4.4.09

bu köşe kış köşesi, şu köşe yaz köşesi

Baharlarda evin düzeni, yaşam odamın (başka evlerde bu mekana salon/misafir odası deniyor) tasarımı, renkleri, içindeki eşyaların yerleri konusunda bir "dellenme" hali hasıl oluyor bende.

Hani mümkün olsa bütün eşyaları kapının önüne koyup, dört duvar arasında -minimum- ayrıntılandırılmış bir ortam yaratarak yaşamak niyetindeyim. Bunu bir türlü ( ya da dilediğim derecede) başaramıyorum. Olanla yetinmek ve işlevsel olmayan herşeyden kurtulmak hevesi uzun zamandır dolanıyor zihnimde, küçük adımlarla / tilki gözlerle çeliyor aklımı. Kalabalık (insan kalabalığı, düşünce kalabalığı, eşya kalabalığı, duygu kalabalığı) artık çok yoruyor beni, biliyorum.

Bir kaç haftadır pencereye / ışığa yaklaşmak, güneşe yanaşmak isteği var içimde. Yazmam gerekenleri (buradakileri değil, akademik olanları kastediyorum) ortaya dökmem, biriktirdiklerimi kitaba dönüştürmem için sanki pencereye uzak bu köşeden kalkıp, (güneş enerjisi ile çalışan hesap makineleri gibi) şimdi bitkilerin işgal ettiği karşı köşeye taşınmalıyım.


-bu köşe kış köşesi, şu köşe yaz köşesi- diye tutturuyorum kendi kendime. Tutturunca da, dipten temelden bir değişiklik için uygulanması pek zor planlar yapmaya başlıyorum. Oysa hiçbir plan çok uzun vadeli olmamalı, bir gün içinde / bir haftasonu süresince gerçekleştirilip, hemen içinde yaşanmaya başlanmalı. -Uzun vadeli planlar "şimdilik" gidilemeyen / yaşanmayan evler için yapılabilir ancak- diyorum kendi kendime ( Karşıyaka'da denize karşı bir çalışma masası, Bostancı'da duvarları kitaplıkla kaplı bir çatı odası); ama bir an önce de o evlere gidilip yaşanmalı... Değil mi ki zaman duruyor (!), biz onun içinden hızla geçiyoruz, nerede, nasıl, kimlerle geçtiğimiz / geçerken ne yaptığımız, ne kadar mutlu / mutsuz olduğumuz aslolan.


Kitaplarımın sayısı arttıkça, onları nasıl saklamam / korumam / dizmem / gruplandırmam gerektiğini düşünüyorum; benimkiler ne ki, ya babacığımın kitapları... Bazen öyle geliyor ki bana, aile yadigarı olan arşivi değerlendirmeye / yazmaya / belgelemeye / kataloglamaya şimdi başlasam, ömrüm ancak yeter sonuçlarını görmeye.


Birazdan bu pencereyi kapatıp, yaşam odamı alt üst edecek değişiklikler yapmaya gideceğim. Bu sırada -gözden çıkaracaklarıma- , kapının önüne koymak istediklerime de karar vereceğim. Kullanmadığım, artık kullanmak istemediğim, ya da benim için hayatı "kalabalık" eden nesneleri bir kumbarada biriktireceğim. Bu nesneleri kumbaraya atarken, her birinin "bendeki öyküsünü" yazmayı da ihmal etmeyeceğim. Kumbara "birfincanyaseminçayı"na eklenecek. Kumbarada birikenlerden sevip, beğendiği olanlar bana haber uçurur ve beğendikleri nesneye kendilerince bir değer biçmeye üşenmezlerse, nesne onların olacak. Böylece ben tenhalaşırken, okurlar kalabalıklaşacak...


Akşama / sabaha, içinde köşe kapmaca oynadığım yaşam odamın -yaz köşesinden- yazmak hevesi ile gidiyorum; "tebdil-i mekânda ferahlık vardır" sözünü hayata geçiremeyen herkese önerilir, yaşadığınız odadaki eşyaların yerlerini değiştirin / bahar geldi - yaz kapıda / denize karşı olmasa da pencerelerinize yanaşın. Hiç olmadı pencere önüne sıralanmış sardunya saksılarına daha yakın olur, çiçekleri ile gözgöze gelirsiniz..

hk, 4.3.2009

3.4.09

müze dediğin...

yazlık elbise


Bugün bir "müzecilik sempozyumu"na katıldım; -üniversite müzeleri- üzerine deneyimlerin paylaşıldığı bir toplantıydı. Çağrılı müze müdürleri, üniversitelerin farklı fakülte ve bilim dallarının barındırdığı müzelerinin kuruluş öykülerini, koleksiyonların nasıl oluşturulduğunu, yitirilenleri / kurtarılanları / korunmak istenirken yok edilenleri / "müzeleştirdikleri" mekânları, hedeflerini / ziyaretçileri / sorunlarını anlattılar birbiri ardına.


Hepsinin ortak bir özelliği vardı: müzeci değillerdi. Bilim insanı idiler, koleksiyonunu yaptıkları eşyaları / sanat eserlerini / doğa örneklerini çok iyi tanıyor ve sınıflandırabiliyorlardı, bu eşyalar hakkında ciltler dolusu yayın da yapabilirlerdi; ama gelin görün ki büyük çoğunluğunun müzeciliğin yöntemlerinden, ilkelerinden, koleksiyon yönetiminden, koruma planlamasından haberi yoktu. Toplamaya, biriktirmeye gönül vermiş; kimileri büyük güçlüklerle başa çıkarak koleksiyonlarını sergilenebilir hale getirmişti. Ama hiçbiri "müzeci" değildi.


Sempozyumun açılış konuşmasını yapan ve bu toplantıyı düzenleyen -öğretim üyesi koleksiyoner- ise ( müze müdürü sıfatını bilerek kullanmıyorum) çağımızda -müze için ön plana çıkanın ziyaretçi olduğundan, koleksiyonların önemini yitirdiğinden; artık sanal müzeler kurulmakta olduğundan bile dem vurdu.


Konuşmacılardan sadece biri müzenin sorumlulukları arasında "koruma"dan söz etti.


Benim ve öğrencilerim için ilginç / sarsıcı / zor bir deneyimdi.

gut hastaları için tekerlekli sandalye


Toplantı bittiğinde öğrencilerim -Hocam, neden hiçbir şey söylemediniz?", diye sordular. "Konuşmacılara söyleyebileceklerimin altı saat boyunca dile getirilen pek çok saptamayı çürütecek içerikte olacağını, zira söze - sizin müzeleriniz değil, koleksiyonlarınız var- diye başlamam gerekeceğini", anlattım onlara. İlk kez -dolaylı bir yoldan değil de-, kendi kulakları ile duyup, gözleri ile görerek farkettiler bu ülkede devlet (ve üniversite) müzeciliğinin ne menem bir şey olduğunu. Sanırım bir adım, hatta bir kaç adım birden yaklaştık birbirimize.

mekanik at



Toplantı salonundan çıkarken şaşkındım aslında, "bilimin, araştırmanın, eğitimin" çekirdeği üniversitelerin -müzeciliğe yaklaşımlarının müzecilik biliminden alabildiğine uzak olması- ne garipti.

Bir gün böyle geçti, ben günü geçemedim daha

hk, 3.4.2009

Son not: Yazıyı aralayan resimler Londra'daki Victoria&Albert Müzesi Koleksiyonu eserlerine aittir.

2.4.09

3 x 10 standardı

279. kayıt, 2.nisan.2009, 23.07



ne kadar sıkıcı, sıkıntılı, durağan, yalnız bir birey olduğumu düşünmekteyim.
resimdeki hayali kırların yeşilini, somon rengi bulutların arkasında ışıldayan
hayali güneşi ve onların üstünden kayıp gidecek balonları bu yüzden sevdim.


son günlerde -başkalarını okumaya-, onların yaşadıklarını, düşündüklerini, yazdıklarını, sevdiklerini, yaptıklarını izlemeye başladım. ya da "başlamıştım" diyelim, zira gördüklerim ve okuduklarım -kendime karşı hoşgörüsüzlüğümü arttırmaktan başka bir işe yaramadı-; ben de bu cesaret kırıcı serüvenden vazgeçip, kendi kuytu dünyama döndüm.

dolu dolu geçen yaşamlarını, mutluluklarını, uğraşlarını, sevgililik hallerini, becerilerini, yaptıkları sporları, daima fit ve enerjik oluşlarını, içtikleri şarapları, dinledikleri müzikleri, izledikleri filmleri ( karşılaştırmalı olarak), okudukları kitapları, gittikleri ülkeleri, katıldıkları dans yarışmalarını, kırdıkları rekorları anlatıp duruyorlar.

öyle ki, okuduklarım aklıma (duyduğumda kulaklarıma ve sahibine inanamadığım) bir cümleyi getiriyor sürekli: "keşke on kilo daha zayıf, on santim daha uzun, on yaş daha genç olsaydın".

Piyale Madra'nın bu karikatürü "3x10" olarak özetlediğim eril beklentinin hangi hallerde önemini yitirdiğini açıklamıyor mu aslında?

başkalarının yazılarını okurken ( kabul etmeliyim ki, Türkçesi güzel / düşünce ve saptamaları güçlü / anlatımı renkli / okuyucuyu sürükleyen / etkileyen işler hepsi de ), yazı sahiplerinin her tür "yüksek" beklentiyi karşılayabilecek donanıma sahip olduğu hemen anlaşılıyordu...

ister istemez "demek ki", dedim kendi kendime, "bulunmaz hint kumaşı değilmişsin"

Jane Lund, portrait of a woman

bu kırılganlığa yol açan bedenin ve aklın yaşı büyürken, ruhun genç kalmasıdır belki de , kimbilir.

ama düşünüyorum da, şimdikinden on yaş daha genç ve yirmi kilo daha zayıfken bile boyum aynıydı: demek ki beklentiye zemin oluşturan ölçütleri asla yerine getiremeyen biri olmuşum hep. on sene önce yazmak istiyor, yazamıyordum üstelik. tenis oynamaya, kayak yapmaya, dans yarışmalarına katılacak kadar tango bilmeye, 38-40 beden giysiler giymeye, yüksek topuklu ve dekolte ayakkabıların içinde şahane adımlar atmaya, üç lisanı mükemmel konuşmaya, bir yandan zengin ve mükellef sofralar kurarken, diğer taraftan kariyer yapmaya ve Mozart'ın piyano sonatlarını çalmaya yetecek enerjim, zamanım, yeteneğim, olanağım ve hevesim de olmadı hiç.

Bu yüzden karar verdim, H'de sahip olduklarım ve H'nin yazdıklarıyla yetineceğim yine:

Ne kadar sıkıcı, sıkıntılı, durağan ve yalnız biri olduğumu aklımdan çıkarmadan tabii.

hk, 2.4.2009


31.3.09

yanılsamalar

sanatçısını bilmediğim iki fotoğrafın aklıma getirdiklerini yazacağım uyumadan önce. zira zihnimin karışıklığı ile ayarı bozuk ruhumun git gelleri arasında kaldım, işim zor.





bardağı andırır cam bir vazonun içinde, bir kaç parmak suyla canlı duran boynu bükük bir kaplanpost. üstüste binmesi istenen görüntüler öyle ustalıkla hesaplanmış ki, uzak arkadaki kadının dönerken havada dalgalandırdığı eteği gibi duruyor çiçeğin yaprakları.




işte bir fotoğraf daha, bu da aynı sanatçının olmalı.


her iki kadında da bedenler ile çiçeklerin örtüşmesi gerçek ve gerçeküstü bir görüntü yaratıyor. kimse onların taç yapraklarından yapılmış birer etek giydiğini inkar edemez ve yine de bir sonraki karede kadınlar o çiçekleri vazodan çıkarıp dudaklarına götürseler, fotoğrafı izleyenler az önceki algılamaya yol açanın fotoğrafçının bir oyunu olduğunu söylerler.

yaşamda böyle ne çok yanılsamaya kapıldığımı farkettim yakın zamanda. hatta bu yanılsamaları başkalarının değil, kendi maharetimle kendimin yarattığını da anladım. yıllara yayılmış, ustalıkla ve incelikle hazırlanmış yanılsamalar bunlar. -kandırmaca- ya da -hile- de denebilir tabi.


"yakın alanda şimdiki zaman görüntüleri ile, uzak alanda miş'li gelecek zaman hayalleri."


bir masal gibi anlatmışım kendime, anlattığım masallara da bir güzel inanmışım. kendi masallarımla uyumuşum yani, e hal böyle olunca yarattığım masal kahramanları da ben onlara can-ı gönülden inandığım sürece, düşündüğüm / güvendiğim / sevdiğim / özlediğim gibi olmuşlar. aslında öyle olmasalar da, uzak arka alanda birer -flu- siluet iken, benim gözüme öyle görünmüşler.


bir başka deyişle, onlar uzak arka planda -öylece dururken- ben hiç durmadan ruhlarını / düşüncelerini / niyetlerini / eylemlerini olduğundan farklı gösteren çiçekler yerleştirmişim cam vazoların içine. ne zaman ki çiçekler solmuş, taç yaprakları dökülmüş, masallar da tükenmiş.


masal kahramanları gerçek üstü'nden inip, uykudan uyanmış H'nin önüne gelivermişler...


gökten üç elma düşmemiş.


zaten düşse de elmaların çürük olma ihtimali çok yüksekmiş.


amasya elması seven masal prensi bu yüzden masaldan kaçmış.


***


yanılsamalarınızdan kurtulun bir an önce, canınızı yakmayın.


hk, 31.3.2009

kiraz çiçekleri


bir nisan'ı beklemedi bahar, bugünden donatıverdi sokakları. ısıttı, ısındı, şaşırdı, şaşırttı. bu yüzden belki de, her zamankinden daha fazla istedim Regent's Park'da olmayı. buradan, buradakilerden, oradan, oradakilerden uzaklaşıp, bir süre için başka bir coğrafyada, başka bir iklimde, başka bir gökyüzünün altında yaşamayı. kitapevlerinde dolaşmayı, kırtasiye ve sanat malzemesi satan mağazalarda kendimi kaybetmeyi, havaalanlarında hiçbir yere ait olmadan kahve içmeyi, uçak koltuklarında hayaller kurmayı, yorgunluktan sızarcasına müze dolaşmayı, içinden nehirler geçen ve köprülerinden bisikletlerle geçilen şehirlerde yürümeyi saatlerce.

"ciddi" bir toplantıdan çıktım akşamüzeri. güneşin batışını erteleyen yaz saati uzatmalarının rahatlığı ile yürüdüm sokaklarda, "keşke spor ayakkabılarım olsaydı ayağımda" diye geçirdim içimden. keşke bir göl kıyısında olabilseydim, ya da bir ormanın dalgın sessizliğinde, ya da hiç olmadı Kadıköy'den Bostancı'ya uzanan sahil yolundaki kahve dükkanlarından birinde oturup, keyif yapabilseydim kendi kendime.

ne yapmak istediğimi düşünüyorum eve geldiğimden beri. Nigel Kennedy yanımda. az eşyalı bir valiz, defter kalem / emektar defter-bilgisayar / fotoğraf makinem; gitsem gidebildiğim kadar uzağa. gittiğim yere alışmadan yeni bir yere hemen, "o yerler bitene dek", yerler bitmez ki zaten.

baharla gelen yorgunluk değil bu: yolculuğa çıkmak isteği / dere tepe gitmek / kimselerle konuşmadan, kimselere hesap vermeden, öylece gitmek / gitgide azalarak, hafifleyerek, dinlenerek: geri dönmek mecburiyeti duymadan. sadece gitmek.

gitmek isteyeni tutan nedir?
gitmek isteyeni tutan kimdir?
gitmek bir kere girdi mi insanın aklına, onu kim tutabilir?

kağıttan çiçekler kessem, kumaştan bulutlar diksem, vivaldi / mozart / chopin / beethoven / brahms / bach / tchaikovsky / liszt / shubert / dvorak / mendelsohn / handel / debussy dinlesem, çektiğim fotoğraflardan kolajlar yapsam, sayfalarca yazı yazsam, sayfalarca ağlayıp, sayfalarca gülsem, resimler çizsem eskisi gibi, çizdiğim resimlerle konuşsam; kimseyi beklemesem / kimse de beni beklemese, müttefik olsak / ittifak kursak yalnızlıkla, gül gibi geçinip gitsek...


kiraz ağaçlarının çiçekleri
ve
benim için
akşam oldu,
öyleyse
iyi geceler herkese.

hk, 31.3.2009

29.3.09

"hassas mumya" üzerine bir yazı...




"Ölen insan bir ipek böceği kozası gibi sarıp sarmalanmakta ve öbür dünyada bu kozadan, yani mumyadan çıkıp uçacak bir kelebek gibi hayatına devam etmesi umulmaktaydı... ", diyor bir yazar.

British Museum'daki Mısır mumyaları ve sandukalarını ilk görüşümün üstünden 20 sene geçmiş. Beni en çok mumyalanmış kediler şaşırtmıştı o zaman, insanların birlikte yaşadıkları bu sevgili dostlarından vazgeçememeleri, onları da "yeniden doğmak" üzere hazırlatmaları bir vefa örneği olarak yer etmişti aklımda. Mumyalanmış kedilerin bandajları üzerine yüzleri ayrıntıları ile çizilmişti: Dik kulaklı ve iri gözlüydüler, korkutucu değil, çok mahzundular..

"Hassas bir mumya olmak" üzerine düşünmeye başladım bugün: Hassas olmak iyi değil bu zamanda halbuki: E denedim, gördüm. Hassasiyet arttıkça bağışıklık sistemi çöküyor, direnç azalıyor, birdenbire bir bakıyorsun "felaketin olmuş, ağlıyorsun." Birileri çıkmış hassasiyetinin üstüne basarak başka birilerine bas bas bağırıyor. Böyle kalakalıyorsun, basmakalıp bir şeyler söyleyemediğin için de, ince eleyip sık dokuyarak - sen ne yaptığını sanıyorsun?- demeye kalkışınca, elek de / dokuma tezgâhına astığın ağırşaklar da kafanda parçalanıveriyor. Hassasiyet -kabul görmeyen meziyetler- arasındaki yerini aldı, hatta - zayıflık - olarak algılanıp, "aman sen de çok hassassın!" ünlemleri eşliğinde, günümüzün eşiğinden kova kova sular dökülerek, annelerimizin anneannelerimizin yaşadığı "fi tarihine" yolcu edildi.

Bu koşullar altında yaşamaya kalkışan ve -hassasiyetleri nice olan- biri için mumyalanmak, toplumsal değerlerin -fi tarihindeki- hallerine yeniden / yeniden döneceği umudunu yaşatmak için bir çaredir belki de. Hassasiyetimizi mumyalamak ve bedenimizi (mumyalama işleminden önce çıkartılan yaşamsal organların saklandığı) -canope kavanozları- gibi kullanmaya başlamak zamanı gelmiştir.

Yine de teselli edici bir yanı var bu zamanda -halâ hassas kalabilmenin-, mumyalasak da mumyalamasak da bizim antenler hep sinyal peşindedir. Karşımıza bizim kadar / gibi hassas biri çıktı mı hemen biliriz; bilmekle kalmaz bir de bildiğimizi belli ederiz. Zaten hassas bir mumya, hassas bir başka mumya ile karşılaşınca bandajlar kendiliğinden çözülür, ruhlar bir sargı tepeciğinin içinden usulca havalanır, sarmaş dolaş olur. Ama bu yine de artık çok sık rastlanmayan ve hassas olmamayı bir zırh gibi giyinen çoğunlukların içinde bir azınlık tesellisidir.


Hoyratça, vurdumduymazlaşarak, umursamadan, kırıp dökerek, saygısızca, özensizce, küçümseyerek, küstahlaşarak, düşünmeden / ya da sadece kendini düşünerek yaşayanların arasında -hassas birer mumya- olmak hiç de kolay değil.

Ben bunu bilir, bunu söylerim.

hk, 29.3.2009

Ankara'da bir Pazar günü

Ankara'da bir Pazar günü için alışılmadık denli kalabalıktı sokaklar; doğanın saatine göre yedibuçukta okullara çıkan bütün yollarda birileri vardı. Soğuktu hava, güzeldi yürümek, tırnaklarımızın dibinden günlerce çıkmayan kahverengimsi patlıcan moru leke de olmadan evlerimize döndük kimileri daha uyurken. Ben İzmir gevreğine benzer, bol susamlı simit ve gazete de aldım dönüş yolunda; daha önce hiç girmediğim sokaklardan geçerek / pencerelerdeki -kiralık- ilanlarına bakarak, başka odalarda / pencere önlerinde geçecek sonraki baharların, yazların ve kışların şimdikilerden bir farkı olmayacağını düşünerek, geze dolaşa kapımın önünde buldum kendimi. Yaz saati kandırmacasının beni mutlu eden yegâne tarafı öğleden sonra -yaşam odama- dolan güneşin daha geç gidecek olması.


Dün bahçıvanlık günümdü, begonyalar saksılandı, köklere dar gelen ev bitkilerinin saksıları büyütüldü, toprak eklendi kimilerine, sulandılar, pencere önüne dizildiler. Bu işlerin hepsini -yaşam odamın- tam orta yerinde yaptım, Akide önce seyretti, sonra dayanamayıp toprakların / yaprakların / saksıların arasına daldı.

Bitkilerle uğraşınca aklıma anneciğim geldi yine. O çiçeklerine dalınca herşeyi, herkesi unutur; dünyanın en mutlu ve huzurlu insanı olurdu. Aramızda hep bir çocukluk anısı konuşulurdu onun bahçıvanlık günlerinde: Ben ilkokula gidiyor olmalıyım, yaz günü, annem atmış kendini balkona, balkondaki çiçekliğin raflarında ne varsa indirmiş aşağı, kestane toprağı / saksılar ( o zaman şimdiki plastikler yerine Menemen yolundaki çömlekçilerden alınan toprak saksılar kullanılırdı), hatta transistörlü radyosu da balkon kapısının eşiğinde, gel keyfim gel. Saat öğleden sonra ikiyi geçmiş, öğle yemeği filan yenmemiş. Ben gitmişim balkonun kapısına, öyle seyretmişim uzun uzun, sonra da usulca "Annecim, biz daha yemek yemeyecek miyiz?" demişim. Kadıncağız saatine bakıp da, nasıl içeriye uçtuğunu bilememişti, " Ah çocuğummmmm, neden daha önce söylemedin" diye söylenerek...

Bir de İzmir - Kemeraltı'ndaki Hisar Camii'nin önünde yıllardır kurulan Hisarönü çiçekçilerine giderdik birlikte, o zaman da çocuktum, annemin elini hiç bırakmazdım, onun elini tutarken kolum yukarı doğru çekilir, elim avucunun içinde kaybolurdu. Her gidişimizde -gelinlikçilerin- orada yolumuzu kaybeder, daracık sokaklar ve birbirinin eşi çeyiz ve kumaş dükkanları ile çevrili labirentte bir kaç tur attıktan sonra, kendimizi Hisarönü'nde bulurduk. Baharda ve daha çok yaz aylarında yapılan bu gezi, Kemeraltı'nın cehennemî sıcağından sonra ikimize de çok iyi gelir, asmalı saçaklar ve büyük çınar ağaçlarının gölgesinde, basamak basamak sergilere yerleştirilmiş fidanları, saksıları, fideleri tek tek incelerdik.



Küstüm çiçeği ( Mimosa Pudica)


Benim -küsme huyum- vardı çocukken. Hisarönü'ne bir gidişimizde anneciğim eğrelti otuna benzer bir bitkiyi gösterip, yapraklarına dokunmamı istemişti benden. Dokunur dokunmaz ince bir sapın iki yanına sıralanmış bir örnek küçük yapraklar kapanıvermişti. Sergi sahibi yanımıza yaklaşıp, "bunun adı -küstüm çiçeğidir-" demişti o zaman. Annem de " biliyorum, biz de ondan almaya geldik zaten, bu küçük hanım da benim küstüm çiçeğim", deyip beni işaret etmişti çiçekçiye. O günden sonra annem tatarfından bana takılan onlarca güzel ve komik isimden biri de "küstüm çiçeği" olarak kaldı.




Öğle sıcağında Kemeraltı, Asuman


Kemeraltı'na alışverişe gitmenin bir de özel adı vardı bizim anne-kız lûgatimizde: "Büyük Fetih".

Büyük Fetih tamamlanıp da eve dönülürken, Konak İskelesi'nden vapura binilir, orta kat salonunun burun tarafındaki ilk koltuklara oturulur, pencere kenarı -küstüm çiçeği-ne ikram edilirdi. Yürüyerek ve ayakta durarak geçirilen 3-4 saatin yorgunluğu bu vapur yolculuğu ile dinlendirilir, mutlu-mesut eve dönülürdü.


Bir Pazar günü daha, böyle çiçekler böcekler, anneli hatıralar, bilmem kaçıncı defa ileri alınmış saatler ve hasretini çektiğim kentin düşleri ile geçip gidiverdi işte.

Şimdi Kemeraltı'ndan alınmış sakızlı Türk kahvesi içeceğim...

hk, 29.3.2009

baharın işaretleri

Kimsesiz fotograflar albümü