Gözümün önündeki yüz hiçbir şey demiyor bana." , İzumi Şikibu
I.
Yalnızlığın önüne geçilemez hallerinden biri olmalı, hep bir
yerlerden / birilerinden haber beklemek. Üstelik artık postacı yolu
gözlemek de yok, teknolojinin soğuk ve metalik nefesiyle geliyor
mektuplar, kartpostallar, fotoğraflar, karalamalar, birkaç cümlelik
notlar...
Oysa onun uğrayacağı günleri ve saati biliyorduk eskiden. Zamanı
geldiğinde umutlanıyorduk bir kez; sonra beklenti tedirginliğinden
kurtulup, rahatlıyorduk. Ara zamanlarda kendi yalnızlığına dönüyordu
her ruh.
Artık her an her şey değişebilir.
Günlük iletiler için belirlenmiş “teslimat saatleri” yok.
Ölüm haberi de, indirim ilanları da, terkeden sevgili mektubu da,
banka hesap bildirimleri de aynı anda gelebilir: Sabahın iki
buçuğunda (uykusuzluk da yalnız yaşamanın hallerinden biridir, bu
saatte uyanık olmaya şaşırmamalı), sırayla ve küçük bir “ok
işareti”nin çıkardığı o mekanik –tık- sesiyle...
Her an, her türlü acıya, kötümserliğe, hayal kırıklığına hazır olmak
gerek...
Hazırlıksız yakalanmak çağında yaşıyoruz.
Her an her şey değişebilir ve olanları bildirmek için birileri zaten
orada beklemektedir.
II.
Giderek daha da tenhalaşıyor yaşam.
Hem yalnızlığımızı gözetmeye, onu özgürlüğümüzün güvencesi olarak
korumaya çabalıyoruz, hem de bu çabayla çelişen birliktelik düşleri
kuruyoruz.
Yitirmeyi göze alamadığımız, korktuğumuz / nefret ettiğimiz ve
koruduğumuz bir hal yalnızlık.
Yanından ayırmadığın cep telefonunun ışıklı penceresinde, ya da
bilgisayar ekranının sağ alt köşesinde beliriveren o minicik zarf
işareti: İçeriğini öğreninceye dek (bazen öğrendikten sonra da)
sürecek bir sevinç. Hepsi o kadar işte.
Yalıtılmış ama iletkenliği sınırsız birer minyatür gezegen
yarattığımız.
Bencil iklimler biteviye.
III.
Bir sabah uyanmak,
ve o küçük zarfları gönderene dokunmak istemez miydin?