Gece uçuşu.. Herkesin çoktan uykuya daldığı bir saatte, Külkedisi sarayın merdivenlerinden koşarak iner ve balkabağından arabasına nefes nefese yetişmeye çalışırken eğimli, soğuk ve nedense kül kokan bir büyük borunun içinden yürüdüm uçağa… Benim ayakkabılarım bağcıklı idi, acele etmiyordum, doru atlı prens de zaten Kara Orman’daki av köşkünde kimbilir kaçıncı rüyasını görüyordu. Schloss Leopoldskron’un sonbahar romantizmi bile uyanıp, benimle göl kenarında sohbet etmeye niyetlenmesine yetmemişti; ben de ondan önceki “nazlı prenslere” yaptığım gibi fotoğraf makinemi, miniminnacık bilgisayarımı, not defterimi, aklımı ve pardesümü alıp yürüdüm kendi başıma..
Ne de olsa öğrendim artık beklemekle baş edilebilir bir hal olmadığını bu prens kaprislerinin.
Bal kabağından arabamı geçen yılbaşı bir güzel dilimleyip, anneciğimin usulünde pişirmiştim zaten, üzerine serptiğim iri dövülmüş cevizlerle pek lezzetli bir tatlı olmuştu. Arabanın sürücüsü Akide idi, ki o da bu yaz ön bacaklarını kırıp, sabırlı bir çilekeşlikle iyileştiğinden beri “arabacılık” görevinden alınıp, benim bir tanecik Çizmeli Kedi’m oluvermişti. Sürücüsü olmayan arabaya koşulacak fareleri hayal bile etmedim bu yüzden..
Uçağa bindim, pencere kenarındaki koltuğuma yerleştim ve “kemer ikaz ışıkları”nın sönmesini bekledim; yükseldik yükseldik / uykudakilerin düşlerinin bile üstüne çıktık / ne şehrin ışıkları, ne yıldızlar kaldı…
İşte o zaman miniminnacık bilgisayarımın bir kitap sayfasını andıran ekranında yanyana sıralandıkça, kendi dilimde, benden başkalarının da okuyacağını, bu yüzden de kendiliğinden çoğalacağını bildiğim cümleler kuruyorum. Akide onu yatak odasında konuk eden sevgili dostum C’nin yanında şimdi, kimbilir ne inanılmaz düşler görüyordur. Düşlerini bana anlattığında O’nu anlayabilmem için kedi dili öğrenmeyi düşünüyorum ne zamandır, ama kedi dili kursuna kaydolmak istediğimde önce bir sınava girmem gerektiğini öğrendim. Öyle ki, kedilerden oluşan bir hakem kurulunun karşısına çıkıp, Akide’nin vereceği referans doğrultusunda mülakata alınacakmışım. Akide’nin benimle geçirdiği süre bir seneyi doldurmadan da bu başvuruda bulunamıyormuşum zaten. Kısacası sabırla ve umudumu yitirmeden bekliyorum…
Hala havadayım, hala uçuyorum, Akide’nin olduğu ve beni beklediği şehire inmeme 50 dakika var. Elli dakikaya yazıyla ne sığdırılır diye düşünmeye başlar başlamaz, aklıma türlü türlü işler geliyor. Kahvenin tadını sevdim, sert ve dinlendirici; uykum yok, uykunun gelmesini de istemiyorum zaten. Dışarısı -49 C derece, Varna ile Burgas arasında yatay bir çizgi çekerek ilerlediğimizi söylüyor başımın üstündeki geveze ekran. Uçak kalkana dek zırıldayan, vızıldayan, zırlayan bütün küçük insanlar uyumuş olmalı; sadece uçak motorlarının sesi duyuluyor.
Viyana’dan yola çıkalı 1177 kilometre katetmişim ve 11277 m. yükseklikte uçuyormuşum. Bu yükseklik Akide’nin kucağımda sırtüstü yatıp, o muzip yeşil gözlerini cin gibi açarak, yüzüme sanki beni ilk kez görüyormuşcasına bakmasına benziyor; şaşırtıcı ve bir o kadar da inanılmaz. Metal, elyaf ve plastikten oluşan bir tüpün içinde oturmuş, yerden 11 km. yükseklikte, masallarını bile bilmediğim ülkelerin, kentlerin, köylerin, evlerin, o evlerde uyuyan ve yarın okula gitmek zorunda olan binlerce çocuğun gökyüzünden sessizce kayıp evime gidiyorum..
Bundan güzel masal mı olur? Artık gerisini siz hayal edin…
hk, 2.11.2009, Viyana - Ankara TK 1894 / 9F