15.10.08

hasret


Böyle evcil vakitlerde bir yastığa başımı yaslar ve iç rahatıyla uykuya dalar gibi susabilmek ne kadar güzel... Kimseye kendimi ifade etmek zorunda olmamak, vereceğim tüm kararları zamanla hafifleyecek, ama taşıdığım sürece parmaklarımı kesip, kollarımı uyuşturacak bir yük gibi taşımak. Yağmurlu bir akşamüzerinin piyano sesine gömdüğüm bu alaca aydınlık saatlerini çok eskiden, çok uzakta, ama çok severek yaşadığım bir kentin hatıralarına dokunmak için uzatıyorum.

Şimdi adımlarım yirmi sene önce öğrendiği yollardan, park kaldırımlarından, yaya geçitlerinden ve kırmızı telefon kulübelerinin ilanlarla kaplı gövdelerinden sıyrılarak, nereye ve neden gittiğini bilerek hızlanır. Bir çocuğun açlığı, bir yaşlının bitkinliği gibidir çoğu zaman bu yürüyüş, sabırsızdır: Bir an önce karnı doysun / hemen yatağına uzansın ister.

Yürüyüş iki blok boyunca uzanan büyük ve yüksek vitrinleri “yeni kitap” tanıtımları ve haftalık temalar ile bezenmiş kitap mağazasının kapısında birdenbire yavaşlar.. Zira artık “aceleye mahâl yoktur”. Büyük ve ağır cam kapılı girişin tam karşısındaki cilalı ahşap merdivende, çok sevilen bir dost evinin üst katına çıkar gibi yükselirken, duvar içindeki nişlere yerleştirilmiş ve isimlerini duymadığım nice yazarın, ciltli ve kalın kitaplarını okşayasım gelir. Birinci katın orta kısmında cam duvarları ile kitaplık raflarından ayrılan "müzik odası"nın dışına hafifçe sızan sesleri dinler, kitaplar arasındaki uzun ve zamanı durduruveren dalgınlığın bitiminde "klasik müzik" için yaratılıp, dış seslerden yalıtılmış bu "sera"ya uğramadan edemem...
Dinlediğim, ki onu sadece ben “şimdi” yazarken ve kendi yazdığım sözcükleri okurken duyabiliyorum, Mozart’ın K.545 sayılı piyano sonatı. Çocukluğumda anneciğimin parmaklarından dökülen ve notaları hala O’nun bıraktığı yerde duran sonat.

Mutfaktan gelen zeytinyağlı kerevizin kokusu kadar tadı da anneciğimin pişirdikleri ile aynı. Gülüşüm de, sesim de, saçlarımdaki beyaz tellerin çoğalış biçimi de; el yazımın kıvrımlarındaki ahenk de, yün örerken şişleri tutuşum da, kurduğum cümleler de, yolculuklara çıkmadan önceki titizlenmelerim, geçmişe bağlılığım da, kişileri ve olup bitenleri gözlemleyişim de…

Anneciğim kadar mükemmel olamadığım onlarca yaşam haline rağmen, parmaklarımın piyanonun değil de, bilgisayarımın klavyesinde ustalıkla ve ne yaptığından emin dolaşması ve aklımla ruhumun sözcüklerini okunaklı hale getirebilmesi de O'na yaklaştırıyor beni...

Anneciğimi kaybettikten sonra, O’nun ruhunun bir parçasının burada, benimle kaldığını / o ruh parçasının “içime saklandığını” söyleyip durdum hep.. Bunu sıradan bir duygu tezahürü olarak değil, -gerçekten de içimde saklandığını hissettiğim için- dile getirdim.
Sanırım o ruh parçasını ben daha çabuk iyileşeyim, bu kedere daha kolay katlanayım, O’nunla birlikte olduğumu her zaman hissedeyim diye hediye etti bana. O’nun tamamen yok olmadığını, sözcüğün tam manası ile “benim varlığımda” yaşamayı sürdürdüğünü bilmemi istedi.

Bu yüzden anneciğimi düşünüp ağlamaya başladığımda emin olamıyorum bir türlü;
ben mi O’nun hasretine dayanamayıp gözyaşı döküyorum, O mu benimkine?

Öyle ya, Hampo anneciğini bu denli özlerken, anneciği Hampo’sunu özlemez olur mu hiç…

hk, 15.10.2008

baharın işaretleri

Kimsesiz fotograflar albümü