Kapısından baktığımız Mart'ın yirmiikinci gününde "hava" yarına hazırlık yapıyor, karla karışık yağmur var Ankara'da. Yarın "toz kavuran fırtınası", yine baharlar dallarında üşüyecek, fırtına tozu dumana katarak esip, adı bahar huyu kış olan bu ayın hakkını verecek.
Çocukken sonbahardan yaza dek hiç durmadan ders çalışır, yaz geldiğinde ise tadına doyum olmayan o rehavet duygusu ile evin tadını çıkarırdım. Üniversiteye başlayana dek süren bu saltanat, ilkokulda kapıldığım -arkeoloji- sevdasının mesleğime dönüşmesi ile noktalandı. Dersler ve sınavlar bittiğinde -arkeolojik kazılar-, kazı sezonu kapandığında ders yılı başladı.
Öğrenciliğim boyunca neredeyse hiç yaz tatili yapmadım. Derken kendim -hoca- oldum, bir yandan yaz projeleri / bir yandan yazma-çizme-araştırma sorumluluğu, makale, bildiri, seminer ve çeviriler: Yıllık izinlerin kullanılmadığı upuzun çalışma dönemleri birikti dağarcığımda.
Bedensel yorgunluk ve yıpranma bir yana, şimdi anlıyorum ki en çok -ruhum yorgun düşmüş- bu tempodan. Belki biraz da bu yüzden artık -tam zamanlı bir tembel- olarak yaşamak istiyorum.
İşten kaçmanın, kaçmak için bahaneler yaratmanın, yaratılan bahanelerin geçerliliğine ve doğruluğuna inanıp, o işten olabildiğince uzak bir kuytuda büzüşüp kalmanın benim için tehlikeli bir alışkanlığa dönüşmek üzere olduğunu hissediyorum. Sadece -yorgunluk- ile açıklanamayacak bir durum bu. Ciddi bir heves kaybı, isteksizlik, bıkkınlık ile boğuşuyorum uzun zamandır.
Çevremde benim gibi olmayan, aynı koşul ve etkenler altında verimli olmayı sürdürebilen, hatta -benim olumsuz saydığım halleri- görmezden gelmeyi başaran meslekdaşlarım var üstelik.
Alain de Botton'un "Çalışmanın Mutluluğu ve Sıkıntısı" adlı kitabını okuyacağım bu yüzden; mutluluk hissinden arınmış bir çalışma hali içindeyim uzun zamandır, sürekli ve giderek artan bir sıkıntı. Sıkıntıdan kurtulmam için -işin bir ucundan tutup, yazmaya başlamam gerektiğini- söyledi bir dostum. Bu yazmak -bilimsel yazılar yazmak- eyleminin karşılığı, benim kurtulmak istediğim -tembellik hali-nin önemli bir parçası.
Beethoven'li günlere başladım, bugün 5. ve 6. senfonileri dinliyorum.
Andante Dergisi'nin Şubat-Mart sayısının dosya konusu da " İdil Biret: Beethoven ile stüdyoda 23 yıl". "İdil Biret Arşivi" olarak isimlendirilen ve dağıtımı tüm dünyaya Naxos tarafından yapılacak, sanatçıya ait eski ve yeni kayıtların ilk serisini -Beethoven Edition- oluşturuyormuş. Bu seride Beethoven Senfonileri'nin Liszt tarafından yapılan piyano uyarlamaları, yeni kaydedilen 32 piyano sonatı ve 5 piyano konçertosu yer alıyormuş.
( Anneciğimle gittiğimiz İdil Biret konserlerini düşünüyorum ister istemez, tüm piyano konçertosu seslendirilen konserlerde olduğu gibi salonun sol yarısındaki koltuklarımıza gömülür - böylece sanatçının ellerini, parmaklarla tuşların buluşmasını, notaların sese dönüşme anındaki o akıl almaz enerji, şiddet ve şefkati- izlerdik. Üniversite yıllarında konser biletlerini alma görevi benim olduğu için yerlerimizden memnun olması benim için müthiş önemliydi.- Pazartesi sabahları erken bir vapurla Konak'a gider, senfoni orkestrasının provalarını gerçekleştirdiği eski salonun dışındaki gişede kuyruğa girerdim. Sırada beklerken önümdekilerden kaçının Cumartesi sabah konseri için bilet alacağını merak eder, anneciğimi mutlu edecek bir yer için heyecanlanırdım.- Anneciğim de her konser sonrası "ömrüne bereket çocuğum, yine harika bir sabah geçirdim sayende", demeyi hiç ihmal etmezdi.)
Farkındayım, çay demlemekten çok / baharlanan ağaç dalları arasında zıplayarak dolaşan bir serçe gibi yazdım bu sabah. Ama olsun, yeni renkler / yeni biçimler / yeni haller içinde iken çocukluktan yetişkinliğe, sıkıntılardan tembelliğe, Beethoven'den anneli hatıralara zıplamak iyi gelebilir size de...
Ben yazdığım kadar yağmur yağmaktan vazgeçti, şimdi Pastoral Senfoni'nin yaylı çalgılarla dalgalanan başak tarlaları kıyısında flütlerle hayat bulan bir dere akıyor...
hk, 22.3.2009