21.9.07

üsküdar'a gidelim...

banu'nun meraklı arkadaşı, Erenköy - 2007
Banu, hani benim sevgili / yetenekli / becerikli / yaratıcı dostum, Kalpazankaya serçelerinin masalsı resimi ardından göndermiş "meraklı arkadaş"larından birini bana...
İzmir kumrularının "gu guuu cuk, gu guuu cuk"larına alışkın olduğu halde ( ki anneciğim derdi ki, "sabah sessizliğinde hiç aralıksız 9-10 kez "gu guuu cuk"ladı mı bir kumru, yaz gelmiş demektir"), bu kızıl gözlü, kızıl kahverengi tüylü kumruların merakına alışamadığını söylüyordu gülümseyerek... ( bazen kağıt üzerinde de gülümsüyor yazılan sözcükler)
Bu meraklı İstanbullu kuş aklıma seneler önce dede evinin bahçesindeki mor salkımın dallarına "salıncaklı" bir yuva yapan kumruları getirdi. Upuzun ve kuru iki dalın arasına taşıyıp, yastık gibi yerleştirdiği çalı çırpıdan kurulu yuvanın içinde bir o yana, bir bu yana salınarak büyütmüşlerdi yavrularını. Anneciğim bu yuvanın "entipüf"lüğüne kızıp, "bu kadın yavrularını yuvadan düşürecek", diye pek telaşlanmıştı o sonbahar. Güneş filbahrinin, leylak ağacının ve mor salkımın dalları arasından süzülerek geliyor; hüzünlü ama bir o kadar da huzurlu akşam saatlerinde, bir zamanlar anneannemin anneciğimle söyleştikleri oturma odasının duvarlarını bal rengi bir ışıkla aydınlatıyordu.
Bu saatlerde yemek odasından bir kaç basamakla inilen ve bahçeye açılan küçük mutfakta Türk kahvesi pişirilir, anneciğimin İzmir'de hep hasretini çektiği mahlepli paskalya çöreği (daima Beyaz Fırın'dan alınan) ve İstanbul halkalarıyla kahve keyfi yapılırdı. Paskalya çöreğinin Türk kahvesi ile birleşen o hafif tatlı kezzeti bize İstanbul'da, birlikte ve mutlu olduğumuzu hatırlatır, sadece zihinlerde ve usulca bu birliktelik anı için şükredilirdi.
Anneciğim yaşlanırken giderek daha çok benzediği ve benim O'nu anlatışımdaki hasreti hiç de aratmayan bir şefkatle andığı İclâl anneannemin yanındadır şimdi. Anne kız, o mahzun ve meleksi tebessümleri ile, elele gözgöze olmalılar.
Ve bu iki güzel, fedakâr, mağrur kadının cennetindeki salıncaklı yuvalarında tüyleri kızıl kumrular "Üsküdar'a gidelim" diyorlardır yine, "Üsküdar'a gidelim"...
hk, 21.9.2007
derinnot: BanuÖzerEren'in tasarlayıp diktiği ve "sohbet günleri" adını verdiği (üzerinde tombul bir serçeyle söyleşen genç bir kadının yer aldığı) güzelim -şekerçanta-yı bana "yaz hediyesi" olarak almıştı geçen bahar anneciğim. Biz uzak şehirlerde yaşadığımız için, hep benden kendisine haber taşıyan kuşlar olduğunu söylerdi zira.

19.9.07

kedili rehaiku

-kedili rehaiku-

kedi, bekliyor.
beni ve benini bekliyor.
hangimiz sen ki kedi?

sen ben san benini
ben de senini, ben.

bu çile, sökülmekle başlıyor kedi!

reha yünlüel / şiirhâne

18.9.07

Çengi

gittigidiyor kedisi, sahibinin objektifinden
Bir konser dönüşü, yağmurlu ve soğuk bir İstanbul gecesinde anneciğimle dedemin peşine takılan yavru kedinin öyküsünü kimbilir kaç kez aynı mutlulukla dinlemişimdir Pazar öğle yemeğinin ardından.
İlkokul çağımdan itibaren Pazar günlerine ait anımsadığım, en sevgili ritüeldi bu: Anneciğim kendi çocukluk ve ilk gençlik anılarını anlatır, kurduğu cümleler yavaş yavaş o günlerin İstanbul görüntülerini gözlerimin önüne getirir, bir film sahnesi gibi canlanan hayaller; öykülerin hep aynı yerinde salınıveren kahkahalar, ya da gözleri buğulayan hüzünler anneciğimin müşvik ve tatlı sesiyle bambaşka bir anlam kazanırdı. Sanki o öyküleri diğer kahramanlarından dinlesem bu denli sevmeyecek, onların cümleleri yerine hep anneciğimin kurduklarını özleyecektim.
Zaman zaman anneciğimin sesinden kaydetmeyi, ya da O'nun "inci gibi" elyazısı ile bir deftere yazmasını arzu ettiğim bu birbirinden güzel hatıraların artık sadece benim aklımda kaldığı kadarıyla bilinecek olması ne yazık...
O yavru kediciğin gizlice eve alınmasını, anneannemin suç ortaklığı ile dedemden saklanarak beslenmesini, tüylerinin uzunluğu, gözlerinin güzelliği ve oyunbazlığını anlata anlata bitiremezdi anneciğim. Sonradan dedemin de çok sevdiği, evde kalmasına karar verilen ve adı "Çengi" konulan bu kedicik, yavruları karnında ölüp de kanı zehirlenince hayata veda etmiş; günlerce ağlayan anneciğim ve anneannemin bu hallerine dayanamayan dedem, bir daha ev içinde kedi beslenmesine izin vermemiş.
Umarım Çengi yine anneciğimin kucağında oturuyor, başını o yorgun dizlerinin üstünde dinlendirirken mırıl mırıl mırıldanıyordur...
hk, 18.9.2007

serçeli yazı...

30.ağustos.2007, Kalpazankaya - Burgaz Ada
Anneciğimin her sofranın ekmek kırıntıları ve "köfte ekmekleri"nin* kenarları ile beslediği serçecikleri düşündüm onları görünce. Kalpazankaya'nın hemen üstündeki lokantanın akşamüstü saatlerinde, neredeyse hepsi müşterisiz olan masalardan birinin üzerindeki ekmek sepetini keşfetmişlerdi. Dakikalarca gidip geldiler, sepetin içindeki kağıt peçetenin katları arasına bile girdiler, gagalanmadık köşe / yenmedik kırıntı bırakmadılar, telaşlı ve ürkek, ama bir o kadar da becerikliydiler.
7.Mayıs'dan bu yana anneciğimin serçecikleri O'nun yolunu gözlüyor olmalılar. Zira ekmek kırıntılarını dökmekte biraz gecikse, balkondaki çiçek saksılarının arasında gizlenip beklerler; O'nun yere serpiştirdiği her bir taneyi Kalpazankaya serçelerinin iştahı ve telaşı ile bir kaç dakika içinde bitiriverirlerdi. Yazları büyük bir yoğurt kabıyla balkona bırakılan sudan içmeye, hatta zaman zaman bununla da yetinmeyip, suyun içine girerek başlarını ve gövdelerini serinletmeye bayılırlardı.
Anneciğimin serçecikleri, kırlangıçları, çiçekleri ve bir de akşam güneşinin kristal boncuklu avizeden süzülürken ışığı odanın duvarlarında gökkuşağı renginde beneklere dönüştürdüğü "ciciler"i vardı.
-di'li geçmiş zaman kullanmaya hiç alışamıyorum.
hk, 18.9.2007
* köfte ekmeği: Köfte hamuru için kurutulacak ekmeklerin kabukları önce ekmek bıçağı ile kesilir ve bir kutu içinde buzdolabında saklanırdı. Anneciğim sulu bir yemek ya da çorba oldu mu, hep bu kabuklardan doğrardı tabağına. Eğer ekmek kabukları çok sert, ya da kuru olursa serçecikler için ayrılırdı.

baharın işaretleri

Kimsesiz fotograflar albümü