14.12.11

kış günlüğü 1


13.Aralık.2011, dün ki gün: Akide'nin bana gelişinin üçüncü yıldönümü. Gerçi birlikte geçiremediğimiz günlerden biriydi, akşam olup da eve gelince şımartabildim oğulcuğumu, ama benimle olduğu için şükrettim bir kez daha.
Kışın ilk ayı saydığım Aralık, yılın sonuna araladığı kapısından görünenleri biz iyiye yormaya çalışırken hızla geçip gidiyor. Sıkıntılıyım kaç zamandır, çevremde fikri kötü, tavrı kötü insanlar varken huzurlu olmaya, mutsuzluğumu baskılamaya çalışmaktan yoruldum. Onlarsız bir yaşam istiyorum artık, onlara rağmen bir yaşam değil. Nasıl, ne zaman başaracağım bunu bir görebilsem, içim rahat edecek biraz.
Her sene yılbaşı yaklaşırken duyduğum heyecanı ve umudu hissedemediğimi farkettim; bu halime de ayrı üzülmekteyim ne yalan söyleyeyim..
Bunca mutsuzluğa, huzursuzluğa, sıkıntıya değer olan nedir? Bu sorunun cevabı da yok aslında.. Böyleyken yazmak da gelmiyor içimden, sessizlik en iyi yorgan, çektim üstüme bekliyorum: ama neyi?

hk, 14.12.2012

8.11.11

sonbahar günlüğü 5


8. Kasım.2011, Salı.  İzmir'deki hemşiremin doğumgünü.
Bir şiir, bir de kucağına sığmayacak büyüklükte bir kasımpatı demeti hayaliyle..

üç kez seni seviyorum diye uyandım
tuttum sonra çiçeklerin suyunu değiştirdim
bir bulut başını almış gidiyordu görüyordum.

sabahın bir yerinden düşmüş gibiydi yüzün.

sokağı balkonları yarım kalmış bir şiiri teptim
sıkıldım yemekler yaptım kendime otlar kuruttum
- Taflanım! diyordu bir ses duyuyordum.

Cumhuriyetin ilk günleri gibiydi yüzün.

kalktım sonra bir aşağı bir yukarı dolaştım
şiirler okudum şiirlerdeki yaşa geldim
karanfil sakız kokan soluğunu üstümde duydum.

eskitiyorum eskitiyorum kalıyor ne kadar güzel olduğun.

İlhan Berk, Deniz Eskisi

15.10.11

sonbahar günlüğü 4



  • Başka zamanlara paylaştıramadığım ve böyle olmasından makûl oranda mutluluk duyduğum yalnızlık hissiyle bir eve kapanmak; ve her ne olursa olsun, o dört duvarın dışına çıkmayı reddetmek.. Son yirmi yılın en belirgin ve değişmez durumu bu işte. Oysa benim bir işim, insanlarla sürekli iletişim kurmamı gerektiren bir mesleğim, konuşmamı / anlatmamı / açıklamalar yapmamı kaçınılmaz kılan bir görevim var. Buna rağmen susmayı, kimseleri görmemeyi, birlikte zaman geçirmek zorunda olduğum kalabalıktan uzaklaşmayı, bilmediğim yerlere gitmeyi, tanımadığım insanların arasında bir yabancı olmayı istiyorum hep.
  • Havanın soğumasını bekler ve sonbaharın gelişine sevinirken gelecek haftasonu Afrika kıtasına gidiyorum; bu yolculuğun beni heyecanlandırmasını beklemesin kimse; zira daha kalabalık, daha gürültülü, daha kapalı bir topluluğun içinde olacağım beş gün boyunca. Yegane sığınağım da bir otel odası.
  • Sabah yağmura hazırlanıyor görünüp beni kandıran gökyüzü güneşlendi. Çamaşırların temiz havada kurumasını ve yatağın gökyüzü kokusunu seviyorum. Dışarıyı içeriye almanın bir yolu da bu işte.
  • Henüz bitmemiş bir günün günlüğünü tutmaya kalkışmak da neden?, diye sordum kendime. Zira her zamanki gibi yazmaya mecbur olduğum, ancak yazmak istemediğim bir yazı var. Ondan kaçınmanın yollarını ararken, bir kaç dakika için bile olsa "ertelemenin gerekçelerini üretiyorum". Zaman, eski matbaalarda kullanılan döküm demir dev presler gibi, ama ne gariptir ki preslenen kitap da, presin kolunu çeviren ve kitabı sıkıştıran da benim.
Gece geldi, yağmur başladı. Asfaltın da bir fısıltısı var artık. Penceremi açtım, hayallerimi söndürdüm, gözlerimi kapadım.

hk, 15.10.2011

12.10.11

sonbahar günlüğü 3


  • Yağmurun sesi değildi duyduğum, yağmurla ıslanmış asfalttan hızla geçen tekeleklerin uğultusuydu. Kül rengi bir gökyüzü, lacivert bulutlar, henüz kapalı perdelerin arkasında bu kasvetli kentin sabah suratsızlığı işte.
  • Bu sabah ısıya dayanıklı yeni cam demliğimde (ki en çok beyaz porselen sapını ve cam akıtacağını seviyorum) "orange pekoe tea" demledim kendime; içini sıcak su ile doldurup, yıllar önce Berlin'den aldığım krem rengi seramik "tea light" ısıtıcının üstüne koydum demliği. Mum ışığında rengi demlendikçe amberden koyu karamele dönen çay büyülü bir parlaklıkla harelendi , sadece tadıyla değil, resmiyle de tam bir sabah şenliği olup çıktı.
  • Baş ağrım hafiflemiş, ama başımın içindeki gürültü devam ediyordu uyandığımda. Hani uzun bir tren, ya da uçak yolculuğunun ardından geçmek bilmeyen o tiz çınlama, ince uğultu gibi. Kendi kendime isimlendirmeye çalıştım, sonra da duymamak için radyoyu açtım. Acaba kendi karmakarışık düşüncelerimin sesini mi duyuyorum?, diye geçti aklımdan.
  • Sıradan ve sakin bir gündü, üretken değildim, pencereden dışarıya ne zaman baksam yağmur vardı. Çalışma masamın üstündeki kumaş şapkalı abajurun ılık ışığı yazmya davet etse de aldırmadım.
  • Gün bitti, gece de bitmek üzere, evin kedileri çoktan uyudular, sıra bende olmalı..
hk, 12.10.2011

11.10.11

sonbahar günlüğü 2.

Salzburg, Schloss Leopoldskron'un bahçesi, Ekim.2009


  • Tahmin ettiğim gibi oldu, günlük tutmayı yine beceremedim. Sıkıntılı bir eylem, zira ilkeli olmayı gerektiriyor ve ben sadece kendime karşı bile olsa, bir başka sorumluluğu daha yüklenmekten kaçınıyorum.
  • Bir gün için Ankara'dan uzaklaşmak, hiç gitmediğim bir şehirde konaklamak, bilmediğim izbe sokaklarda yürümek, fotoğraf çekmek ve durgun bir nehiri izlerken Türk kahvesi içmek: Sanki bir hafta uzak kalmış gibi döndüm bu kasvetli şehire, hiç özlemeden.
  • Son iki aydır birdenbire başlayan ve bir zaman sonra gözlerimden fışkırıyormuş gibi hissettiğim baş ağrısının nedenini öğrenmem gerekir değil mi? ; ama doktora gitmekten kaçınıyorum her zamanki gibi. Bana bedenimle ilgili olumsuz haberler verecek, tetkikler başlayacak, uğultulu cihazların içine girip çıkacağım, tüpler dolusu kanım alınacak, başka dertli insanlarla bekleme salonlarında bakışacağız, rapor sonuçlarını beklerken endişeleneceğim, ama yanımda kimse olmayacak; hastaneye her gidişimde acil yoğun bakım servisinde yatan babamın yüzü gelecek gözlerimin önüne, içim giderek daha çok daralacak, nefes alamaz olacağım..
  • Bugün fındık büyüklüğünde dolu yağdı Ankara'ya, ağaçların henüz sararmamış, yemyeşil yapraklarını da parçalayıp kopartarak. Yağmur gölcükler oluşturdu, toprak dolu misketleriyle kaplandı, su birikintilerinin üstü yemyeşil yapraklarla.. Biri otobüs durağındaki karton çöp kutusunun içinde ve diğeri de üstünde güneşlenerek uyuyan iki güzel tekir nereye sığınmışlardır, diye düşünüp durdum yağmuru izlerken.
  • Bu gece kedisiz bir uykuda karar kıldım; kapının dışında / olasılıkla koridorda yattıklarını tahmin etmek zor değil yine de. Uyurken bana sokulmayı, yanlarında ve burada olduğumu bilmeyi istiyorlar. Ama ben de bazı geceler pencereyi açmayı ve onları uyandırmaktan çekinmeden uyumayı istiyorum.
  • Uykum geldi, dört yudumluk sütüm var. Uysal ve evini seven bir kedi gibi uykuya dalıyorum.

hk, 11.10.2011

1.10.11

sonbahar günlüğü


Aslına bakarsanız hiç bir zaman günlük tutmayı beceremedim.. Sanırım yaşadığım her anı hatırlamak istemediğim, ya da çoğu zaman günün tortusunun zihnimde bıraktığı tadı sevmediğim için. Oysa ne zaman ciltli ve kurdelalı ( tercihen çizgisiz ) bir defter görsem, içine yazacağım binlerce cümleyi "o defteri" o güne dek bulamadığım için yazamamış hissine kapılır ve satın alırım. Bazılarının ilk bir kaç sayfası yazılmış ve sonra unutulmuş; diğerleri ise hiç kullanılmadan saklanmıştır. Oysa bir defterde biriktirilecek ne çok fikir, hayal, izlenim, gündüz düşü, dize, şiir geçer insanın içinden; gün onları üretir ve gökyüzüne saçar, farkedebildiği kadarını toplar zihin.

Sonbahar geldi. Ellerimin yaşlandığını ve giderek daha çok anneme benzediğimi farkettim. Erikli ve tarçınlı çay içiyorum, içinde tarçın olan her tat sonbahara yakışıyor ve kışı çağırıyor benim izlenimlerime göre. Ne zamandan beri böyle, hatırlamaya çalışıyorum: Sonbahar İstanbul'u çağrıştırıyor hep. Yıldız Parkı'nda sabah yürüyüşlerini, sararıp kızaran ağaç yapraklarını, küçük tahta köprüleri, yağmurların beslediği  küçük dereleri, nemli toprak kokusunu.. Bir de hep özlediğim öbür şehrin, hep özlediğim park yalnızlığını. Sarı'yı tek başına sevmediğim halde, koyu portakal, şarap kırmızısı ve nefti yeşille bir araya geldiğinde, bu karışımın içindeki yerinden hoşnutluğum da sonbaharın marifeti olmalı. Kahverengi her zaman en sevdiğim, hele kestane rengi.. İstanbul'da ( ve gariptir ki Ankara'da da) sonbaharın en üretken habercileri at kestanesi ağaçlarıdır benim için; annemle en büyük at kestanesini bulma yarışına girerek yürüdüğümüz Bostancı sokakları, Emin Ali Paşa'dan istasyona doğru giderken birbirimize göstererek topladığımız o parlak, henüz yağmur yüzü görmemiş, toprağa bulanmamış at kestanelerinin avuçlarımı, ceplerimi, çantamın gözlerini dolduran güzel kahverengisi.

Sonbahar geldiği için mutluyum. Elma mevsimi. Bostancı'daki dede evinde, gardrobun içinde annemin yünlü kumaştan, çağla yeşili ve kahverengi ekose tayyörü ile kızıl kahve pardesüsü asılı , beyaz sabun ve naftalin kokuyorlar oradaki diğer eşyalar gibi. Eylül'de birden serinleyen mevsimi karşılamak için tedbir. Bir de uzun saplı, koyu bej şemsiyesi. Paragrafın tam burasında işte, " Annemle birlikte İstanbul'da olmayı nasıl özledim", diyebilmeliyim. Bu cümleyi kurduğum ve O'nu düşündükçe kederlendiğim için de kimseler kızmamalı artık bana.

Bir sonbahar günlüğü tutacağım, 1.Ekim ile 1.Aralık.2011 arası. Ama dediğim gibi, yaşadıklarımdan ziyade,  içimden geçenler, izlenimler; kısa notlar, dizeler, anlık görüntüler halinde; hergün için de bir fotoğraf. Sessiz bekleyen defterlerimden birine, el yazımla ve dolmakalemle.

Sonbahar, ellerimin yaşlandığını ve Bostancı sokaklarında yalnız yürümek zorunda olduğumu bilir mi ki ?

hk, 1.10.2011

24.9.11

2006 - 2011 ya da "altıncı yıl, üçyüzyetmişikinci yazı"

"GECE ile BOYOZ", Kemal Beşgül

Altı yıl önce bugün bu deftere yazmaya başlarken aklımdan geçenleri  hatırlamaya çalıştım , oysa belleğim zayıftır benim. Unutmayı sevdiğimden belki de. Ya da unutmak istediklerimin anımsamaya değer bulduklarımdan nice oluşundan. Yaz bitiyor ve ben sonbaharın usul usul gelişini seyrediyorum. Bunaltmayan öğle vakitlerini, kestane ağaçlarının yapraklarındaki sararmayı, at kestanelerinin parlak kahverengileri ile yollara dökülmesini, yağmurları, pardesülü ve şemsiyeli günleri, çiçek tezgahlarındaki kasımpatıları, güneşin solgunlaşan ışığını seviyorum.  Önce geceleri serinliyor bu şehrin, sonra o serinlik sabahın erken saatlerine sürtünüyor uysal bir kedi gibi.

Uysal ve sokulgan ( ya da değil ) bir (ya da daha fazla)  kedi ile -süreli bir birlikteliğin farkında- ama yine de bunu düşünmemeye çalışarak yaşamak nasıldır öğrendim. O'nun benimle kalmaktan memnun, aramızdaki mesafeyi koruyarak ama hep göz göze gelebileceğimiz kadar yakın durarak birlikte yaşamaktan hoşnut olduğunu biliyorum artık. Geceleri yastığımın yanına kıvrılıp uyuyakaldığında rüyalarımızın birbirine karışacağını ve yataktaki yerini değiştirse de ben uyanmadan yanımdan asla gitmeyeceğini de biliyorum.

Bu deftere yazmaya başladığımda farklıydı hayat; tahmin edebileceğimden çok daha fazlasını deneyimledim geçen beş yıl içinde, acılanmanın hiç bitmediğini, sadece daha büyük bir ustalıkla gizlenebildiğini öğrendim; sabırla ve değiştiremediğim halleri kabullenerek büyük bunalımları atlatmayı becerebildiğimi, hatta bunu sadece kendim için değil, başkalarının iyiliğini de düşünerek yapabildiğimi farkettim.

O evdeyken ve benimle seyahat ederken ( tüm endişelenmelerime rağmen ) kendimi daha az yalnız hissettiğimi ve ikimiz konuşamıyor olsak da, pek çok insandan daha başarılı iletişim kurabildiğimizi anladım.

Aslında kendi kendime başedemeyeceğim hiç bir hal olmadığını, ancak arada sırada da olsa birilerinin beni düşünerek ve benim hayatımı kolaylaştırmak için çaba sarfetmesinden müthiş mutlu olabileceğime karar verdim. Üstelik başkaları için gereğinden fazla özveride bulunduğumu, kendi işimi gücümü bırakıp başkalarını mutlu etmek için sarfettiğim emek ve zamanın yarısını bile kendim için kullanmış olsaydım, daha az hırpalanarak yaşamış olabileceğimi anladım. Artık gerektiğinde sesimi yükseltebildiğimi ve istemediğim / hoşnut olmadığım durumlarda - hayır - diyebildiğimi biliyorum. Aklımı ve ruhumu huzursuz eden, beni üzen ve dikkatimi dağıtan kişi ve olaylardan uzak durmayı; belirsizliklere bir an önce son vermeyi, bekletilmeye izin vermeden yürüyüp gitmeyi de bu beş sene içinde öğrendim.

Sonbahar geldi yine. İkibinaltı yılından bu yana üçyüzyetmişbir kere yazmışım bu deftere, bu yazı üçyüzyetmişikinci olacak. "Yazdıklarımı okuyan olur mu?" merakına kapılmadım hiç, ama beni izleyen ( ve bunu kayıt altına alan ) kırkbir okuyucum olduğunu bilmek de hoşuma gitmiyor değil doğrusu. ( Bu defteri keşfettiğiniz ve okumaktan vazgeçmediğiniz için teşekkür ederim.)



Sonbaharın sakinleştiren ve insanı evcimenliğe çağıran bir dinginliği vardır, bana göre en güzel yazı mevsimidir. Yazının yazılacağı köşenin, o köşeye denk gelen duvara asılacak resimlerin, yazı yazılırken dinlenen müziğin, fincandan buharlanacak çay ya da kahve kokusunun, pencereden sızan ışığın, pencerenin içinde yapraklanan ev bitkilerinin ve yazı yazarken masanın üstüne atlayıp, gözlerini benden ayırmadan sessizce oturan ve bazen usulca uykuya dalan tekir kedinin yazılan ( yazılacak olan ) tüm cümlelerin kurgusunda, okuyucu tarafından anlaşılması imkansız bir etkisi vardır.

"Bir fincan yasemin çayı" ne güzel şiirdir.

Invitation for a cup of jasmin tea

Come in,
take off your sadness,
here you may be silent.

Reiner Kunze


Sonbahar nihayet. Artık sözcükleri demlemek zamanıdır.


hk, 24. Eylül.2011

17.8.11

Özlem

Chagall


Özlem, dilektir:
" Lütfen bu gece üşümesin - "
"Lütfen bu gece acılanmasın ---"
"Lütfen bu gece rahat uyusun -----"

O.Aruoba, Uzak

14.8.11

Oradakine 2.



oradakine II


Binaların arasından kurtulup daracık aralıklardan
geçerek karşıdaki büyük hastane yapısının camlarına
çarpıyor, solgunlaşıyor ama yine de pencerelerinde
durakladığı bu gönülsüz konuklara kendi evlerindeki
güneşli öğleden sonraları, çay sohbetlerini, komşu
gezmelerini, balkondan balkona seslenmeleri , sardunya
saksılarını, sığırcıkları ve serçeleri, sokaktaki
çocuk bağırtılarını, beyaz güneşliklerde kıpırdayıp
duran yasemin dalının gölgesini hatırlatıyor.

Bir hastane odasında yatmanın çekilmezliğini hem
geçmişe hem de başlangıcı belirsiz bir geleceğe
yapılan yolculukla zorluyor.

Güneş’in gökyüzündeki hallerini izlediğimi bilen de
kendi yaşanıp kapatılmış öğleden sonralarını düşürüyor
aklına, ya da işi gücü bırakıp pencerenin önüne
koşuyor işte…

hk.

ondokuzmartpazartesi, öğledensonra

Oradakine 1.



oradakine I.



Hadi git artık, dedi.

Giyin ve çık evinden, hadi depderin bir soluk al , ürkek olmayan
bir adım at, seni bekleyen diğerlerinin (senin için yavaş yavaş
meraklanmaya başlayanların) yanına yanaş...

Kapılarını aç, “ben geldim, buradayım”,de. “Beni
aradınız mı ben burada değilken ?”, diye sor. Sonra işte,
istersen yine tek başınalığına dön, kapını kapat,
ama kilitleme her zaman yaptığın gibi...

Dilediklerinde sana ulaşabilsinler, mutlaka bir nedeni
vardır sana gelmelerinin. Onları uzak tutma
kendinden, bunu hiç değilse –öğrencilerin ve sana kendilerinde
yer ayırmış arkadaşların- için yap...

Biliyorum, kapını kilitlemediğin zaman, konuşmak /
görmek istemediklerin de gelebilirler (geleceklerdir de),
ama başka türlü alamazsın birlikte olmak istediklerini içeri...
Ya onlardan da mahrum ol, ya da onlar için katlan diğerlerine.

Ne kadar gevezesin bugün,
ne kadar gevezesin,
burada dursam
sen susuversen / ben de kendi kendimle konuşmayı
sürdürsem, ne olurdu sanki...

ne kadar geveze
ve
ne kadar haklısın...

hk.

ondokuzmartpazartesi / öğleyebirdakikakala

İnsana kendinden başka yardım edecek yoktur, eminsiniz değil mi?



İnsana kendinden başka yardım edecek yoktur

böyle diyorum, kahvede bir arkadaşı beklerken.

böyle deyince, ötmeye başlıyor kafesteki kuşlar,

böyle deyince, üstümden çekiliyor sigara dumanı

aralanıyor yan masalardaki başlar,

böyle deyince, bir el siliyor pencere camını

sokakta bir kız okşuyor kardeşinin başını

kardeşinin sıfır numaraya vurulmuş başını,


böyle deyince, annem börek açıp kurabiyeler yapıyor

babam yerinden kalkıp bahçeye iniyor

kendinden önce götürerek sol bacağını

budamaya çalışıyor asma dallarını,

ve ben rahatlıyorum, ayağımın dibindeki köpek kadar.


Ali Cengizkan (Çocuk Ömrümüz, 1982)





Gecelerdir uykusuz, günlerdir yalınayak bir başağrısı gözlerimde dolaşan. "Ne olacak benim bu
halim?" sorusu yüreğime yakın bir kolye ucu; en çok kahverengi kazağımı seviyorum, kadife
pantalonlarımı ve elbette küçük adımlarla yürümeyi...
Sabahları hep aynı şarkıları dinliyorum üstelik; güzel bir ölünün ardından (onun için yazılmamış ama o'na adanmış) söylenen hüzün cümleleri; güne başlarken durgun ve biraz kederli olmak yakışıyor tenime.
Sonra onlar geliyorlar, gencecik yüzleri / yaşamın neye dair olduğunu merak etmeyen duruşlarıyla.
Bir nesnenin biçiminden, bir ömrün bilgeliğe benzer uzun cümlelerine atlıyorum hemen: Şaşkınlıkla dinliyorlar.
Öğleleri kilitliyorum kapımı, mektuplarımı okuyorum; müzik Bach da oluyor, Misia da. Bir bardak
çorba, bir elma, meyvaları yazı çağrıştıran yoğurt: Tanrı ne verdiyse işte, açlığım basılsın, başım
dönmesin yeter.


Öğleden sonralar köprüdür zaten akşama, ya duraksanır üstünde nehiri izlemek için; ya da hızlı
adımlarla uçarcasına geçilir.


Akşamları en cok evin kimsesizliğine dönmeyi seviyorum, kapıyı kapatınca, kimse'si oluyorum
duvarların, iç boşlukların, pencereler ketum:  İçerideki sesleri dışarıya fısıldamıyor. Eskiden ışıkları
açık  bırakırdım tüm  odalarda, şimdi olduğum  yerin en loş abajuru ile yetiniyorum.

Gece karanlıkta kendi haykırışlarını yutan bir canavar.

Ne annemin üstüme örttüğü ipek yorgan, ne babamin dilimlediği elmaların sulu lezzeti;
yalnızlığımı yeni doğmuş bir bebek gibi kucaklayıp, yatağın tam ortasına uzanıyorum.


"İnsana kendinden başka yardım edecek yoktur" yine de,  eminsiniz değil mi?


5.3.2003, hk

...

Sekiz sene olmuş ben bu yazıyı kaleme alalı. Bu gece uykudan kaçtım, o da benim peşime düşmedi. Masanın başında oturmuş eski defterleri kurcalarken, açık pencereden bir arı kuşu gelip, cümlelerin arasına daldı. Petunyaları seviyorlar, demişti verandada oturan adam, hatta onlara yemlik bile koymuş bu yüzden. Yemliğe ne koyuyorsun?, dedim. Şekerli su, diye cevap verdi. Arı kuşlarını izlemeyi seviyordu, geyikler de ortancalarını yemesinler istiyordu. Ağustos böcekleri başının içinde uğuldasalar da komşunun kedisini beslemeye giderken, " hemen gelirim, uyumazsanız bekleyin beni", diyordu.

Sekiz sene önce yazdıklarımı okurken, verandadaki adam yazımdaki eve girdi.  Evin düzenini bilmese de sessizce ve hiçbir eşyayı devirmeden yürüdü, kanepeye oturdu. Sehpanın üstündeki abajuru yaktım, beni görünce irkilmedi, ama varlığımdan memnun olup olmadığını da anlayamadım. Sustuk, söyleyecek bir şey olmadığından değildi susmamız; söylenebileceklerin niceliğindendi.

Yazının içinde olduğumuzun farkındaydık, bu bir rüya da değildi üstelik. Kanepenin tam karşısındaki duvarda el yazımdan okudu o cümleyi: " İnsana kendinden başka yardım edecek yoktur." Gözlerini kapattı, başını kanepenin sırt minderlerine yasladı. Uzandım, dizlerinin üzerinde duran uzun parmaklı, kemikli ellerinin hareketsizliğine dokundum. Sol elini iki avucumun arasında tutup, sıktım..

Arı kuşu cümlelerin arasında bulamadığı petunyaları aramak için pencereden dışarı uçtu. Küçüktü, iğne gibi bir gagası vardı, rengi yeşilimsiydi.

Eli elimden düşmesin diye yazmayacağım bu sabah.
Dolunay var, oysa iki saat sonra gün ağarır,serçeler gevezeliğe başlar.

Uyku ne ki, buradayım ben,
zira sekiz yıl sonra o anlatırken, kendi cümlelerimi dinliyorum.

hk, 14.8.2011







13.8.11

Özlem

Anneciğimle Erna Teyze'nin Graz'daki dağ evinde, 1989


"Eski fotoğraflara baktım, diyordu. Hani dijital olmayan, ince ince hesaplanarak / özenle / görüntünün net çıkması, kart üstündeki suretlerin tıpkı kendileri gibi görüntülenebilmesi için çaba harcanarak çekilen fotoğrafları kastederek söylüyordu bunu. Zarfların içinde biriktirilmiş eski fotoğrafları bulmuştu sanırım bir kutuda; orada olduklarından habersiz geçirdiği onca yıldan sonra, şimdi bir çoğunun nerede yaşadıklarını bilemediği insanların yıllar önceki suretlerine kavuşmuştu."
...

"Özlem, boş avuntuyu reddeden bilinçtir: ayrılışın acısını ılımlandırmaya çalışmadan, olduğu gibi yüklenen bilinç - ne kendini aldatmaya, ne başka bir şeyle acısını hafifletmeye, "teselli"ye yönelir: olduğu gibi kabullenir acıyı
- özlenen gitmiştir; şu anda yoktur; yarın da ne olacağı belirsizdir - pekâlâ, öyle olsun!...

Özlem katlanmasını bilen duygudur-
katlanabilen duygunun bilinci...

Özlem, katlanan bilinçtir.",   Oruç Aruoba (Uzak, 1995)

...

Gün gelip sadece fotoğraflarımızdan gülümseyeceğimizi düşündüm elimde olmadan. Annemin şimdi bana gülümsediği gibi. Yüzlerce kartın üstünde sabitlenmiş ama yine de renkleri, ışığı solacak bir surete dönüşeceğimin farkındayım. Bu farkındalık yüzünden belki de, artık objektifin çemberiyle gözgöze gelmek istemiyorum. Zira bu biteceğini, aynı kalmayacağını, değişeceğini bildiğim "o biricik an"ın izi olarak belgelenecek. Oysa belgeler suretin sahibi gidince nasıl can acıtır ve o acıya katlanmasını öğrenmek nasıl bir bilinç ister biliyorum.

Ve işte kimseleri "eski fotoğraflarım"daki mütebessim suretimle acılandırmak istemiyorum...

...

İnsan sevgisi düşer birçok yüzün peşine,
Benim sevgim yalnızca tek bir yüz bildi;
Yalnızca sana akıyor sevgim,
Ve hızlı nehrin önüne geçti.
Bu sevgi burada iyi dilegelmişse,
İnce yeşim altında alevlenmiş alev gibi
Sevgi pırıldamalı bu tümcelerimin içinde.

E.Pound, Canzoni 1911, Canzon II  ( Çev. Oruç Aruoba)

...

Sevdiklerim ne kadar uzakta artık / halâ ...

hk, 13.8.2011

12.8.11

As time goes by

http://youtu.be/k66caTwo40Q

Gece ile sabahı birleştiren yağmurun serinliği var bugün Ankara'da. Hava bulutlu / serin, ağaçlar yıkandı, gökyüzü hafifledi, insanlar nefes aldı derin derin. Dün gece caddeden ve karşı yokuştan akan sel gibi yağmur suyuna; fındık büyüklüğündeki yağmur tanelerinin sokak lambasının portakal renkli ışığını delik deşik eden şiddetine; bir anda parlayıp, geceyi gümüş bir ışıkla tamamen aydınlatan yıldırımlara, homurtulu gök gürültülerine rağmen karşı apartmanın 3. kat balkonunda yere serili kilimin üzerinde oynayan küçük oğlan içeri girmedi. Sadece arada bir heyecanla ve avaz avaz bağırarak içeri koştu, sonra yine küçük kiliminin üstündeki oyununa geri döndü.
Ben kollarımı pencere pervazına dayayıp, saçlarım / omuzlarım ve yüzümün ıslanmasına aldırmadan yağmuru izledim, bir de o oğlan çocuğunu.. Bryan Ferry - as time goes by- derken olup bitti bunlar, zamanın geçip gittiğini hissettim: Sürtünerek, tenimi gıdıklayarak, usulca, ılık bir dokunuşla geçip gidiverdi yine. Zamanı kedimin yerine koyup, kucağıma almak ve kalbinin atışlarını yavaşlatmak istedim. Yapamadım. Beceremeyeceğim işler arasına koydum bunu da.
...
you must remember this
a kiss is still a kiss
a sigh is still a sigh
the fundamental things apply
as time goes by
...
Pencereyi açık bırakıp, masamın başına dönünce gördüm ki gece gecikmiş epeyce, oysa D.C'de henüz akşamüzeri. Kahve içmeyi göze alamadım, sabahın erken ve kimsesiz saatlerine bıraktım fincanın sıcaklığını.
Gece uzasın, uyku kısalsın olabildiğince, sabahlar çok erken başlasın, herkes mışıl mışıl uyurken.

Sonra benim gecemin yağmur sağanağına O'nun çay kokusu karıştı. Başını kaldırınca geyiklerle, sincapları mı görüyordu bilemem, ama aynadaki suretinin artık gülümsemediğini farketmişti, sıkıntılıydı. Kalayım mı yanında?, diye sordum, çayından büyük bir yudum alıp, "kal", dedi. Konuşmaya başladık, zaman akıp kaçıverirken, ardına bile bakmadan giderken kurduk cümlelerimizi. Acıyorduk, ama ne birbirimize ne de kendimize, sadece zamanı böyle hoyratça harcayışımıza içerliyorduk..
...
you must remember this
a kiss is still a kiss
a sigh is still a sigh
the fundamental things apply
as time goes by
...
Onun da artık kullanamadığı, ama özlediği halleri sakladığı bir bellek deposu olduğunu öğrendim konuşurken. Deponun anahtarının nerede olduğunu bilmediğini, bu yüzden de o anahtarı kaybetmesinin imkansızlığını anlatıyordu. Belki henüz farketmemişti: Depolayan / hayatımızdan o halleri kaldırmaya mecbur olan kendimizdik, ama işte deponun kapısını bir başkası açacaktı. Zira depolarken hissedilen hayalkırıklığı ve yılgınlık, o hallersiz yaşamaya da alıştırıyordu insanı, ruhun içine yerleştirilmiş ufak bir algılayıcı mekanizma marifetiyle. Kişiyi depodan uzak tutmaya, belleğin o kuytu köşelerinde dolaşmaktan men etmeye yarayan bir direnç mekanizması. Bir kaç minik vidayla birbirine tutturulmuş beş çarklı bir mekanizma.

Bellek saklayıveriyor, derine / öteye / uzağa atıveriyor; böylece deponun tüm boşlukları çok istense de kullanılamayan duygular, jestler, hayaller, dileklerle tıka basa doluyor. Ta ki bütün o halleri geri çağıracak, onları paylaşmaya hazır ve değer biri çıkıp gelene dek. Deponun kapısına takılı asma kilidin çilingiri işte o!

Bunları anlattım ona, dinledi, çayını yudumladı, pencereden bulutsuz gökyüzüne ve ortancaları yemelerinden korktuğu geyiklere baktı. " Dışarıda hava çok güzel, ben yürümeye gidiyorum", dedi.
" Peki", dedim. Yeniden yağmurlu pencereme döndüm ben de.
...
you must remember this
a kiss is still a kiss
a sigh is still a sigh
the fundamental things apply
as time goes by
...
Işıksızdı evler, karşı balkondaki oğlan çocuğu çoktan yatağında; uzak mahallelerden yankılanan sahur davulunun sesi geldi, yağmur zamanı önüne katıp, dalga dalga aktı asfaltın üstünde.

O yürürken kendi kırlarında, ben uyudum.



hk, 12.8.2011

11.8.11

Ahtapotun kolları arasında..


Benim yazı serüvenimin başlangıcı artık var olmayan bir yazın grubudur ve sanal iletişim evreninde keşfiyle heyecanlandığım ender yerlerden biridir.

Yazmak için nedenini kendi yaratıveriyor yaşam, nedense hep çok sıkıntılı / yalnız / kederli zamanlarımda koyulmuştur benim mürekkebimin rengi: Türkuvazla başlayan cümleler, önce mora sonra kurum siyahına dönüşmüştür ( sadece, annemi kaybettiğimde öyle koyulmuştur ki mürekkebim, pıhtılaşıp dolmakalemin ucunu tıkamış, tek cümle yazamaz hale getirmiştir beni).. Hep bir ahtapotun kolları arasına düşmüş, suyun içine çekilir gibi hissederken yazmışımdır; hatta çok sonra okuduğumda kendi cümlelerimdeki acıyan akıla kendim de inanamamışımdır.

Bu yazıların büyük bir bölümü "oradakine" başlığı altında toplanır; "oradaki" ise tek bir kişiden ziyade okuyan herkestir.. Uzun zamandır aklımda "oradakine" yazılarını "bir fincan yasemin çayı"nda demlendirmek, sonra da resimleyip, kitap haline getirmek. Şimdi artık sıkıntıdan da çok sıkılırken başlıyorum ahtapot kollarının boynuma, kollarıma dolandığı o eski günlerin cümlelerini belleğin uç odalarından çıkarmaya.

"Neden şimdi ?", derseniz: Yakın zamanda yazıştığım üç dostumu da düşünerek atıyorum bu adımı, onlarla ( biri dışında) farklı ülke ve şehirlerde yaşıyoruz, oysa onlara daha yakın olmaya ihtiyacım var / sanırım onların da bana. Diyeceğim şimdilik üç kişinin "orada" olduğunu bilerek açıyorum bu eski defterimin kapağını, kimbilir okundukça artacaktır belki de bu sayı.

Zira "oradaki"ler, kendini "oradaki" gibi hisseden herkestir aslında, ki ben de "burada" iken onlar için "oradaki" değil miyim zaten?

Yine de bu -eski defterleri açma- kararımı üç kişiye ithaf ediyorum: biri İzmir'de, biri Washington D.C'de, biri Ankara'da yaşayan üç dostuma..

Gerisi söze ve okuyan gözlerin insafına kalmış.

hk, 11.8.2011

9.7.11

yirmisekiz* sabırlı okurum için müsveddesiz bir yazı

Eric Joisel'in origami grubu: "Lord of the Rings" (Gimli the Dwarf, Legolas the Elf, Aragon the Human Kind)


Lord of the Rings kitaplarını okuma teşebbüsümün üstünden çok sene geçti, karmaşık hikayeler, kimin kim olduğunu anımsayamadığım kalabalık kahramanlar tarafından yaşanılıp, anlatılınca aklım karışıyor; okurken yorulmayı sevmiyorum. Yine de tesadüfen bulduğum ve origami ustası Eric Joisel'in işi olan resimdeki roman kahramanları aklımı başımdan aldı; kağıdı ustalıkla katlamanın, bükmenin, kıvırmanın, hatta buruşturmanın cazibesine kapıldım. Hayal gücünün, yaratıcılığın, belleğin, parmakları kullanma becerisinin, sabır ve yetenekle bileşimi olan bu kağıttan heykelcikler, gündelik yaşamda tükettiğimiz, yırttığımız, öğütücüye gönderdiğimiz, top yapıp çöp sepetine fırlattığımız kağıtlara ne kadar yazık ettiğimizi düşündürdü bana. Sinema filmlerinde yazı masasının başına oturup, yazmayı beceremediği tek bir mektup için dünya kadar kağıdı ziyan eden; mektubu göndermeyi niyetlendiği kişiye nasıl hitab edeceğini bilemediği ( ya da kağıda yazmadan önce doğru hitabı seçmeyi beceremediği) için daha ilk satırda yüzünü -kirli, tiksindirici, ya da çok çirkin bir şey-e bakıyormuşcasına buruşturup, güzelim sayfayı asabiyetle parçalayan film karakterlerini oldum olası sevmeyişim de bu yüzdendir.
İlkokula giderken, ödevlerimizi yazdığımız tek çizgili defterlerimizin yanında mutlaka sarı yapraklı ve çizgisiz "müsvedde (karalama) defterleri"miz vardı. Kompozisyon biçiminde bir ödev hazırlanması gerektiğinde önce bu defterde düşünür taşınır, yazar çizer, ekler eksiltir, sonra ödev defterine (ya da dosya kağıdına) temize çekerdik. Ödev defterlerinden tek yaprak koparılmaz, hatta sayfaların köşeleri kıvrılmasın diye, yazılı sayfalar bir araya getirilip ataçla tutturulurdu.
Mektup yazacağım zaman ise saman kağıdına mektubun müsveddesini hazırlar, sonra altına tek çizgili dosya kağıdı yerleştirdiğim çizgisiz mektup kağıdına dolmakalemle geçirirdim. Hatırlamıyorum  taslak hazırlamadan mektup yazmaya ne zaman başladığımı..

İlk bilgisayarımı 1992 yılında edindiğimde en çok hoşuma giden, tüm düzeltmeleri hiç kağıt kullanmadan yapabilmek, boş yere hiç kağıt harcamamaktı. ( Lisans ve yüksek lisans tezlerini daktiloda yazmış biri olarak, doktora tezimi bilgisayarda yazmanın rahatlığı ve kolaylığını da unutmuyorum elbette.)


Şimdi dolmakalemle defterlere yazmanın, ya da el yazısı (müsveddesiz) mektuplarıma dönmenin mutluluğunu hiç bir yazma yöntemine değişmem. Diyebilirim ki "sarı saman kağıdından üretilmiş" 60 yapraklı karalama defterlerimin yerini yıllar sonra bilgisayar aldı; bu yüzden  "bir fincan yasemin çayı"ndaki yazılarımı, "köstekli takvim saati" denemelerimi ve "oradakine" serisini dolmakalemle ayrı ayrı defterlere el yazımla geçirmeliyim mutlaka.
Anneciğimin ilkokul, ortaokul ve lise defterlerini her okuyuşumda duyduğum tarifi imkânsız heyecan ve hüzünü, yazdıklarımı seven ve sevecek olan birileri de tatmalı günün birinde. 

Yazıyı, yazan elin değdiğini bildiğiniz bir defterden okumanın mutluluğu, sizin için örülmüş bir atkıya sarınmaya, yüzünüzü yün yumuşaklığına gömdüğünüzde her bir ilmeğe işlemiş parmak uçlarının dokunuşunu hissetmeye benzer zira.

hk, 9.7.2011

*Uğramadığım süreçte " bir fincan yasemin çayı"nı izleyenlerin / okuyanların sayısı yirmisekize ulaşmış, şaşırdım ve mutlu oldum.

8.7.11

kış bahara, bahar yaza dönerken...


Mart ayında yazmışım en son, kısacık, hem de bir dostumun cümleleriyle, sadece.

Uzun suskunluklar girebiliyor araya, yaşam olmadık meseleler / anlamsız kişiler / incir çekirdeğini doldurmayan dertlerle öyle yoruyor ki zaman zaman, ne yazmaya / ne düşünmeye / ne de heveslenmeye mecali kalıyor insanın. Binaların cephesini kaplayıp, sıvayı, tuğlayı, harcı yavaş yavaş kemiren sarmaşıklarınki gibi bir istila; ne zihniniz ne ruhunuz dinginleşebiliyor. Hele benim gibi - zor yazan biri - için, akıl almaz bir külfete dönüşüyor cümleleri kurmak. Sonra bir de " yazmaya değer bir hal, bir yer, bir mesele" bulamamak sıkıntısı; bu sıkıntının olmadığı, " ah bir yazsam" dediğim zamanlarda da o sarmaşık ve sırnaşık iç yorgunluğu.

Bu yazının resmi Kopenhag'daki Ulusal Müze'den ( 22-27. Mayıs arasında Kopenhag'da idim, katıldığım sempozyum bu müzede gerçekleştirildi ) Pek çok benzeri British Museum'da, Louvre Müzesi'nde ve kuşkusuz Kahire Ulusal Müzesi'nde de görülebilecek bir eski Mısır maketi. Ahşaptan yapılmış, boyanmış, Mısır'daki günlük yaşamı betimleyen bir sahne.. Neden bu yazıya eşlik ediyor ?, diye geçiyorsa aklınızdan, hemen söyleyeyim: Önceki akşam, uzun zaman önce sözünü verdiğim bir mektubu yazarken farkettim ki, ben ailemin bu dünyada anımsanmasını, bilinmesini sağlayabilecek son kişiyim. Ben de onlarla buluşunca onlardan bana kalan ne varsa, - beni çok iyi bilen ve tanıyan herkes için bile - herhangi bir eşyaya, mektuba, fotoğrafa dönüşecek; zira o nesnelerle, belgelerle ilgili öyküler de benimle birlikte dilsizleşecek.

Bir firavun akrabasının mezarında bulunmuş şu ahşaptan maketteki insan figürlerine ilham kaynağı olan insancıkların isimleri, hayatları, yaşları, aileleri, varlıkları artık ne kadar belirsiz ise, gün gelecek ( ki, bu günün gelmesi için yüzlerce yıl geçmesi de gerekmeyecek ) ailemin ve benim de isimlerimiz, öykülerimiz, izlerimiz soluklaşıp, giderek daha da silikleşecek ve çok geçmeden yeryüzünden tamamen yok olacak...

Bildiklerimi / anımsadıklarımı, öğrendiklerimi, ailemden bana miras bırakılıp da, henüz benim bile keşfetmeye vakit bulamadıklarımı belgelemek, yazmak, kitaplaştırmak isteğim bu yüzden diğer tüm sorumluluklarımı önemsiz kılıyor artık. Zira kişinin hayattaki öncelikleri, kendine biçtiği işler, konumlar; edindiği görevlerin önem sıraları değişiyor zamanla. Değişiklikleri reddetmek imkansız, onlara ayak uyduramamak ise sürmekte olan yaşamı mutsuz, sıkıntılı ve hatta dayanılmaz kılıyor.

Kimbilir belki de benim mesleğimin "koruma" olması bir raslantı değildi en başından beri. Bir hazırlıktı bugüne değin yaptıklarım, başardıklarım. Hatta - kalemimin kuvvetli olması da - bir tesadüf değil muhtemelen; toza toprağa karışmayacak denli değerli ve şimdilik sadece bana ait olan aile mirasının - benden sonra da var olabilmesi - için verilmiş yetenek ve beceriler hepsi.

Böyle düşününce iyi hissediyorum kendimi, iyi hissetmeyi özlediğim için olsa gerek sık sık bunları düşünüyorum.

hk, 8.7.2011

31.3.11

sabah için..


"Mürted'de oturduğumuz evin mutfağı, lojmanların açıklık ova tarafına bakar, karşıki dağlara kadar manzara bizimdi; gördüğümüz kadarıyla. Mevsimin uygun anını yakaladığında güneş bizim eve doğardı ve hatta ay da.


Bazı sabahlar uyandığımızda sis çökmüş karşıları görünmez olur, Ursula le Guin'in kitap sayfalarından birilerine satır satır yazılırdı. Tam da baharın bu vakitleri diye hatırlıyorum. Sis çökmüş ama belli ki ilerleyen saatlerde hava güzel olacak; öten kuşlardan havanın mahmurluğundan, telaşsız hazırlığından öyle anlaşılıyor olurdu. Uzaktan bir yerlerden gelen, tek tük çalan koyun çanı sesleri, büyücek bir koyun sürüsünün varlığını ağzından kaçırmış gibi yapıyordu; bilmem müzipliğinden bilmem sakınmazlığından. Yağmur küçük o zaman. Sis oturup durmaz ya, kalkacak ve sürüyü göreceğiz diye beklerken, sis oturduğu yerden boş kalkmaz, kalkarken koyun sürülerini de kucaklar götürürdü yukarı. Hiç bir sabah o sürüyü göremedik. Belki de sürü mürü yoktu; ama çanlar bizim için çalıyordu. Şimdi çalan bir çan sesi bile yok.", diye yazmış çok eski bir yazı dostum*.
Üstelik bu yazıyı bana "iyi sabahlar" demek için göndermiş.

Uzak kentlerde, birbirimizinkine benzemeyen hallerde / birbirimizin ne halde olduğunu bilmeden yaşıyoruz.
Ama bir sabah bir mektup çıkıp geliveriyor, ne mesafenin / ne birbirine benzemeyen hallerimizin önemi kalıyor. Kendim yazmış gibi hissettiğim ve çok sevdiğim bu metini "başımdan geçenler"e ekleyince, siz de sabahlarınızdan birinde okur ve mutlu olasınız istedim...


* T.Yener

hk, 31.Mart.2011

3.3.11

şimdilik...

Digiturk ile Google arasındaki anlaşmazlık nedeniyle erişimi engellenen "blogspot" adresim belirsiz bir süre için izlenemeyeceği için, geçici olarak http://acupofjasmintea.wordpress.com/ adresini kullanacağım.

Yasemin çayı demlikte, fincanlar yanyana dizildi bile..

hk, 3.3.2011

30.1.11

kar manzaralı bir yazı


Ocak bitmeden bir yazı yazmalıydım, ama kar da yağmalıydı ben başımı kaldırıp pencereden dışarı baktığımda. Yine bir Pazar sabahı, dışarıda hiç durmaksızın kar yağıyor, Akide pencerenin önündeki masanın üzerine uzanmış muhabbet kuşlarını izliyor, Mozart'ın piyano konçertolarını dinliyoruz, dışarıda mutlak sessizlik.
Sabaha karşı gördüğüm rüya aklımda hala: İzmir'deki babaevinde, kendi yatak odamdayım, yaşlanmışım iyice.. "Ben", diyorum, "bütün ömrüm boyunca bu eşyaları kullandım, bu odada iken kaç yaşında olduğumu hatırlamıyorum, şimdi 17 miyim, yoksa 77 mi? Ne farkeder, buradaydım hep, başka bir yere gitmek de istemiyorum." Uyanmadan hemen önce gördüğüm bu rüya garip bir hüzünle başlattı sabahı, erkendi henüz, bir an önce kalkmak, kendime sütlü bir kahve hazırlamak ve herkes uykuda iken okumak ve yazmak istedim.

Eşyaların sahiplerinden çok daha uzun yaşamalarına takılıp kaldı aklım, her ne kadar mesleğim böyle eşyaları korumak, onarmak olsa da, bu hal başa gelince farklı bir duygusallığa kapılmamak elde değil. Annem ne kadar rahat hissetmiştir kendini bu konuda, benim onun ve babamın sahip olduğu her eşyayı özenle saklayacağımı ve koruyacağımı bildiği için gözü arkada kalmamıştır. Gel gelelim ben bu konuda müthiş huzursuz ve endişeliyim. Benim ardımdan böyle hissedecek, bu "koruyuculuk" vazifesini severek ve isteyerek üstlenecek kimsem yok zira. Eşyaların öykülerini bilen sadece benim, onları sahipleri kullanırken gören ve seven, onlarla ilgili anıları olan, onlardaki yıpranma izlerinin değerini bilen tek kişi.

Zehirli ve yorucu bir endişe bu, kendi kendime "henüz zamanın var karar vermek, çare bulmak için" diye yinelesem de, hiç rahat değil içim. Aklıma antikacı dükkanlarında satılığa çıkarılmış eşyalar, sahaflarda sergilenen aile fotoğraf albümleri geldikçe ürperiyor, telaşa kapılıyorum..
Annemin piyanosu, dede evinden gelip evimizin atan kalbi olan duvar saati, annemin teneke dikiş kutusu ve çocukluğumdan itibaren tüm giysilerimi diktiği dikiş makinesi, her bayramda içine lokum yerleştirme görevi benim olan filiz yeşili şekerlik, piyanonun üstünde duran metronom, ilkokula gittiğim yıllarda kullandığı ve daima hayranlık duyduğum siyah rugan çantası, dolmakalemi, Rıfat dedemin annemle babama ilk evlenme yıldönümü hediyesi olarak verdiği yağlı boya tablo... Bu listeye ekleyeceğim yüzlerce nesnenin hikayesi ile birlikte anılacak ayrıntılı bir envanterini çıkarmak bile ne kadar sürer kimbilir.

Pencerede durmadan yağan kar manzarası, tüm dikkatini yem yiyen kuşlara vermiş ve avcılık iç güdüsüyle evcillik arasında kararsız Akide, az önce sonlanan piyano konçertosunun ardından gelen müthiş sessizlik.

"Ocak 2011'in ilk ve son yazısını karlı bir Ankara sabahında yazmıştım", diyebileceğim artık.

hk, 30.Ocak.2011

baharın işaretleri

Kimsesiz fotograflar albümü