5.1.07

Şair atkıları...

Şair Atkıları (bilirim çok uzun görünmektedir bu yazı, ama bana güveniniz, tereddüt etmeyiniz, sabır ile son sözcüğüne dek okuyunuz, gülümseteceğime söz veriyorum)

“Şiirli Bilgiler Ansiklopedisi”nin (yoksa resimli miydi?) A harfini açtım, sayfalar elimden boşalıverirken sağ üst köşedeki küçük sözcüğü yakaladım, ATKI; açıklamanın başlangıcında ise, parantez içinde ŞAİR ATKISI, diyor: “ Farklı uzunluklarda, değişik kalınlıkta yün iplikten örülmüş, genellikle koyu renkli olup, şair taifesinin pek severek kullandığı; işlevselliğinden çok boyunları sarışına yüklenen anlam için vazgeçilmez sayılan aksesuar.”

“Şair atkıları”na ilişkin gözlemlerimi yazmanın zamanı gelmiştir, dedim kendi kendime:

- Şair atkılarının kökeninde antik dönem gezgin ozanlarının olduğu biliniyor. Eski Yunan’da yazın pamuklu, kışın yünlü bir khimation (hafif giysi); çok soğuk kış günlerinde de bu temel giysinin üzerine bir himation (manto) sarınan ozanların, bu giysinin bir ucunu omuzlarının üzerinden arkaya savurarak soğuktan korunmaya çalıştıkları bir sır değil. Sözlü anlatıma dayalı sanatlarının, gezip dolaştıkları her yerde güzel ve etkili konuşmayı gerektirdiği, hatta içeriği ne olursa olsun, söylediklerinin dinleyiciler üzerinde “şiirsel” bir etki yaratması koşulu, gezgin ozanların “gür ve tatlı sesli” olmasını başarılarının teminatı haline getiriyor. Böyle iken, bir taraftan sesini korumak isteyen, diğer yandan da üşütmeyip yeni yolculuklara çıkmayı hayal eden yoksul ozanların tek çaresi “himation”un ucunu daha bir kuvvetle çekiştirip, boyunlarına sarmak olmalıydı elbette.

- Antik ozanlarla başlayan bu geleneğin yüzyıllar boyu devam ettiği ise bir gerçek; öyle ki, giysilerin dikişli ve çok parçalı aksesuarlara dönüştüğü, örtünmekten ziyade örtünürken “hoş ve etkileyici görünmek” kaygısının da ağırlık kazandığı Ortaçağ’da “Troubadour” geleneğinin temsilcisi olan yetenekli gezginlerin, müzik aletleri çalmak / şarkı söylemek / tek kişilik kısa oyunlar sergilemek / şiirler ve tiradlar okumak ile kazandıkları yaşamlarında “sesleri” yine ekmek paralarının garantisi olmuş. Hatta, gösterileri bittiğinde uyumalarına izin verilen samanlıklara giderken, ya da yaz gecelerinde kırları kendilerine yatak odası yaparken, boyunlarına doladıkları atkılarını katlayıp, yastık olarak kullandıkları da bilinmekte. Öyle ya, gezginin yükü hafif olmalı ki, yürüyeceği yollar çabuk ve hızlı aşılsın / konaklayacağı kentler çoğalsın...

- Antik çağdan Ortaçağ’a dek süregelen bu “sanatçı atkıları” geleneğini modern dünyanın yaşam iklimine yerleştiren en önemli “sanatçı grubu” ise şairler gibi görünmektedir. Zira onlar, kendilerinden önce bu aksesuarı kullanan öncülerinin yolundan gitmeye kararlıdırlar, ama işte yine de şaşılacak bir biçimde, aslında onlar artık “sözlü anlatım geleneği”ni devam ettirmek zorunda değillerdir. Ne gezgindirler, ne şarkı söylemek zorundadırlar, ne çıplak sesleriyle kalabalıklara okumaktadırlar şiirlerini (dinletilerde ses niteliği ve düzeyi ayarlanabilir mikrofonlar vardır artık), ne de samanlık ve kırlarda uyumak için yastık yapmaya ihtiyaçları vardır atkılarını... Ama yine de, modern çağın “şairleri” (ressamları, heykeltraşları, film yönetmenleri ve oyuncuları, fotoğraf sanatçıları, yazarları kadar) düşkün ve tutkundur atkılarına. (...oysa ressam ve heykeltraşların atölyeleri soğuktur genellikle; film yönetmenleri ile oyuncularının film setleri, dışarı çekimleri de öyle; fotoğraf sanatçıları dışarıklıdır iyiden iyiye; bu yüzden onların sonbaharın ilk günlerinden ilkbahara dek atkılarını yanlarından ayırmamaları anlaşılabilir bir durumdur... müzisyenleri, şarkı yorumcularını, opera ve tiyatro sanatçılarını bu aksesuarın en doğal kullanıcıları sayıyorum zaten)

Ama şairler yok mu şairler, onlar neredeyse dört mevsim, kolları / bacakları / kulak ve burunları kadar “organlaşmış atkıları” ile dolaşırlar. Üstelik bu atkıların niteliği de kullanıcısı olan şairin acemiliğine, ustalığına, varsıllığına, yoksulluğuna, evsizliğine, “bohem” üslubunun derecesine göre değişir:

· Uzun atkılar kullanır şiire yeni başlayan, genellikle haraşo ya da yalancı Selanik örgü tercih edilir; zira bunlar atkıyı kalınlaştıran, adeta bir kürk etol gibi ısıtan örgü çeşitleridir.

· Atkının uzunluğu kuşkusuz şairin boyu ile kafiyelidir. Ancak, şairin boyuna göre örülmüş atkılar (babaevinde yaşayan şairler için, anneler, kızkardeşler, ablalar tarafından üretildiğinden) pek nadidedir; ailesinden uzak olanlar için ise, ilk sevgililer (ve sonra giderek sevgili değiştirme sıklığı ile orantılı bir “atkı koleksiyonu” oluşturacak biçimde diğerleri) bu “kutsal görev”i üstlenir.

· Uzun atkılar kışın boyunun çevresinde bir kez döndürüldükten sonra, iki ucu simetrik olarak omuzlardan yere doğru ve ayak bileklerine değecek gibi sarkar. Yer çekimine uyan atkının püskülleri de uzundur, en az yarım yumak yün harcanması gerekir.

· Şairin varsıllığı arttıkça bu atkının anlamını güçlendirecek pardesü ve paltolarla tamamlanır giyim. Uzun ve eteklerinde kurumuş çamur lekeleri olan giysilerdir bunlar; koyu renkler, özellikle de siyah veya duman rengi tercih edilir.

· Şair atkılarının renkleri ise, şairin başlangıçta (ilk atkıda) üzerinde durmadığı, sonraları giderek hassaslaştığı bir konudur. Kendi “poetikası”na, “poetikasının sorunsalı”na en yakışan rengi bulmak pek de kolay değildir. Gerçi şairlerin “yüncü dükkanları”nda dolaştığı pek görülmemiştir ama, özellikle ısmarlama atkılar için yün seçiminde kılı kırk yardıkları, uykusuz kalmasalar da, “o bir dizeyi arar” gibi umarsızlıkla bocaladıkları vakîdir; bu konuda yardımlarına yetişen yine kadınlar olur: Şaire en yakışan rengi, gözlerinin içine çok hüzünlü bir bakışla saplanarak söyleyiverirler (bu yüzden şairlerin çoğu, aslında sevgililerinin, ya da annelerinin evde artık kalmış yünlerden, ya da artık istenmeyen bir bluzun sökülüp yıkanmış ipliğinden örülmüş atkılar kullandıklarını hiç bilmezler.)

· Şairlerin isimleri duyuldukça, şiirleri dergilerde boy göstermeye, kafelerin ve barların o dumana ve sese boğulmuş kalabalığında dizeleri gezinmeye, hatta adları birkaç şiir yarışmasıyla anılmaya başlayınca “atkılar”a da daha bir çeki düzen verilir, salaş ve serseri ruhun yaşama aldırmaz gibi görünen savrukluğu toparlanır; atkı, yerleri süpürmekten alıkonulur.

· Ve ilk kitap: Atkı boyunun kısalması, ama öyle tedrici olarak filan değil, birdenbire; sanki 80 C’de yıkanmış ve bir anda 3 m’den 0.80 m’ye küçülüvermiş gibi, söz konusudur. Kitaptan alınan ilk telif ücretinin cüz-i bir miktarı ile tercihen makinada dokunmuş, yumuşak, hafif tüylü bir atkı satın alınır; bu bir sınıf atlama belirtisidir, atkının boyuna bir kez sarılıp, bir ucunun arkada kalması tercih edilir.

Ama işte yine de, kimi şairler kaç kitapları yayınlanırsa yayınlansın şiirdeki ilk günlerine duydukları bağlılıkla, o günlerin yoksulluğunu, sahipsizliğini, tutunma gayretlerini, Birinci sigaraları ve kötü şaraplarını belleklerinden silmeden, belki daha yumuşak / daha albenili, ama alabildiğine uzun atkılarıyla görünmeye devam ederler.

Ben görebildiklerimi anlattım, ki gökten üç yeşil elma düştü: Biri şairleri anlatıp, “şair atkıları”nı yazmayı aklıma koyana; biri “Attila İlhan’ın ’un atkısı”nı yazıp, bilmeden de olsa “bu yazının zamanıdır”, diyene; üçüncü elmayı ise o güzel elleriyle soyup bana yedirecek olan’a sakladım.


hk, 24.3.2004

Hazır mısınız?

Ankara'da kar yağıyor. Yılbaşı vitrinlerindeki süsler, Noel Baba figürleri, hediye paketleri, yanıp sönen rengarenk ışıklar, köpükten kar tanecikleri yavaş yavaş ortadan kalkıyor; böylece sıradanlığın ve tek düzeliğin huzuru mu, yoksa sıkıntıyı mı çağrıştırdığı tam olarak anlaşılamayan görüntüleri geri geliyor. Hazır mısınız ?

Yaşlanmakla ilgili bir hal olmalı: Yılbaşları ve doğumgünleri giderek daha az coşkuyla geliyor ve beklentisiz başlangıçlar yapmak artık eskisi kadar mutsuz etmiyor beni.

Guguklu saatimi kurgusuz bırakmayacağım bu sene.

hk, 5.I.2007


4.1.07

şekerkız Candy ile yeni bir yıl...




Birbirinin eşi iki "şeker kız", kimbilir hangi Çinli oyuncak işçisinin elinden çıkmış... Kimbilir onlarla aynı gülümseyen kaç portakal saçlı bebek var dünya yüzünde ve kimbilir onlar hangi evlerde... Onlar gibi gözlerini kapatıp / uzun kirpiklerinin plastik yanaklarına düşürdüğü gölgelerle sahiplerinin "bebek oyunları ile ilgili bellekleri"nde yer etmeye başlamış kaç "şeker kız" sattı oyuncakçılar bu yılbaşında kimbilir...


Fotoğraftaki bebeklerden biri bende, diğeri ise "şeker çantalar"ın yaratıcısı Banu Özer Eren'de şimdi. Zira ilk görüşümde aklıma 1970'li yıllarda annemle birlikte izlediğim "şekerkız Candy" çizgi filminin kahramanını getiren bu bebeği, yaratıcılığı, el becerisi, tekstil tasarım bilgisi yanısıra "şakacılığını, ayrıntılara gösterdiği özeni, duygusallığını, aklını" o her biri "biricik" çantalarına yansıtan kişiye armağan etmekle, içinde tatlı bir çelişki olan güleryüzlü bir im koymak istedim 2007'ye.

Banu Özer Eren, her çantadan sadece bir tanecik tasarlayıp üretiyor (biricik, demem bu yüzden); benim ona verdiğim portakal rengi yün saçlı bebeklerden ise binlerce olmalı. Ama işte o bebek de "Banu'nun şeker bebeği" olmakla artık diğerlerinden ve hatta benimkinden bile farklı.

İşin bir başka "şeker yanı" ise, turuncunun en sevdiği renk olduğunu bilmeden ama her nasılsa "portakal saçlı şekerkız"ı seçmem. Bu tesadüf beni daha da mutlu etti.


Yeni yıl için dileklerle noktalayacağım bu sabah kaçamağını: Sağlıklı, bereketli, yağmurlu, güneşli, bulutlu, serçeli, kumrulu, ada vapurlu, karlı, umutlu, mektuplu, iyi haberli, neş'eli, kırlangıçlı, güvercinli, karanfilli, kurabiyeleri üzümlü, yastıkları yumuşak, resimli, keyifleri kahveli, çayları limonlu, sohbetleri tatlı, dostları nice, günleri verimli, sardunyalı, menekşeli, geceleri evcimen, uykuları düşlü, sınavları kolay, tatilleri uzun, yorgunlukları tatlı, yolculukları kazasız, sevdası coşkulu, kederleri geçici, şansı açık, özlemleri hüzünsüz, mutlu bir yıl olsun 2007...


hk, 4.1.2007



baharın işaretleri

Kimsesiz fotograflar albümü