Pazar sabahı, 05.28’den beri uyanığım: Gün ağarmadan uyanmanın mutluluğunu özlemişim. Aslında Akide ayak ucumda uyurken kalkıp, o küçücük ayakları yorgana gömülerek üstümde yürümeseydi ve sonra da tam göğsümün üstüne kıvrılıp, yeniden keyif uykusuna dalmasaydı, muhtemelen böyle erken kalkmayacaktım. Sonra o rüyasında gördüğü hamsili paparasını yemeğe gitti, ben de karanlıkta kendimi yeniden uyumaya zorlamadım. Sütlü kahvemi alıp bilgisayarımın başına oturdum ve posta kutumun içinden çıkanları okuyup, hüzünlendim. “Anonim” yazılar hiç tanımadığım göndericilerin posta kutuları arasında dolaşırken, yolları bana da düşüyor elbette. İşte herkesin uykuda olduğu bir Pazar sabahı, henüz neredeyse karanlık, yağmurlu, kasvetli, apartman cepheleri ile duvarlanmış bir pencere manzarasının uzak bir parçası olan semt camisinden gelen ezan sesi eşliğinde okuduğum yazı:
“
Akşam annemle babam televizyon seyrediyorlardı.
Annem, 'Geç oldu,' dedi, 'zaten yorgunum, ben yatıyorum.'
Kalktı, mutfağa gitti.
Çerez-meyve tabaklarını çalkaladı kaldırdı.
Sabaha hazır olsun diye çaydanlığı doldurdu, demliğe çay koydu.
Şekerliğe baktı, dibinde az kalmış, üstüne ekledi.
Kahvaltı için buzluktan ekmek çıkardı, akşam yemeği için çözülsün diye de eti aşağıya koydu.
Kahvaltı masasını hazırlamak için masanın üstündekileri topladı.
Telefonu şarja koydu, telefon defterini kapatıp yerine koydu.
Sonra çamaşır makinesinden ıslak çamaşırları çıkarıp astı ve makineyi tekrar doldurdu.
Banyodaki çöp sepetini boşalttı.
Islak bir havluyu kurusun diye duş perdesinin borusuna astı.
Bir gömlek ütüledi, kopuk düğmesini dikti.Çiçekleri suladı.
Esneyerek gerindi ve yatak odasının yolunu tuttu.
Çalışma masasının yanından geçerken durdu, öğretmene tezkere yazdı, okul gezisi için para sayıp ayırdı,
eğildi, sandalyenin altına girmiş ders kitabını aldı, masanın üstüne koydu.
Kek tarifleri defterini çıkardı,arkadaşına söz verdiği tarifi bir kağıda yazdı, çantasına koydu.
Bakkaldan alınacakları not etti, notu da çantasına koydu.
Sonra gitti, 3'ü 1 arada temizleme losyonuyla yüzünü yıkadı,dişlerini fırçaladı.
Gece kremini ve kırışık önleyici nemlendiricisini sürdü.
Tırnaklarına baktı, törpüledi.
İçeriden 'sen yatmaya gitmemiş mıydın' diye seslenen babama 'şimdi gidiyorum' deyip köpeğin su kabını doldurdu.
Kapıları pencereleri kontrol etti, holdeki lambayı yaktı.
Kardeşimin odasına gitti, oğlan uyumuş, lambasını söndürdü, bilgisayarını kapattı,
gömleğini astı, yerdeki kirli çorapları toplayıp sepete attı.
Bana geldi, 'haydi yat artık, biraz da yarın çalışırsın,' dedi.
Kendi odasına gitti, saati kurdu, ertesi gün giyeceklerini hazırladı.
6 maddelik acil işler listesine 3 madde daha ekledi.
Kendi kendine iyi geceler diledi, hayallerinin gerçekleştiğini gözünün önüne getirdi.
İşte o sırada babam televizyonu kapattı, ortaya öylece bir 'ben yatıyorum' dedi ve gitti yattı.
Sizce bu işte bir gariplik yok mu? ”Daha ilk cümlesinde gözlerim doldu, başı ve patileri sol kolumun üzerine yaslanmış sabahın üçüncü şekerlemesini yapan Akide’nin tüyleri arasında kayboldu gözyaşlarım. Yazının cümleleri birbirine eklenip, metinde anlatılanlar gözlerimin önünde canlanırken, yazarın annesini değil de, kendi anneciğimi izliyordum ben. Anneannemin kalın pazenden yapılmış, koyu lacivert üzerine beyaz ve uçuk mavi çiçekli sabahlığı vardı üstünde, ayaklarında pamuklu çoraplar ve mavi terlikleri. “yatmaya giderken” evin içinde sessiz adımlarla dolaşması, ertesi gün için planladığı işler için bitip tükenmez hazırlıklar yapması, yatak odamın kapısında beliren silueti... Gerçi bizim evimizde meyve tabaklarını yıkayan, sokak kapısını kilitleyen, ışıkları söndüren babacığım olmuştu çok uzun yıllar boyunca. Hatta anneciğimle ben onun hazırladığı kahvaltı sofralarında buluştuk babam rahatsızlana dek. Onun kestiği peynirler cetvelle ölçülmüş gibi bir örnek, tereyağının üstü mutlaka bıçak ucuyla süslenmiş, zeytinler limon dilimli, ekmekler herkesin sevdiği şekilde ve derecede kızartılmış olurdu.
Anneciğim gece yatarken sadece ellerine krem sürer, başucundaki küçük abajurun ışığı bir süre açık kalır, çünkü kitap okumadan uyumazdı. Yüz kremini sabahları kahvaltı sofrasına gelirken sürer ( önceleri Krem Pertev kullanırdı, fabrikası kapanınca ben krem almaya başlamıştım onun için), hatta bazen alnına parmağının ucu ile koyduğu krem taneciğini unutup sandalyesine oturur, kahvaltısına başlar, ben hatırlattığımda da “sen farkedip söylemesen, sokağa da böyle çıkardım ben”, diye kıkırdardı.
Bütün bu hatıralar aklımı ve kalbimi sızlatarak beni karanlık, kasvetli ve yağmurlu bir sabahtan alıp, Karşıyaka’daki aile evimin denizli, aydınlık, mutlu yaşamış ve yaşlanmış odalarına götürüverdi. Anneciğim melek olduktan sonra birkaç kez gittiğim o güzel evin “onlarsız” ıssızlığı beni başedemediğim bir kimsesizlik duygusu ile yüzleştirdiği için, bir süre bu hasrete katlanmam gerektiğine ve oradan uzak durmaya kararlıydım oysa.
Şimdi yine kendimi kandırıp, ikisinin de “orada” olduklarını, anneciğimin babacığıma gazete okuduğunu, benden konuştuklarını, muhabbet kuşlarının hiç durmadan öttüğünü, anneciğimin dün babamın doğumgünü için hazırladığı yemekleri düşünüp “bugün mutfağa girmeme gerek kalmadı”, diye sevindiğini, gazete faslı bitince babacığımın odasına gidip dosyalarını karıştırmaya, anneciğimin ise salonda kalıp tığ işi yapmaya başladığını farzedeceğim.
Bir de farzettiklerime inanabilseydim...
hk, 25.I.2009