4.11.09

Schloss Leopoldskron Mektupları 3.



Gece uçuşu.. Herkesin çoktan uykuya daldığı bir saatte, Külkedisi sarayın merdivenlerinden koşarak iner ve balkabağından arabasına nefes nefese yetişmeye çalışırken eğimli, soğuk ve nedense kül kokan bir büyük borunun içinden yürüdüm uçağa… Benim ayakkabılarım bağcıklı idi, acele etmiyordum, doru atlı prens de zaten Kara Orman’daki av köşkünde kimbilir kaçıncı rüyasını görüyordu. Schloss Leopoldskron’un sonbahar romantizmi bile uyanıp, benimle göl kenarında sohbet etmeye niyetlenmesine yetmemişti; ben de ondan önceki “nazlı prenslere” yaptığım gibi fotoğraf makinemi, miniminnacık bilgisayarımı, not defterimi, aklımı ve pardesümü alıp yürüdüm kendi başıma..

Ne de olsa öğrendim artık beklemekle baş edilebilir bir hal olmadığını bu prens kaprislerinin.

Bal kabağından arabamı geçen yılbaşı bir güzel dilimleyip, anneciğimin usulünde pişirmiştim zaten, üzerine serptiğim iri dövülmüş cevizlerle pek lezzetli bir tatlı olmuştu. Arabanın sürücüsü Akide idi, ki o da bu yaz ön bacaklarını kırıp, sabırlı bir çilekeşlikle iyileştiğinden beri “arabacılık” görevinden alınıp, benim bir tanecik Çizmeli Kedi’m oluvermişti. Sürücüsü olmayan arabaya koşulacak fareleri hayal bile etmedim bu yüzden..

Uçağa bindim, pencere kenarındaki koltuğuma yerleştim ve “kemer ikaz ışıkları”nın sönmesini bekledim; yükseldik yükseldik / uykudakilerin düşlerinin bile üstüne çıktık / ne şehrin ışıkları, ne yıldızlar kaldı…

İşte o zaman miniminnacık bilgisayarımın bir kitap sayfasını andıran ekranında yanyana sıralandıkça, kendi dilimde, benden başkalarının da okuyacağını, bu yüzden de kendiliğinden çoğalacağını bildiğim cümleler kuruyorum. Akide onu yatak odasında konuk eden sevgili dostum C’nin yanında şimdi, kimbilir ne inanılmaz düşler görüyordur. Düşlerini bana anlattığında O’nu anlayabilmem için kedi dili öğrenmeyi düşünüyorum ne zamandır, ama kedi dili kursuna kaydolmak istediğimde önce bir sınava girmem gerektiğini öğrendim. Öyle ki, kedilerden oluşan bir hakem kurulunun karşısına çıkıp, Akide’nin vereceği referans doğrultusunda mülakata alınacakmışım. Akide’nin benimle geçirdiği süre bir seneyi doldurmadan da bu başvuruda bulunamıyormuşum zaten. Kısacası sabırla ve umudumu yitirmeden bekliyorum…

Hala havadayım, hala uçuyorum, Akide’nin olduğu ve beni beklediği şehire inmeme 50 dakika var. Elli dakikaya yazıyla ne sığdırılır diye düşünmeye başlar başlamaz, aklıma türlü türlü işler geliyor. Kahvenin tadını sevdim, sert ve dinlendirici; uykum yok, uykunun gelmesini de istemiyorum zaten. Dışarısı -49 C derece, Varna ile Burgas arasında yatay bir çizgi çekerek ilerlediğimizi söylüyor başımın üstündeki geveze ekran. Uçak kalkana dek zırıldayan, vızıldayan, zırlayan bütün küçük insanlar uyumuş olmalı; sadece uçak motorlarının sesi duyuluyor.

Viyana’dan yola çıkalı 1177 kilometre katetmişim ve 11277 m. yükseklikte uçuyormuşum. Bu yükseklik Akide’nin kucağımda sırtüstü yatıp, o muzip yeşil gözlerini cin gibi açarak, yüzüme sanki beni ilk kez görüyormuşcasına bakmasına benziyor; şaşırtıcı ve bir o kadar da inanılmaz. Metal, elyaf ve plastikten oluşan bir tüpün içinde oturmuş, yerden 11 km. yükseklikte, masallarını bile bilmediğim ülkelerin, kentlerin, köylerin, evlerin, o evlerde uyuyan ve yarın okula gitmek zorunda olan binlerce çocuğun gökyüzünden sessizce kayıp evime gidiyorum..

Bundan güzel masal mı olur? Artık gerisini siz hayal edin…

hk, 2.11.2009, Viyana - Ankara TK 1894 / 9F

Schloss Leopoldskron Mektupları 2.



Pazar gününün bu saatlerini sevdiğimi söyleyemem: Haftasonunu eve kapanarak geçirmenin sıkıntısı yeni haftanın görünmez yükü ile birleşince garip bir ağırlık birikir yüreğimde. Ne kahve iyi gelir, ne yazmak, ne de pencereyi açıp derin derin nefes almak. Eskiden anneciğimi arardım, o da bu halime daima hazırlıklı olur ve “nasılsın çocuğum?” deme gereği bile duymadan anlatmaya başlardı, zira nasıl olduğumu çok iyi bilirdi. Sesini duyduktan birkaç cümle sonra o ağırlık bir buluta dönüşür, bulut kendine kaçacak bir yol arar, evin odalarını bile dolaşmaya fırsat bulamadan, anneciğimin sesindeki kuş cıvıltıları eşliğinde kalbimi terkederdi.

Şimdi havaalanında oturmuş yazarken farkettim de, anneciğim yine yanıbaşıma oturmuş, mırıl mırıl bir şeyler anlatıp duruyor, ne de olsa O’nun en sevdiği şehirdeyiz, 20 yıl önce el ele kol kola dolaştığımız sokakları, meydanları, gezdiğimiz müzeleri, “Mavi Tuna”nın Strauss notalarıyla dalgalanan serinliğini hiçbir zaman eskimeyecek o heyecanla konuşup duruyoruz.

Anneciğimi kaybettiğimde O’nun bir parçasının bir daha hiç ayrılmamak üzere ruhuma sızdığını hissetmiştim: Öyle ki, “içimde kendine bir yuva hazırladı ve oraya yerleşiverdi”. Böyle olunca daha önce birlikte yapıp yaşadıklarımız, çıktığımız yolculuklar, doyamadığımız ve hep özlediğimiz yerler benim “şimdiki zaman” yolculuklarımda yeniden durağım olunca, O’nun benimle konuşmadan edememesine hiç şaşmıyorum! (yoksa ben mi O’nunla konuşuyorum?)..

Bugün kendim ve dostlarım için aldığım hediyelerin hepsinde Sumika vardı, raflara uzanan elim ve karar vermekte zorlanan zihnime yardımcı oldu durmadan; bu yüzden biliyorum ki herkes hediyesini çok sevecek.. Anneciğimi yitirdiğimden ve ruhunun bir parçasını içimde barındırmaya başladığımdan bu yana geçirdiğim en güzel, en unutulmaz, en mutlu Pazar günüydü bu.

Yaşadığım kentten ve ülkeden uzaklaşmışken, orada yaşamak ve telaşına katılmak zorunda kaldığım anlamsız koşuşturmanın Schloss Leopoldskron’da duraklaması, anneciğimle yaptığım Pazar akşamüstü telefonlaşmaları gibiydi. İçimden kocaman ve kapkara bir bulut çıktı, havalandı, iki gün yağmur olup Salzburg’a yağdı ve bugün sokaklarda başbaşa, rahat rahat dolaşabilmemiz için güneşi açtı.
Mozart’ın evinde içime çektiğim nefesi tuttum, evime dönüyorum..

hk, Salzburg, 1.11.2009

Schloss Leopoldskron Mektupları 1.


Ankara'dan yola çıkalı üç gün olmuş bile; ben yazmaya başlamak için zaman kollarken, sabahlar akşamları, geceler birbirini kovalamış. Belki de telaşa kapılmanın tam sırasıdır şimdi, ne de olsa iki gün sonra buraya geldiğim gibi, herkes uykunun en kuytu yerinde iken dönmüş olacağım evime. Şimdi düşünüyorum da, aslında ev dediğimiz nedir ki.. eşyalardan ve nesnelerden mürekkep, dört duvar içine kapatıp, kendimizin kıldığımız minyatür bir evren. Yanımızda götürdüklerimiz, taşıdıklarımız, gittiğimiz yerleri kısa süre için bile "ev"e dönüştürebiliyor pekala da. Bu gittiğimiz yeri ne kadar benimsediğimize, kendimizi "ne kadar" oranın bir parçası yapabildiğimize bağlı aslında.

Üç gündür salonları, kütüphanesi, merdivenleri, bahçesi ve hatta ormanında gezinip durduğum bir evdeyim. Tarihçesi, yaşadıkları, yaşattıkları, ilk sahipleri, mimarı, ağaçları, gölündeki kazları, heykelleri ile uzak ve yabancı bir dünyayı temsil eden bu evde yaşarken kendimi hiç de konuk gibi hissetmediğimi farkettim.

Konuk gibi hissetmemenin ötesinde, Ankara'daki küçük, kısıtlı ve sevimsiz sosyal çevrenin dışına çıkmaktan, "demokratik açılım"la ilgili söylemleri dinlememekten, 3.sayfa cinayet haberleri ile şişirilmiş tv haberlerini izlememekten, toplumun H1 N1 aşısı ile ilgili endişelerini düşünmemekten, üniversitedeki elektrik tesisatı arızalarına katlanmak zorunda kalmamaktan ve daha saymakla bitiremeyeceğim yüzlerce deli saçmasından haberdar olmaksızın yaşamaktan son derece mutluyum.

Hani mümkün olsa, istifa dilekçemi Rektörlük makamına gönderip, Ankara'daki evimi en kısa sürede boşaltıp, Akide'yi de yanıma alarak yeniden "uzak"laşmak ve bu "uzaklığı" çok uzun bir süre koruyabilmek isterdim...

Zira şimdi olduğum yerden (bu bir başka uzak yer de olabilirdi kuşkusuz), Ankara'daki yaşantıma, sosyal çevreme, alışkanlıklarıma, rutinlere, sorumluluklarıma, olanak ve olasılıklara bakınca müthiş "gri", "zevksiz", "bunaltıcı" bir manzara ile karşılaşıyorum.
Bu manzaranın içindeyken duyduğum mutsuzluk ve sıkıntının derecesi, o manzaranın dışına çıkınca hafiflese de, geri dönmek zorunluluğu beni ürpertiyor ve hem aklımı / hem de ruhumu usandırıyor.

Üç günlük yolun sonunda diyeceğim budur.

hk, 30.10.2009 - Schloss Leopoldskron, Salzburg

baharın işaretleri

Kimsesiz fotograflar albümü