Yalnız çıktığım yolculukları sevdiğimi farkettim dün. İki tür yalnızlıktan söz ediyorum aslında, ilki bir yerlere giderken ardımda kimseyi bırakmamak ( eş, anne, baba, kardeş, evlat); diğeri yolculuğun her aşamasında kendi başıma olduğumu ve kendi kendime başedebileceğim bir yükü çekiştirerek / taşıyarak, zamanını ve duraklarını kendi belirlediğim bir yolculuğu kimseyle paylaşmadan tamamlamak. İlki müthiş bir özgürlük aslında, bazen “beni de bir geçiren, karşılayan, özleyen, merak eden olsaydı keşke” hissine kapılmakla birlikte, böylesinin daha iyi ve daha az mahzun eden bir hal olduğunda karar kıldım sonunda.
Yolculuğu yalnız yapmak daha dikkatli kılıyor beni, kendimi korumak/ kollamak konusunda daha özenli davranmamı sağlıyor hatta. Daha hafif valizler hazırlıyorum, fazla yüklerimi kargoyla gideceğim adrese gönderip / hamallıktan kaçınıyorum; havaalanına erken gidip bir fincan kahve içerek evden çıkana dek süren koşuşturmanın yorgunluğundan kurtuluyorum, uzun zamandır okumayı istediğim bir kitabın kapağını açmayı çıktığım yolculuğa bırakıyorum; böylece olabildiğince “özelleştiriyorum” yolculuğun “seferîlik halini”..
Zira bir havaalanı ile diğeri arasındaki tüm alan ve eylemler, - bekleme, yeme-içme, yolculuk, alışveriş - , yolculuğun başlangıç noktasını oluşturan ev ile, hedefteki ev ya da otel arasında yaşanılan özgürlüğü temsil ediyor. Bu alanlarda “yersiz, adressiz, eşyasız ve kimsesizim”, yaşam rutini dışına çıkmak / kendimle başbaşa kalmak için harika bir fırsat...
Bu yolculuğa çıkarken varış noktasında halletmem gereken işler konusunda endişelerim vardı; doğrusunu söylemek gerekirse “istemeye istemeye” gidiyordum. Kısa bir uçuş, sadece 35 dakikalık, öyle ki yola çıkılan ve varılan kentte şehir ile havaalanı arasında yapılan yolculuklar daha uzun sürüyor. Valizim sadece 12.3 kg. ağırlığındaydı, ondan kurtulunca bilgisayar ve kitaplarımı taşıyan çantamla kitap mağazasına yöneldim ve uzun zamandır okumak istediğim Fazıl Say’ın “Yalnızlık Kederi” isimli kitabını satın aldım; 188 sayfa. Kapağında piyano taburesine dizlerinin üstünde “tünemiş”, dirsekleri bacaklarına yaslı, başı piyanoya doğru eğilmiş ve bu yüzden de “kamburu çıkmış” ve ellerini (sol elden yola çıkarak farzettiğim bir simetri bu) kulakları hizasında, tarifi pek zor bir yumuşaklıkta tutan bir Fazıl var. Bu fotoğrafı saatlerce seyredebilir, ayrıntılardan yeni ve küçük öyküler çıkarabilirim. Eskiden yaptığım gibi, “bana görüneni kısa paragraflar halinde ve hayal ettiğimce yazma oyunu”nu oynamak için mükemmel bir resim.. Kitapta yazılı olanları bilmeden sadece bu fotoğrafa bakarak, Fazıl’ın söylemiş olabileceklerini düşünürken Japon turistlere pasaportlarını dağıtıyor rehber, yolcuların isimlerinin sonuna hep aynı heceyi ekliyor, ismi okunanlar mekanik, yapmacık bir saygı ve telaşla ayağa kalkıp koyu bordo kapaklı pasaportlarını alıyorlar. Gürültücüler, birbirlerinden uzaklaşmıyorlar, ama birbirleri ile de ilgilenmiyorlar. İçlerinden kaçı Say’dan haberdardır, O’nun herhangi bir yorumunu ya da bestesini dinlemiştir diye geçiyor aklımdan. Rehber uzun bir konuşma yapıyor ve kalkıp gidiyorlar; yollarını kaybetmekten korkan bir balık sürüsü gibi hızlı, küçük adımlarla; isimlerini duyduğum ama bir daha hiç karşılaşmayacağım bu insanları, az sonra okumaya başlayacağım kitabın cümlelerine dalar dalmaz unutacağım.
Kapı çağrısı yapılıyor, oysa daha 25 dakika var uçağa binmek için. 106 numaralı kapıya yönlendiriliyorum, benimle birlikte / benden önce gelen yolcularla birlikte bir görevi yerine getirircesine beklemeye başlıyoruz. Kitabımın ( Fazıl’ın kitabının *) çantamda olması içimi rahatlatıyor birden; sanki tüm olumsuz olasılıkları ortadan kaldıracak ve beni kötülüklerden koruyacak bir muska gibi. O kitap yanımda ve sözcükleri gözlerimin önünde olduğu sürece herşey yolunda gidecek. Neden böyle hissettiğimi bilmiyorum, kitabın tek bir sayfasını bile açmış değilim henüz.
( Kitabım diyorum, ama o 188 sayfa aslında Say’ın değil midir ? Onun kitabı değil mi “Yalnızlık Kederi” ? O yaşamadı mı yazdıklarını ? Benim ve tüm okuyucularının yaptığı yaşanmış, duyumsanmış, düşünülmüş, belleğe kaydedilmiş olana tanıklık etmek değil midir aslında ? Yazılanlar üzerinde düşünmek ve onları içselleştirmek gayreti ile eşdeğer bir bağ değil midir burada söz edilen ? Yazılanlar okuyucu tarafından içselleştirildikçe Fazıl’ın kitabı, okuyucunun da kitabı olmaz mı bir anlamda ? Tıpkı mektuplar için söylediklerim gibi: “Yazma sürecinde yazarınındır mektup, ama zarflanıp postaya verildiği an artık sadece okuyucusunun.” Bu yüzden Fazıl’ın kitabı aslında “baskı sayısı x her baskıda ciltlenen kitap sayısı” niceliğinde okuyucuya ulaşmış ve bu basit matematik işleminin sonucunda ortaya çıkan rakam kerre içselleştirilmiş olmalıdır ( kitabı ödünç alarak okuyanları bu hesabın dışında tutuyorum).
Uçak Van’dan gelmiş, Ankara’dan yolcularını alıp İstanbul’a gidecek. Sadece beşte biri boş koltukların, onları da Ankara’dan binenler dolduruyor. Uçuş görevlisi koridorda bıkkın bir eda ile acil durum çıkışlarını gösteriyor; tekrarı İngilizce olan bu uyarılar silsilesi anlaşılması mümkün olmayan bir telaffuzla yapılıyor. Uçak çoktan kalkış pistine yöneldi bile; ön sırada oturan genç çiftin gürbüz ve sarışın bebeği, kucaktan kucağa dolaştırılıyor. Aklım Ankara’dan uzaklaşmaya hazır; dört haftadır ameliyatlı ön bacaklarını bir sincap gibi havaya kaldırarak, arka bacakları üzerinde duran ve boynuna geçirilen koruyucu yakalıkla ters çevrilmiş bir abajuru andıran Akide’yi de arkamda bırakarak, nasıl çözeceğimi bilemediğim sorunlar yumağına doğru havalanıyorum.
Artık Fazıl’ın cümlelerini okumaya başlayabilirim:
“ Ruhun dip noktasındaki yaşamın kıyısı
Arınmak...
Evrenin diğer ucuna bir çırpıda uçabilmek
Yaşamın uzun çizgisinde
Hür olmak...”
hk, 21.8.2009
Yolculuğu yalnız yapmak daha dikkatli kılıyor beni, kendimi korumak/ kollamak konusunda daha özenli davranmamı sağlıyor hatta. Daha hafif valizler hazırlıyorum, fazla yüklerimi kargoyla gideceğim adrese gönderip / hamallıktan kaçınıyorum; havaalanına erken gidip bir fincan kahve içerek evden çıkana dek süren koşuşturmanın yorgunluğundan kurtuluyorum, uzun zamandır okumayı istediğim bir kitabın kapağını açmayı çıktığım yolculuğa bırakıyorum; böylece olabildiğince “özelleştiriyorum” yolculuğun “seferîlik halini”..
Zira bir havaalanı ile diğeri arasındaki tüm alan ve eylemler, - bekleme, yeme-içme, yolculuk, alışveriş - , yolculuğun başlangıç noktasını oluşturan ev ile, hedefteki ev ya da otel arasında yaşanılan özgürlüğü temsil ediyor. Bu alanlarda “yersiz, adressiz, eşyasız ve kimsesizim”, yaşam rutini dışına çıkmak / kendimle başbaşa kalmak için harika bir fırsat...
Bu yolculuğa çıkarken varış noktasında halletmem gereken işler konusunda endişelerim vardı; doğrusunu söylemek gerekirse “istemeye istemeye” gidiyordum. Kısa bir uçuş, sadece 35 dakikalık, öyle ki yola çıkılan ve varılan kentte şehir ile havaalanı arasında yapılan yolculuklar daha uzun sürüyor. Valizim sadece 12.3 kg. ağırlığındaydı, ondan kurtulunca bilgisayar ve kitaplarımı taşıyan çantamla kitap mağazasına yöneldim ve uzun zamandır okumak istediğim Fazıl Say’ın “Yalnızlık Kederi” isimli kitabını satın aldım; 188 sayfa. Kapağında piyano taburesine dizlerinin üstünde “tünemiş”, dirsekleri bacaklarına yaslı, başı piyanoya doğru eğilmiş ve bu yüzden de “kamburu çıkmış” ve ellerini (sol elden yola çıkarak farzettiğim bir simetri bu) kulakları hizasında, tarifi pek zor bir yumuşaklıkta tutan bir Fazıl var. Bu fotoğrafı saatlerce seyredebilir, ayrıntılardan yeni ve küçük öyküler çıkarabilirim. Eskiden yaptığım gibi, “bana görüneni kısa paragraflar halinde ve hayal ettiğimce yazma oyunu”nu oynamak için mükemmel bir resim.. Kitapta yazılı olanları bilmeden sadece bu fotoğrafa bakarak, Fazıl’ın söylemiş olabileceklerini düşünürken Japon turistlere pasaportlarını dağıtıyor rehber, yolcuların isimlerinin sonuna hep aynı heceyi ekliyor, ismi okunanlar mekanik, yapmacık bir saygı ve telaşla ayağa kalkıp koyu bordo kapaklı pasaportlarını alıyorlar. Gürültücüler, birbirlerinden uzaklaşmıyorlar, ama birbirleri ile de ilgilenmiyorlar. İçlerinden kaçı Say’dan haberdardır, O’nun herhangi bir yorumunu ya da bestesini dinlemiştir diye geçiyor aklımdan. Rehber uzun bir konuşma yapıyor ve kalkıp gidiyorlar; yollarını kaybetmekten korkan bir balık sürüsü gibi hızlı, küçük adımlarla; isimlerini duyduğum ama bir daha hiç karşılaşmayacağım bu insanları, az sonra okumaya başlayacağım kitabın cümlelerine dalar dalmaz unutacağım.
Kapı çağrısı yapılıyor, oysa daha 25 dakika var uçağa binmek için. 106 numaralı kapıya yönlendiriliyorum, benimle birlikte / benden önce gelen yolcularla birlikte bir görevi yerine getirircesine beklemeye başlıyoruz. Kitabımın ( Fazıl’ın kitabının *) çantamda olması içimi rahatlatıyor birden; sanki tüm olumsuz olasılıkları ortadan kaldıracak ve beni kötülüklerden koruyacak bir muska gibi. O kitap yanımda ve sözcükleri gözlerimin önünde olduğu sürece herşey yolunda gidecek. Neden böyle hissettiğimi bilmiyorum, kitabın tek bir sayfasını bile açmış değilim henüz.
( Kitabım diyorum, ama o 188 sayfa aslında Say’ın değil midir ? Onun kitabı değil mi “Yalnızlık Kederi” ? O yaşamadı mı yazdıklarını ? Benim ve tüm okuyucularının yaptığı yaşanmış, duyumsanmış, düşünülmüş, belleğe kaydedilmiş olana tanıklık etmek değil midir aslında ? Yazılanlar üzerinde düşünmek ve onları içselleştirmek gayreti ile eşdeğer bir bağ değil midir burada söz edilen ? Yazılanlar okuyucu tarafından içselleştirildikçe Fazıl’ın kitabı, okuyucunun da kitabı olmaz mı bir anlamda ? Tıpkı mektuplar için söylediklerim gibi: “Yazma sürecinde yazarınındır mektup, ama zarflanıp postaya verildiği an artık sadece okuyucusunun.” Bu yüzden Fazıl’ın kitabı aslında “baskı sayısı x her baskıda ciltlenen kitap sayısı” niceliğinde okuyucuya ulaşmış ve bu basit matematik işleminin sonucunda ortaya çıkan rakam kerre içselleştirilmiş olmalıdır ( kitabı ödünç alarak okuyanları bu hesabın dışında tutuyorum).
Uçak Van’dan gelmiş, Ankara’dan yolcularını alıp İstanbul’a gidecek. Sadece beşte biri boş koltukların, onları da Ankara’dan binenler dolduruyor. Uçuş görevlisi koridorda bıkkın bir eda ile acil durum çıkışlarını gösteriyor; tekrarı İngilizce olan bu uyarılar silsilesi anlaşılması mümkün olmayan bir telaffuzla yapılıyor. Uçak çoktan kalkış pistine yöneldi bile; ön sırada oturan genç çiftin gürbüz ve sarışın bebeği, kucaktan kucağa dolaştırılıyor. Aklım Ankara’dan uzaklaşmaya hazır; dört haftadır ameliyatlı ön bacaklarını bir sincap gibi havaya kaldırarak, arka bacakları üzerinde duran ve boynuna geçirilen koruyucu yakalıkla ters çevrilmiş bir abajuru andıran Akide’yi de arkamda bırakarak, nasıl çözeceğimi bilemediğim sorunlar yumağına doğru havalanıyorum.
Artık Fazıl’ın cümlelerini okumaya başlayabilirim:
“ Ruhun dip noktasındaki yaşamın kıyısı
Arınmak...
Evrenin diğer ucuna bir çırpıda uçabilmek
Yaşamın uzun çizgisinde
Hür olmak...”
hk, 21.8.2009