28.3.09

Rıza ve Anneciği için...

Benim olmayı isteyip de olamadığım şehirlerden birinde
bir Rıza çocuk varmış, Erdem çocuğun sevgili arkadaşı..
Perşembe günü bir kaza geçirmiş,
şapka giymek / rüzgarda saçlarını uçuşturmak,
kahkahalarla gülmek ve bir Ağustos böceği gibi konuşmak,
anneciğinin omuzuna yaslamak,
pencereden uzatıp sokağın iki ucuna bakmak
ve sıcak yaz günlerinde serin çeşme suyu altında yıkamak için
boynunun üstüne yerleştirilmiş olan başından yaralanmış..
Hem çok canı yanmış, hem de anneciğini çooook korkutup telaşlandırmış.
Neyse ki artık evinde ve kendi yatağındaymış,
olmayı isteyip de olamadığım şehirden
Ankara'ya uçup geliveren kumrular söylediler,
Rıza'nın canı çok sıkılıyormuş.
Kumrular yorulmuşlar taaaaaaaaa İzmir'den pencereme uçarken,
karayolundan 532 kilometre,
hava yoluyla (kanat çırparak) daha da uzun sürüyormuş bu yolculuk.
Durum böyle olunca, "geçmiş olsun" kartımı kumrularla gönderemedim.
Benim için Foça kırlarından toplanan,
ve bir karton kutunun içinde "deli kızın çeyizi" ile birlikte gelen
papatyalarımın fotoğrafını çektim;
bir de Akide çocuğun -akşam güneşinde verdiği pozu- ekledim,
Rıza çocuk ile yüreği ağzına gelen anneciğine
"Gelmiş geçmiş olsun, Allah sizi birbirinize bağışlasın" diyerek
perdeleri yasemin kokulu pencerenin önüne bıraktım...
hk, 28.3.2009


22.3.09

yağmur ve günlük



Gün nasıl geçti bilmiyorum. Yağmurun arttığını duydum, pencere camlarında tanecikleri kaldı, kendisi sokaklardan, çatı oluklarından, kaldırım kenarlarında oluşturduğu ince dereciklerden akıp gitti. Yağmurun altında kalan herşey ıslandı, ama onları ıslatandan iz yok şimdi.

Bu ayrıntı -günlük tutmak- ile ilgili düşünürken takıldı aklıma; bu yüzden önce -kapağında yanak yanağa vermiş biri beyaz biri siyah iki kedi fotoğrafı olan- ve her zaman yanımda taşıdığım defterime - dolmakalemle- yazdıklarımdan alıntılar yapacağım, sonra da yağmurla yaşanılanlar arasındaki benzerlik üzerine bir kaç cümle yazacağım.


Günlük yerine konulan bu deftere gün be gün yaşananların yazılması gerekli midir? Yoksa - yazılmaya, kaydedilmeye, anımsanmaya değer- bir hal olduğunda mı açılmalıdır kapağı?

Ya da günlüğe ek yapılmayan günlerde, o günlere ait olaylar, duygular, izlenimler ve gözlemler gözardı edilebilir nitelikte midir aslında?

Üç ay iki günlük uzun bir aradan sonra yazmaya başlayınca bu sorular takıldı aklıma.


Yine de kesin olan bir şey var ki, kimi hallerin / duyguların sıcağı sıcağına kayıt altına alınmaması günlüğün yazarını (ki aslında, hayatta olduğu sürece ve günlüklerini ölmeden önce yok etmediği sürece günlüğünün tek okuru olarak kalacaktır hep) gelecekteki anımsama anlarında ortaya çıkacak hüzün / keder / öfke / nefret hallerinden koruyacaktır.

Zira yazılabileceklerin yaşandığı gün ile bugün arasında - olup bitenlere bakışım değişmeyecek olsa da-, olumsuz duygu ve düşüncelerin (kızgınlığın, hayal kırıklığının, öfkenin, nefretin) tüm şiddeti ile dile getirilmemesinin, şimdi ve daha sonra o günlük sayfasını okurken hissedeceklerimi değiştireceğini çok iyi biliyorum. Başka bir deyişle, hemen yazmayarak sonradan tazelenecek olumsuz duyguları hafifletmeye çalışıyorum. Kuşkusuz bu o olayla ilgili kendi içimdeki dönüşümün / değişimin belgelenmesini engelliyor. "Bak ne kadar üzülmüşüm, kırılmışım", dedirtecek o ilk gün tepkisini geçiştirdiğim için, zaman içinde seyreltilmiş bir hüzün kalıyor geriye.

Tortu dibe çöküyor, sıvı berraklaşıyor ve ben şişenin dibindeki tortuyu çalkalamadan sadece sıvının tadına bakıyorum. Böylece zehir tortunun içinde kalıyor, ama hiç bir biçimde ve koşulda kaybolmuyor..."


Yaşanılanların ömürü sadece yaşandıkları an kadar aslında, hiçbiri durağan değil, hiç bir hal dondurulabilir veya hapsedilebilir değil, onlardan sadece anı ve deneyimler iz olarak kalıyor. Yağmurda şemsiyesiz yürür gibi tıpkı, sırılsıklam bakakalıyoruz / bizi ıslatan, üşüten, titreten yağmur toprağın derinliklerinde çoktan yeraltı sularına karışmışken, biz öylece durup, yağmurun yağışını / şiddetini / yüzümüzde hissettiğimiz su damlacıklarını görmeye çalışıyoruz.


" unutmak bir tür özgürlük" deyişine inanıyorum,

kederlendiren, inciten, çaresizlik hissini canlandıran anılardan uzak durmak gerek ruhu ve akılı sağıltmak için. tortunun dibe çökmesini hızlandırmak için değil yazmak ve konuşmak, düşünmeden öylece beklemek gerek. yağmurun ıslattığı giysilerin kurumasını bekler gibi.


Yarına sadece ellibeş dakika kaldı. Bugün nasıl geçti bilmiyorum.


hk, 22.3.2009

karla karışık yağmur..



Kapısından baktığımız Mart'ın yirmiikinci gününde "hava" yarına hazırlık yapıyor, karla karışık yağmur var Ankara'da. Yarın "toz kavuran fırtınası", yine baharlar dallarında üşüyecek, fırtına tozu dumana katarak esip, adı bahar huyu kış olan bu ayın hakkını verecek.

Çocukken sonbahardan yaza dek hiç durmadan ders çalışır, yaz geldiğinde ise tadına doyum olmayan o rehavet duygusu ile evin tadını çıkarırdım. Üniversiteye başlayana dek süren bu saltanat, ilkokulda kapıldığım -arkeoloji- sevdasının mesleğime dönüşmesi ile noktalandı. Dersler ve sınavlar bittiğinde -arkeolojik kazılar-, kazı sezonu kapandığında ders yılı başladı.
Öğrenciliğim boyunca neredeyse hiç yaz tatili yapmadım. Derken kendim -hoca- oldum, bir yandan yaz projeleri / bir yandan yazma-çizme-araştırma sorumluluğu, makale, bildiri, seminer ve çeviriler: Yıllık izinlerin kullanılmadığı upuzun çalışma dönemleri birikti dağarcığımda.
Bedensel yorgunluk ve yıpranma bir yana, şimdi anlıyorum ki en çok -ruhum yorgun düşmüş- bu tempodan. Belki biraz da bu yüzden artık -tam zamanlı bir tembel- olarak yaşamak istiyorum.

İşten kaçmanın, kaçmak için bahaneler yaratmanın, yaratılan bahanelerin geçerliliğine ve doğruluğuna inanıp, o işten olabildiğince uzak bir kuytuda büzüşüp kalmanın benim için tehlikeli bir alışkanlığa dönüşmek üzere olduğunu hissediyorum. Sadece -yorgunluk- ile açıklanamayacak bir durum bu. Ciddi bir heves kaybı, isteksizlik, bıkkınlık ile boğuşuyorum uzun zamandır.
Çevremde benim gibi olmayan, aynı koşul ve etkenler altında verimli olmayı sürdürebilen, hatta -benim olumsuz saydığım halleri- görmezden gelmeyi başaran meslekdaşlarım var üstelik.

Alain de Botton'un "Çalışmanın Mutluluğu ve Sıkıntısı" adlı kitabını okuyacağım bu yüzden; mutluluk hissinden arınmış bir çalışma hali içindeyim uzun zamandır, sürekli ve giderek artan bir sıkıntı. Sıkıntıdan kurtulmam için -işin bir ucundan tutup, yazmaya başlamam gerektiğini- söyledi bir dostum. Bu yazmak -bilimsel yazılar yazmak- eyleminin karşılığı, benim kurtulmak istediğim -tembellik hali-nin önemli bir parçası.

Beethoven'li günlere başladım, bugün 5. ve 6. senfonileri dinliyorum.
Andante Dergisi'nin Şubat-Mart sayısının dosya konusu da " İdil Biret: Beethoven ile stüdyoda 23 yıl". "İdil Biret Arşivi" olarak isimlendirilen ve dağıtımı tüm dünyaya Naxos tarafından yapılacak, sanatçıya ait eski ve yeni kayıtların ilk serisini -Beethoven Edition- oluşturuyormuş. Bu seride Beethoven Senfonileri'nin Liszt tarafından yapılan piyano uyarlamaları, yeni kaydedilen 32 piyano sonatı ve 5 piyano konçertosu yer alıyormuş.
( Anneciğimle gittiğimiz İdil Biret konserlerini düşünüyorum ister istemez, tüm piyano konçertosu seslendirilen konserlerde olduğu gibi salonun sol yarısındaki koltuklarımıza gömülür - böylece sanatçının ellerini, parmaklarla tuşların buluşmasını, notaların sese dönüşme anındaki o akıl almaz enerji, şiddet ve şefkati- izlerdik. Üniversite yıllarında konser biletlerini alma görevi benim olduğu için yerlerimizden memnun olması benim için müthiş önemliydi.- Pazartesi sabahları erken bir vapurla Konak'a gider, senfoni orkestrasının provalarını gerçekleştirdiği eski salonun dışındaki gişede kuyruğa girerdim. Sırada beklerken önümdekilerden kaçının Cumartesi sabah konseri için bilet alacağını merak eder, anneciğimi mutlu edecek bir yer için heyecanlanırdım.- Anneciğim de her konser sonrası "ömrüne bereket çocuğum, yine harika bir sabah geçirdim sayende", demeyi hiç ihmal etmezdi.)

Farkındayım, çay demlemekten çok / baharlanan ağaç dalları arasında zıplayarak dolaşan bir serçe gibi yazdım bu sabah. Ama olsun, yeni renkler / yeni biçimler / yeni haller içinde iken çocukluktan yetişkinliğe, sıkıntılardan tembelliğe, Beethoven'den anneli hatıralara zıplamak iyi gelebilir size de...

Ben yazdığım kadar yağmur yağmaktan vazgeçti, şimdi Pastoral Senfoni'nin yaylı çalgılarla dalgalanan başak tarlaları kıyısında flütlerle hayat bulan bir dere akıyor...

hk, 22.3.2009


baharın işaretleri

Kimsesiz fotograflar albümü