durağan haller'e dair...
Odalar arasında mükemmel bir sessizlik... küs gibiler birbirlerine.
Her biri kendi suskunluk, aydınlık ve gölgeleri içinde halinden memnun.
Pencereler açılana dek, sonra dışarıklı gürültüler içeri doluşup birikiyor; odalar ortak bir dilde kendi boşlukları, duvarları, eşyaları ile söyleşmeye başlıyorlar.
Ev içinde değişmeyen yerleri mi onları böyle sakin ve dingin yapan;
yoksa nesnelerinin dilsiz taklidi yapan duruşları mı?
Rüzgârlanan perdeyle japon feneri ve bir de saatin sarkacı devingen...
hatta onlar da halkalarla kornişe, kordonla tavana ve minik bir vidayla saate bağlı,
sözde özgürlük..
Zaten hepsi üç oda.
Biri herşey için,
biri yatağın krallığı,
üçüncüsü konuklarını özlüyor.
Onları biribirine bağlayan bir de dar, kısa koridor;
o da bir oda aslında: Yürümek, bir an önce katedilmek ve diğerlerine /
diğer bir odadakine ulaşmak için; hepsine göre en çalışkan.
Odalar mı eşyalarına alışık,
yoksa onları odalara yakıştıran mı? ... her ikisi de belki.
Çünkü bir eksilme ya da değişiklik odayı başkalaştırıyor.
Saati sol koldan sağ kola geçirmek gibi;
odanın yaşantısı yenilenince, önce eski alışkanlığı yineleyip, şaşırarak, tedirgin...
derken kabullenerek tutuk yeni adımlar.
Her oda, kapısı kapanınca bir kutu aslında.
İçindeki nesneler kadar, orada yaşananları da saklayıp koruyan,
geçmişe ait ve belleğin tutabildiğince hayal, hayalet ve an ile tıkabasa dolu.
Kişisel anımsama işaretleri için bir kumbara.
hk, 1.06.2003
Aklımdan, başımdan, içimden geçenleri; hatırladıklarımı, unutmak istemediklerimi, hasretini çektiklerimi, izlenimlerimi yazıyorum..
30.9.06
"Eymir'de sonbahar"
Eymir'in kıyısında yürürken, sazlara ve sazların sınırladığı durgun, serin, ağır suyun karayı ayırıp bölen sakinliğine alışıyorum. Hep aynı manzara, hep aynı yürüyüş içinde, hep aynı saatte kalabilmeyi istiyorum; kimi anlar geçilmeyecek denli huzurlu zira.
Yürüyüş uzun olduğunda, taze demlenmiş çay ve peynirli sigara böreği ile küçük bir akşam kahvaltısı yapmak güzeldir daima. Göle yakın oturunca, su yılanları / kurbağalar / balık yavruları / gölgeler / su kıpırtıları / su halkaları / çürümüş bitkileri izleyerek suskunlaşabilirim. İki bardaktan fazla çay içemeyeceğimi, sigara böreklerini paylaşacağımızı ve beşinci böreğin ikiye bölüneceğini, kollarımı masaya yaslayıp / düşüncelerimin kendini yineleyen ısrarından kaçamayacağımı biliyorum.
Eymir'de sonbaharı özledim, sonbaharı özledim,
sigara böreği sarıp çay demleyeyim en iyisi...
Müzeyi yalnız gezmek...
İSTANBUL LALESİ
Çok uzun zaman önce gibi geliyor, oysa sadece ilk bahardı.
Lalelerin kıyısından yürüyüp geçtiğim bir öğleden sonra, müzenin Karaköy rıhtımına bakan büyük pencerelerinden denizi seyretmeye doyamamıştım.
Bir müzenin mağazasında kaç kez kararsız dolaştığımı düşünüyorum şimdi, hep güzel "şeyler" vardır orada; hep yalnız gezilmiştir müze, hep "biri" yanınızda olsun, hayretle izlediğiniz / beğendiğiniz / hayran kaldığınız eserleri görsün, onun da onlara dair anıları / izlenimleri olsun istersiniz. Sonra da bu "yalnızlığı" hafifletmek, kendinizi teselli etmek ve bu geziyi öykülerken yanınızda "ona" verecek delilleriniz / "onda" kalacak ve "ah keşke ben de seninle olsaydım" dedirtecek "şeyler" bulmak için çırpınırsınız.
Oysa, müzeyi kendi adımları / kendi gözleri ile gezenin belleğindeki
"özgün yapıt"la karşılaşma coşkusu eksiktir hep; replika aslının heyecanını veremeyecek kadar
yapmacık ve sıradandır zira.
Nasıl lalelerin karşısında durup, renklerini şeffaflaştıran öğle güneşinin sıcaklığını hissetmek olası değilse bu fotoğrafla, müze ziyaretinin ardından özenle seçilen bir hediye de, aslının varlığını ve hala orada olduğunu anımsatmaktan öteye gidemez. Ta ki, müzeyi kendi yorgun ayakları ve meraklı gözleri ile dolaşıp, yıllardır masanın üstünde duran o replikanın aslı ile karşılaşana dek...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)