoş'ların üstüne sürülür), 1 kahve fincanı eritilmiş tereyağı/margarin + 2 kahve fincanı sıvı yağ, 2 kahve fincanı rendelenmiş *beyaz peynir, 4 çorba kaşığı yoğurt, 1 paket kabartma tozu, 1 çorba kaşığı *kuru nane veya 1 küçük demet ince doğranmış *dere otu, 3 su bardağı un : Tüm malzemeyi iyice yoğurduktan sonra ceviz büyüklüğünde toplar haline getirerek tepsiye yerleştirip, üzerlerine yumurta sarısı sürerek, 180 derece sıcaklıktaki fırında 20 dakika pişirmek yeterli.

Yağmurlu, naneli, mis gibi çay kokulu, Schumann'lı bir Pazar gününden ve benden şimdilik bu kadar.

hk, 21.2.2010, Ankara

4.2.10

uzun ve zor bir haftanın ardından...


Viyana'daki noel vitrinlerini belgelemiştim Kasım 2009'daki seyahatimde, ama bir türlü fırsat bulup ne resimleri yazılayabildim ne de yazılarıma yeni fotoğraflar çekmeye zaman ayırabildim. Bir kumbaram var şimdilik, yazmayı isteyip de bu isteğimi gerçekleştiremediğim hallerde kumbarama atıyorum aklıma gelen düşünceleri. O yazının resimleri, yazının teması, kurguda yer alacak anahtar sözcüklerle birlikte. Kumbara taşmak üzere...
Bir haftadır aklıma hayalime sığmayan haller yaşıyordum: Üzüntü, sıkıntı, gerginlik, hayalkırıklığı, güven yitimi ile geçen günlerin, uykusuzlukla geçen gecelerin ardından, kalbim bir kez daha sıkıştı.. Şimdi doktor kontrolunda, ilaçlarla "normale dönmeye" çalışıyorum.
Yasemin Çayı'ndaki yazılarıma her es verişimde, beni yazmaktan alıkoyan nedenleri düşünüyorum tek tek. Akademik çalışmalar, seyahatler, projeler ve ölümler dışındaki gerekçelerin hiçbirinin bu sessizliğe değer bir anlamı, değeri, önemi olmadığını farkediyorum her defasında. Birileri yaşamımın çok daha huzurlu, mutlu, sağlıklı geçebilecek zamanlarını benden çalıyor; zihnimi endişe ve tedirginlikle zehirleyip, bedenimin kimyasını bozuyor. Her defasında benim insanlara olan güvenim sarsılıp, azalıyor. İyimserliğim ve güven hissim erozyona uğruyor; hayalkırığı sırçalarını battıkları yerden bir bir temizlemek, o yaraları iyileştirmek aylar alıyor. Ve tıpkı Akide'nin ellerime attığı tırmıkların hiç geçmeyen izleri gibi her biri aklımda ve ruhumda silinmeyecek izler bırakıyor.
Yavaş yavaş kumbaramı açacağım, içinde biriktirdiklerimi okuyup, sonra da yazmaya koyulacağım. Tıpkı bu yazının resmindeki Hummel figürinleri gibi kar üstünde yürüyüşe, kaymaya, oynamaya, derin derin nefes almaya çıkmak istiyor gönlüm; bir de yazmak.
Hal budur, bilin istedim.
hk, 4.2.2010 Ankara

10.1.10

bir Pazar günü "içeri halleri"


Akide'li ve Kız Kuleli sabah keyfi, 10.1.2010

Pazar sabahı, Ankara'nın benim penceremden görünen her zamanki puslu / suratsız / renksiz manzarası. Kesişen sokaklar, mavi ilk öğretim binasının yan cephesi, yapraksız ağaçlar, süpürgeli çöpçülerin uğramadığı kaldırımlar*, bozkır ruhunun bir bulut gibi tüm sakinlerinin bedenine yerleştiği garip bir kent.. Uzun zamandır buradayım, 2011'de yirmi sene olacak, ama valizlerini tren garındaki emanete bırakıp, şehri gezmeye çıkmış "ziyaretçi" halim hiç geçmedi, geçmemesinden de şikayetçi değilim. "Dışarı" ile ilgili hissiyatım böyle olunca, "içeride" aklıma ve hasretini çektiğim yerlere değgin bir dünya yaratmam ve oraya sığınmam işten bile değildi.
Çok uzun bir yalnızlığın ardından tekir bir kedi yavrusu gönderdi anneciğim, bana yoldaş olsun, aklımı ve ruhumu iyimserlikle, neşeyle doldursun; akşam işten döndüğümde evde bir bekleyenim / karşılayanım, sabahları uyandığımda da yatak odamın kapı eşiğindeki minder üstünde mahmur gözler ve sabırla kalktığıma sevinen bir sevgilim olsun istediği için yaptı bunu.

Anneciğim "tarçınlı ve bergamutlu", babacığım limonlu akide şekerini çok sever, İstanbul'a her gidişimizde Hacı Bekir Efendi'den herkesin zevkine göre mutlaka akide alışverişi yapılırdı. Anneciğim, kendi anneannesi Huriye Hanım'ın üç aylığını almaya giderken onu da yanında götürdüğünü, ya piramit pasta ( "hını mını", dermiş anneciğim çocukken bu pastaya) ya da tavuk göğsü yemeden eve dönmediklerini; Hacı Bekir'den akide şekeri, Mehmet Efendi ve Mahdumları'ndan da taze çekilmiş Türk kahvesi aldıklarını anlatırdı bana. Parlatılmış pirinçten ve kubbemsi kapaklarıyla dev şeker kavanozlarının içindeki akide şekerlerini hayranlıkla seyrederdim İstanbul'a her gidişimizde. İzmir'in meşhur şekercisi, dükkanı Kemeraltı'nın girişinde olan Ali Galip'te böyle heyecanlanmazdım oysa..

Hacı Bekir Efendi, Akide şekeri kavanozları


Kediciği kucağıma aldığımda pek üşümüş, pek aç, zayıf ve hasta idi; ama buna rağmen ( benimle geçirdiği ilk hafta boyunca isim vermemiştim ona ) aklıma gelen yegane isim "Akide" oldu**.
Akide 13.Aralık.2009'dan bu yana benim oğlum. Anneciği nerededir, yaşıyor mudur, kardeşleri kaç tanedir, onlar nerelerdedirler bilmiyorum.. Ama Akide ile geçen günler boyunca ( kimileri çok zor, endişe ve üzüntü dolu; ama O'nun en yaralı, en sıkıntılı, en hasta zamanlarında bile beni mutlu etmeyi bilen halleri sayesinde güzel geçen günler boyunca) "içeride" olmayı daha da fazla sevdim.
Cumartesi ve Pazar'lar bu içerilik halinin en yoğun yaşandığı günler. Akide'nin de en mutlu, en huzurlu, en şımarık, en yaramaz zamanları; ev ve oyun arkadaşı, aşçısı, oyuncağı, yastığı, uydusu olduğu gezegeni hep yanında zira; gece geç saatlere kadar hem de..

Gidemediğim, şimdilik gitsem de kalamadığım "şehirlerimdeymiş gibi" yapıyorum bu içerilik günlerinde. En sevdiğim yılbaşı hediyelerimden biri olan Kız Kuleli fincanımla kahve içiyorum; Viyana Filarmoni Orkestrası'nın eski bir yılbaşı konseri kaydını dinliyorum***, mahlepli yalancı paskalya çöreği pişirip****, Kemeraltı'ndan aldığım sakızlı Türk kahvesine***** katık ettiğim her lokmada Bostancı'daki aile evinde, ya da Karşıyaka'daki babaevinde anneciğim ve babacığımla geçirdiğim o "düş günleri" yeniden, yeniden, yeniden görüyorum..

Hayat böyle bir hal benim için: Onlar en güzel halleri öğretip / gösterip / yaşatıp gittikten sonra bana Onlar'dan kalan nesneler, anılar, fotoğraflar, alışkanlıklar, incelikler, ayrıntılar ile katlanılabilir olan.

İçeriği kadar düşünceleri de güzel bir Pazar öğleden sonrası diliyorum bu yazıyı okuyan herkese.

hk, 10.1.2010


* Süpürgeli çöpçüler olmayınca, her sabah tırmandığım ve otobüs durağına giderken kullandığım yokuş yolda ölüp, yağmurun altında sırılsıklam olmuş minicik kedi yavrusunu da kimse kaldırmadı. İkinci günün akşamı, karton bir kutu ve lastik eldivenlerle yetiştim o küçücük bedenin yardımına, sardım sarmaladım ve hakkettiği dinginliğe kavuşturdum; zira yanından geçen herkese "beni burada, böyle çaresiz bırakmayın" diye yalvarıyordu ( ama nedense kimse duymuyor, aldırmıyor, umursamıyordu ).. Ankara böyle bir şehir işte!

** Hacı Bekir Efendi'nin akide şekeri ile ilgili notu, bu isimlendirme konusunda ne kadar yerinde bir karar verdiğimi göstermiyor mu? : "Akide bağlılığın simgesidir. Osmanlı döneminde yeniçerilerin ulufe töreninde dağıtılan akide şekeri, askerlerin padişaha memnuniyetinin ve bağlılığının göstergesiydi."

*** Eskiden TRT, sonraları NTV tarafından yeni yılın ilk günü 12.00'de naklen yayınlanan bu muhteşem konserlerden de mahrumuz artık, her nedense!

**** Selin Kutucular'ın "Büyükada Yemekleri" kitabındaki tariflerinden biri de, beni İstanbul'daki Beyaz Fırın'ın yıllardır hasretini çektiğim Paskalya Çöreği'ni dilediğim zaman pişirme mutluluğuna eriştirdi, bu tarifi ayrıca vereceğim ki, meraklısı da tadına varsın!
***** İzmir - Kemeraltı'ndaki, kuruluş yılı 1939 olan İlyas Gönen'in sakızlı kuru kahvesi.

baharın işaretleri

Kimsesiz fotograflar albümü