7.4.07

Piyale Madra'nın dediği gibi...

tavuk
süt
ekmek
...
ya da
...
ekmek
süt
tavuk
...
yineleyen, yinelenen, asla yenilenmeyen yaşam!
...
bu yüzden de sıkılıyorum.
hk, 7.III.2007

5.4.07

kitap lekeleri...


“ 8./Bugün, bir antikacıda uzun (15 cm. boyunda) bir iğneye benzeyen, gümüş, tutulacak yeri çiçek, tombak bir nesne gördüm.İlk bakışta, bunun, kadınların kullandığı bir süs nesnesi olduğunu sandım. Değilmiş; kitap sayfalarını çevirmek için kullanılırmış. El yazmalarının aherli sayfalarını tükürüklü parmaklarla çevirmenin bayağılığından tiksinen, dahası kitaba duyduğu sevgiyi, saygıyı bir sanat nesnesine dönüştürmüş olan Osmanlıyı düşledim. Ve tabii, kullanmak için olmasa da, satın aldım bu nesneyi.”

Ferit Edgü, Tüm Ders Notları, Yeni Ders Notları (1980-1990)

I.
Kitap lekeleri, kitabın sahibi / okuyucusu’nun (ikisinin aynı veya ayrı kişiler olması ihtimalini unutmamalı) kitap okuma alışkanlıklarını imleyen en okunaklı işaretlerdendir.
Kitaplarını sahip olduğu diğer nesneleri (kalem kutusu, fincan, terlik, kül tablası, cetvel, eldiven, vb.) kullanma biçiminden farklı bir özen ve ciddiyetle “okumaya” gerek duymayan okuyucu “leke” sabıkası en yüksek olandır bu yüzden.
Ki, özenli olmak yaşamında bir ilke ise okuyucunun, kitaplarında rastlanabilecek yegâne leke ( onlar da lekeden ziyade, kağıdın üstünde kenarları ince buruşuklarla belirginleşmiş minik daire biçimli kabartılardır) “gözyaşı” izleridir. Bu izler kitabın yazın türüne, ağlama isteğine yol açan anlatımın hangi sayfada yer aldığına, okuyucunun okuma hızına, gözyaşlarının ağlamayı tetikleyen cümlelerden kaç satır sonra süzülmeye başladığına, kitabın okuyucunun kucağında ve onunla göz göze oluşuna bağlıdır. Ağlama eylemini ortaya çıkaran bölüm, paragraf ya da dizeler yeniden okunduğunda ise hazırlıklıdır özenli okuyucu, mendilini yanından eksik etmez.

Özensiz, ya da savruk okuyucunun kitabında ise sayfaların büyüklüğüne, kitabın cildine (sayfaların yumuşak başlılığına), okuyucunun algılama hızına ve okuma eylemine eşlik eden (kimi zaman onu tamamlayan) kahve, çay fincanlarının ya da şarap, konyak kadehlerinin kenarından sızmış damlaların bıraktığı ince ve soluk halkalara rastlamak mümkündür. Dalgınlık halkaları da denilebilir bunlara, zira okuyucunun kitabın başından kalkıp bir başkasına yöneldiği, bu sırada da okumakta olduğu yeri kaybetmek endişesiyle fincanı ya da kadehi açık olan sayfanın üstüne “bırakıverdiği” anların ürünüdürler.

Kitapları lekeleyen ve hoşgörülmesi olanaksız yiyecek kırıntılarından söz etmeye bilmem gerek var mı? Ancak “okuma sevdası”nın büyüklüğüne, ya da “okumakta olduğu bölümün nereye varacağına duyduğu karşı konulmaz meraka” sığınarak affettirebilir kendisini okuyucu; öyle ya, açlığı bile engel olamamıştır “okuma eylemi”ne ve her ne kadar dökülen parçacıklar (ekmek / bisküvi kırıntıları, simit susamları) sayfa çevrilmeden önce ve kitap çene seviyesine yükseltilerek üflense de, birkaç kırıntı kağıdı şeffaflaştıran ve rengini değiştiren izini bırakmıştır çoktan.

II.
Kirli ellerle okunan kitaplar sayfalarının köşelerinden ve dış kenarlarından yaprakların cilde kavuştuğu o kısık çizgiye doğru esmerleşirler. Okuyucuların niceliği arttıkça ve yaşları küçüldükçe böyle lekeler çoğalır, onulmaz bir geçkinlik çehresi gelir yerleşir.

III.
Kitap içlerinde karşılaşılan en masum ve bağışlanabilir lekeler ise, sonbaharda şarabi ve sarı ağaç / sarmaşık yapraklarının; ilkbaharda envai çeşit kır çiçeklerinin (en çok da papatyaların); yaz geldimi de kokulu ve yalınkat bahçe çiçeklerinin (yasemin, hanımeli, menekşe) kurutulmak için yerleştirildikleri yerde sayfalara bıraktıkları izlerdir. Bu lekeler çiçeğin dokunsanız tozlaşacak kalıntılarına inat, kahverengi mürekkeple çizilmişcesine belirgin ve kalıcıdırlar; bu yüzden kitap, çiçek ya da yaprakların hiç beklenmedik bir anda kucağınıza düşüp, kırılıvermesine aldırmaksızın, zamanı meçhul o mevsimin kağıda mühürlü siluetlerini saklamaya devam eder.

IV.
Dolmakalemle yazılmış not ve mektupların satırları, eğer arasına kondukları kitabın sayfası ile öpüşüyorsa, zamanla matbaa harfleri ile el yazısının içiçe girdiği ve gizli bir şifreyi çağrıştıran lekeler bıraktığı da vakidir. Eski kitaplarda da en çok bu lekelere rastlanır zaten. Mürekkebini kitabın tenine kusmuş bu el yazılarının, unutulmuş bir şiirin, aşk ya da intihar mektubunun keşfi olması kâşifinin en büyük dileğidir.

V.
Resim yaparken okumayı özleyen dalgın ressamların kitaplarında renkli boya lekelerine rastlamak şaşırtmamalıdır kimseyi.

VI.
Kitap lekeleri okuyucudan kitaba kalandır.


hk, 2.3.2003

4.4.07

leylâk kokulu bahçeler için...

gece oldu:
bahçelerde ağaçlar,
ağaçlarda yapraklar,
dallarının ucunda
salkım leylâklar
uyudular.
hk, 4.III.2007

olmak istediğim yerler VIII.

Heybeliada (Büyük Tur Güzergâhı'ndan Heybeliada Sanatoryumu), hk 2005

olmak istediğim yerler VIII.

Çam ormanının içinden kıvrılarak yükseldikçe sol yanı denizi görmeye doyamayan, serin/sessiz/kimsesiz bir Heybeliada sabahında yürümek, yürüdükçe beni yoran tüm hallerden uzaklaşmak, adanın dünyanın geri kalanından yalıttığı varlığımı usul usul unutturmak isterdim. Bu sabah burada değil, "orada" olmak isterdim.

hk, 4.4.2007

2.4.07

şeker bahçeleri



Geçtiğimiz hafta boyunca günler ondokuz dakika daha uzaya dursun, “çiçeklerin açılması, bülbüllerin ötmesi” diye yazdı takvim yaprağında. Çiçeklerden menekşe, şebboy, karanfil, margrit ve ayçiçeğinin fideliklere dikileceği; meyve ağaçlarından kiraz, armut, erik, zeytine aşı vurulacağı da söylendi. Oysa kentlerde yaşayanlar yüreği daralmış sokak aralarına, güneşsiz ve bulutsuz pencere önlerine, ıssız balkon boşluklarına takılıp kalmışlardı çoktandır. Bu yüzden parklarda, kırlarda, arsalarda ya da yıkıma direnen ev bahçelerinde çiçeklenen ağaçları görünce –kendi kendilerine- gülümsemeden edemediler.


Sonra yağmurlu günler yeniden başladı, yağmurun sesinden güzeli yoktu; bahar mı ağaçlara vermişti adını, agaçlar mı bahara bunu da zaten kimse anımsamıyordu. Yağmur, bizi kendimize gülümseten ağaçların beyaz ve pembelerini gölgelerinin içine döküverdi, Mart başında kaldırmaya heveslendiğimiz kışlıklar bedenlerimizde kaldı, ilkyazın birer minyatür figürü inceliğindeki ağaçları ise belleklerimizde...

Oysa yazılı ve resimli belgelere göre, Lale Devri saray kutlamaları ne mevsimlere, ne daracık ara sokaklara, ne de halkın yoksulluğuna aldırıyordu. Hiç bitmeyen bir bahar, yalnızca renkleri belirginleştirmesine izin verilen bir yağmur, belleklerde yer etmesi ve yüzyıllar sonra bile hayranlıkla anılması arzulanan bir şenlikti Sultan’ın iktidari.
1703-1730 yılları arasında hüküm süren III.Ahmed’in Lale Devri olarak da anılan dönemi Osmanlı’nın son rönesans hareketi olarak nitelendirilir. Olağanüstü kültürel bir canlanmanın yaşandığı bu devirde, en ünlü Osmanlı el yazması ressamı sayılan ve betimleriyle çağının ruhunu yansıtan Levni’nin başyapıtı “Surname-i Vehbi”de, Sultan III.Ahmed’in dört şehzadesinin 1720 yılında 15 gün - 15 gece süren sünnet şenliği minyatürlerle anlatılmıştı. Bu görkemli saray şenliğinin Sultan’a sunulmak uzere hazırlanan “resimli öyküsü” 175 sayfa olup, 137 resim içerir. Biri dışında tüm resimler karşılıklı iki yaprak olarak düzenlenmiş, her figür, her olay ve her mekân olabildiğince açık gösterilmiştir.

Sur (yani şenlik) düzenleme ve sûrname (yani şenlik kitabı) yazma Osmanlılar’a özgü bir gelenek olarak bilinirken, Levni kendisinin “ilk ve tek” kapsamlı elyazması kabul edilen “Surname-i Vehbi”de Lale Devri’nin tüm ihtişamını ayrıntılarıyla anlatır.
Surname’nin ilk sahnesinde, 18.Eylül – 2.Ekim 1720 tarihleri arasında kutlanan şenliğin sahibi Sultan ve şehzadeler, törenin başlamasından 19 gün önce Eski Saray’ı ziyaret ederken betimlenmişlerdir. Bu ziyaretin nedeni, “nahıl”ları ve “şeker bahçeleri”ni görmektir, ki el yazmasının sonsöz bölümünde yer alan “Sünnet Alayı”nda bu iki öğenin gösterişli ve renkli örnekleriyle bir kez daha karşılaşırız.

Şeker bahçesi, tekerlekli bir araba biçiminde hazırlanan ve üzerinde şekerden yapılmış köşklerin, havuzların, meyve ağaçlarının, çiçeklerin ve kuşların yer aldığı düzenlemelerdi. Nahıl ise üzeri iyi niyeti, uzun yaşamı ve bereketi simgeleyen meyve ve çiçeklerle bezeli ağaç benzeri büyük konik elemanlar. Nahıllar şeker bahçelerinin ortasında yükselirler ve Tersane Bölüğü neferleri tarafından taşınırlardı. Şehzadelerin sünnetten sonraki iyileşme döneminde eğlenmesi için yapılan bu minyatür bahçelerde, şekerden yapılmış meyve ağaçları, serviler, çiçek açmış bitkiler, içinde bülbüllerin şakıdığı kuş kafesleri, köşkler, kaleler vardı. Bahçeleri süsleyen derelerin, kayıklı ve fıskiyeli havuzların içi şerbetle doluydu. Şeker bahçelerinden yükselen ve kurdelalar, bayraklarla süslenmiş nahıllar öylesine büyüktü ki, sünnet alayında şeker bahçelerinin önünden yürüyen nahıl ustaları bu görkemli armağanların dar sokaklardan geçmesini engelleyecek binaları yıkmak için gerekli araç-gereci de (baltalar ve uzun merdivenler) yanlarından eksik etmezlerdi.
Kimbilir kimlerin sokaklarından geçmişti Levni’nin betimlediği şeker bahçeleri ve nahıllar da; iyi niyeti / uzun yaşamı ve bereketi şehzadelerine layık gören Sultan’ın hizmetkârları bu geçidin görkemine mani olmasın diye kimbilir kimlere reva görmüşlerdi yıkımı...

Gerçi şeker bahçeleri, şerbet dereleri, şenlik alayları el yazmalarının, minyatür figürlerinin masalsı dünyasında kaldı ama, ilkbaharın siyah-beyaz kış manzaralarını binbir renkle donatma becerisi hala yüzümüzü güldürüyor. Ve ne gariptir ki, bu defa da kent sakinleri bahçeleri ve baharlanmaya hevesli ağaçları kendi elleriyle yok ediyor; daha yüksek yapılarda ağaçsız ve bitkisiz yaşamaya razı oluyorlar. Belki de bu yüzden, her geçen bahar, baharlanan ağaçlar daha çok şaşırtıyor, daha çok gülümsetiyor bizi... Kent insanının hışmından kurtulmuş şeftali, erik, kiraz, kayısı, vişne, ıhlamur, kestane ağaçlarının çiçeklenmesi karşısında hissedilenler, giderek ikiyüzyıl önce tören debdebesi ile sokaklardan geçirilen nahıllara duyulan hayranlık ve özenmeye dönüşüyor.

İlkbaharın yarım kalan keyfini sürmek için sabırsızlandığımız, saatlerimizi yaz güneşine göre ayarlamamızdan belli değil mi ?


hk, 7.IV.2002

1.4.07

pencere önü bahçesi ve bir Markiz düşü..

hk, ankara / nisan 2006 - pencere önü bahçesi
bir nisan. şaka yapacak kimse yoktu, ben de yeni Mozart albümlerimi dinleyerek çalışmaya koyuldum. "bellek ve nostalji" temalı bilimsel bir makale hazırlıyorum; müzeleri, müze koleksiyonlarını, sergileme tasarımlarını, bilgilendirme etiketlerini, müze ziyaretçilerini, sergilenen objeleri ziyaretçiler için çekici kılan etkenleri düşünerek üreteceğim yazımı.

omuzlarım yorgun, gözlerim yorgun, yağmur yağıyor ki buna çok seviniyorum. şimdi İstanbul'da olsaydım, Markiz'de buluşur çay içerdik değil mi İffet'ciğim? konuşur konuşur gülüşür; hatta diyette bir delik açıp, çikolatalı ve böğürtlenli o muhteşem pastadan birer dilim bile yerdik. sonra da güzel kaligrafisi ile Rıfat dedemin elinden çıkan "Markiz" sözcüğüne tutunur, üzerindeki küçük tacı başımızın üstüne yerleştirip 1930'ların İstiklâl Caddesi'nde gezinir, dışarıdaki uğultulu kalabalığın karmaşasını farketmezdik...

pencere önü bahçemi hazırlamadım henüz. gri / yağmurlu ve sıkıntıdan ibaret bu şehrin Mozart'ın piyano konçertoları ile çekilir hale getirdiğim şu hanesinde, kendi kendime "bir" nisan şakası yapmakla yapmamak arasında kararsızım...

hk, 1.IV.2007


baharın işaretleri

Kimsesiz fotograflar albümü