8.11.08

yalnız yolcu

hk, bandırma treni - 1967


I. Yalnız yolculuk etmenin edindirdiği alışkanlıkları düşünüyorum günlerdir.

Evde başlayıp, otobüs ve tren garlarında, hava limanlarında mutlak bir yalnızlığa dönüşen yolculukları. Bir kentten bir başkasına, bir ülkeden bir diğerine gitmenin özgürlüğe benzer, ama yolcuyu bir o kadar da yitikleştiren maceraperest hallerini.

Gidilecek yere göre tasarlanan ayrıntıları, o ayrıntıların süregelen yaşamın ne denli dışında kaldığını, bu yüzden her yolculuk öncesinde iki farklı yaşamı planlar gibi davranmak gerektiğini, -şimdiki- yaşam ile -gelecek- yaşam arasında mekik dokuyan düşünceleri; gidilecek yerler kadar, geride bırakılacak evin ve ona ait alışkanlıkların da nasıl düzenlendiğini (bitkilerin sulanması, buzdolabında yiyecek kalmaması, evin arada bir havalandırılması, koltukların üstüne örtüler serilmesi, sabahları gazete bırakılmaması, posta kutusunda biriken fatura ve mektupların bir başka adrese yönlendirilmesi,...) getirdim aklıma.

Sonra zamanla yerleşik bir hal alan, geçiştirilemeyen endişe: Ya dönemeyecek olursam...

Zaman geçtikçe evin içinde bu endişenin derinleştiği yerler var. Bir yaşamın sahibinin ellerinden süzülüp gitmesi: Hazırlıksız, birdenbire, yolculuk öncesinde toplanan bir evin düzeniyle korunabildiği kadar; çözülmeyecek bir alfabeyle yazılmış bir kitabın onu okuyamayacak birilerinin eline geçmesi gibi.

Yolculuk, akışı ve yönü önceden belirlenmiş bir yolun iki ucu arasında yapılan bir katediş ise, yolcunun yanında götüremediği ve kendine ait her nesne de bu yola gölgesini düşürecektir.

II. Yalnız yolculuk edenin yükü bir başkasından yardım istemeksizin taşıyabileceği nicelikte olmalıdır. Yoksa yolculuk yavaşlar, zorlaşır, başkalarına bağımlı hale getirir yolcuyu. Ayağına zincirle bağlanmış demir gülleyi sürükleyerek yol alır gibidir: Taşıdığı yük yolcunun özgürlüğünü bir ağır köleliğe çevirir.

III. Yalnız yolcunun yanında kitabı ve defter-kalemi olmalıdır mutlaka. Dilini bilmediği ülkelerde dolaşırken konuşmanın yerini okumakla yazmak alır çünkü.Kitabı yolcuya anlatır, yolcu da defterine.

IV. Yalnız yolcunun adres defteri, sevdiklerinin suretleri, ev anahtarları ve dönüş bileti özenle koruması gerekenlerdir. Ama işte yine de bütün bunlar, dönüşü tasarlanmış yolculukların nesneleridir. Sadece gitmeyi aklına koyan için hepsinden vazgeçmek, ya da suretlerle yetinmek şaşırtıcı değildir.

V. Yolcunun belki de en yalnız olduğu an, kendisini yolcu edecek birisinin olmayışına içlendiği vakitlerdir. Peronda / limanda bekleşenlere, pasaport kontrol noktasının ardında kalanlara kalabalıkta annesini yitirmiş çocuk endişesiyle bakar ve kimsesizliği yükleniverir.Derken yerini bulur, koltuk numarası geçici bir adres gibi karşılar yolcuyu; işte o zaman ayrılmak istemediği ve bu yolculuğun uzaklığına (süre, uzaklıkla boy ölçüşemez) denk bir umarsızlıkla düşündüğü herkesle vedalaşır.Saatine bakar, “şimdi beni düşünüyorlar mıdır?” diye geçirir aklından.

VI. Yalnız yolcunun kalbi, az ya da çok, yolculuğun başladığı evde kalır.


hk, 10.6.2003

yolculuk


çocukluğumdu,
bir oyundan bir oyuna yolculuk etmek gibiydi hayat,
bavulumu topladığım gibi
kurduğum düşlerden birine kalkardı tren...
oyundan yolculuklar:
dar ve uzun koridorun iki ucundaki iki oda / iki şehir,
anneciğim her şehirde benimleydi...
benim çizdiğim evlerin iki yanında çitler,
çitlerin ardında bir kaç top çam / bir kaç selvi,
evin pencereleri önünde çiçek saksıları olurdu mutlaka,
( hep ıtır, mum çiçeği, füjer, deve tabanı, sardunya, kılıç,
begonya saksıları arasında büyüdüm ben)
gökyüzünde bir kaç pamuksu bulut...

sadece çocukluğuma,
bir dönüş bileti istiyorum.


hk, 21.8.2007

mor çiçekli labirent


... ne yapacağımı bilemeyerek uyandım bu sabah. Yaşantımı yapmak istediklerimin değil de, yapmaya zorunlu olduklarımın biçimlendirdiği uzun bir süreçten geçiyorum. Bu mecburiyetler üstüste birikmeye başladığında gözle görülmez bir labirent yükseliyor yaşam alanımda, ben de o labirentin içinde çıkış yolunu bulmaya çalışan minik, aklı karışık ve giderek daha yorgun bir farecik gibi dolanıp duruyorum.
Yazmadığım günler boyunca şimdi bir öykü gibi anlatabileceğim üzüntüler, akıl ve ruh daralmaları, telaşlar, tedirginlikler geçirdim. Sicilya'da bir kongreye gidip geldim, İzmir'de aile hatıralarımla oyalandım; yolculuk etmekten, bavul toplamak ve açmaktan, bilmediğim adresleri aramaktan, tanımadığım insanlarla konuşmaktan sıkıldım.

Oysa hep aynı şeyleri söyleyip yazmaktan uzak durabilmenin en iyi yolu "yeni kentler, yeni deneyimler, yeni hayatlar, yeni sokaklar" değil midir? Sadece bu "yenilikleri" anlatmakla kalmaz, onların düşündürdüklerini / daha önce aklıma gelmeyen pek çok hali kendimce yorumlamak için de heveslenmez miyim?

İşte "ÇELİŞKİ" de burada başlıyor: Belleğin kumbarasında biriktirdiklerimi, "yeni olanları" bir köşede bekletiyorum. Diğer bir deyişle "yeni bir şeye başlamak" istemiyorum..

Galiba yapmaya zorunlu olduklarımın yorgunluğu neden bu halime; zira tüm zorunlulukları yerine getirmek benim sorumluluğum, tüm sorunları çözmek / düzenlemeleri yapmak / mektupları yazmak / planlamak / ilişkileri yürütmek / sabretmek / iyi niyetli , anlayışlı, güçlü olmak...

Bu sabah uyandım ve labirentimin içinde ne istediğimi bilmeden dolaşıp durdum. Sonra Mozart yetişti imdadıma, "Haffner Senfonisi'ni dinle", dedi. "Gelecek hafta yine bir yolculuk, yine yeni yüzler, yine bir bilimsel toplantı..", dedim O'na. "Ben seninle gelirim, merak etme", diye gülümsedi.

Palermo'yu yazmalıyım, İstanbul'un sonbahar halini anlatmalıyım ( Yıldız Parkı'nda yürüyüşe gideceğim, ağaçlar en sevdiğim hallerine bürünmüşlerdir eminim), labirentten çıkamasam da, o labirentin en çıkmaz ve kuytu köşesini "sakin ve huzurlu bir yazı odasına çevirmeliyim".

zira, " dil, gösterir, resimler, çekilir / anlam neden sonra belirir".
(XXXIV Poetika / Logos - İlhan Berk)

hk, 8.11.2008

baharın işaretleri

Kimsesiz fotograflar albümü