46. Doğumgünüm ve bu satırbaşını sevmediğim Ankara'dan uzakta geçirmek istediğim için İzmir'deki aile evine geldim. Herşey hep olduğu gibi, ama hiçbirşey eskisi gibi değil.
Keşke duvarların, eşyaların, nesnelerin ve fotoğrafların hasreti çekilen ve yeniden yaşanmak istenen anıları kaydeden bir belleği olsa da, onlara yaslandığımız / onlara dokunduğumuz zaman birer birer dillenip, anlatıverseler... Bu sabah salon sessizdi, yemek masasının üstünde çiçekler, babacığımın hazırladığı kahvaltı sofrası, hediye paketleri ve her zaman en güzeli seçilen pastam yoktu. Ne kucaklaşmalar, ne anneciğimin o içi içine sığmayan coşkusu, ne öpücükler, ne konuşmalar, ne sıcak simitlerin, ne demli çayın kokusu; sadece dede evinden gelen duvar saatinin ağırbaşlı tik takları...
Bu sene kendime verdiğim doğumgünü hediyesi, aile evimde o harika anıları hayal ederek sessizce oturmak ve düşünmek.
Aslında her doğumgünü ömrün noktalanacağı o bilinmez güne doğru bir adım değil midir? Ve bu neden korkulacak, çekinilecek, üzülünecek bir yürüyüş olsun... Bu farkındalıkla yaşamak hem hasretini çektiğimiz sevdiklerimizin yokluğuna en büyük teselli ve hem de bu hayatın değerini bilmek ve hakkını vermek için esaslı bir uyarı bence.
İyi ki doğmuşum ve anneciğimle babacığımı varlığımla mutlu edebilmişim...
hk, 15.11.2009