Bir çiçeğin tomurcuklanıp da, açmaya yakın duraklaması / taç yapraklarını güneşlendirmekten vazgeçip, küsüvermesi gibi bazen hayat. Ne yapacağını bilemiyor insan, "su mu versem?", "vitamin mi eklesem toprağına?", pencerenin dışına mı çıkarsam saksısını?" diye düşünüp durduğu gibi, hayat için de umarsızlığa kapılıyor. (Çiçeğin küsmesine mi anlam veremiyor, açmaktan vazgeçen taç yapraklarının rengini göremeyeceği için mi içleniyor, yoksa "çiçek açmak içindir, bu tomurcuğun nesi var?", diye öfkeleniyor mu bilinmez...)
Gizli bahçenin kapısını açıp, yağmura doymuş toprağın kokusunu içime çeke çeke yürüdüm. Gece olmuştu ben geldiğimde, herşey bıraktığım kadar güzel, düzenli. Anneciğimin bu evde son kalışında kapladığı yorganı üstüme örtüp de uyudum dün gece; uyuduğum biraz onların / biraz kendi uykum olmalıydı.
Öyle ki sanki çocukluğumdaki gibi anneciğimle babacığımın arasında yatıyordum. ( İzmir'de Pazar sabahlarının pek keyifli ve kıkırdamalarla neş'elenen macerasıydı onların arasına uzanmak, babacığım bir süre sonra bizi başbaşa bırakıp mutfağa gider, çayı demler, sonra da simit almaya "arka sokaktaki simitçi fırını"na koşardı. Hep bir sicim olurdu cebinde, simitçi ile ahbap olmuştu, bol susamlı ve fırından yeni çıkmış "beş simit"in içinden sicim geçirilir, böylece susamlar dökülmeden, sıcak simitler torbada yumuşamadan "çıtır çıtır" gelirlerdi eve. Babam gelene dek kahvaltı sofrası kurulur, radyo açılır, Pazar sabahının o "hiç bitmesin istediğim" -aile saadeti- başlardı.)
İşte dün gece de onların arasındaydım da, bu defa ikisi de konuşmuyorlar, gülüşmüyorlardı...
Sabah oldu. Gizli bahçenin kalbindeki ev de benimle birlikte uyandı. Çay demlendi, simit ve İzmir tulumu sofradaki yerini aldı, radyo onların en sevdiği müziği yaydı odalardan odalara, "som"bahar ışığı yağmur bulutlarının arasından geçebildiğince vurdu pencerelere, "onlar" fotoğraflardan baktılar sessiz ve en şefkatli tebessümleriyle.
Cisimleri, sesleri, cümleleri yok artık; ama kimse inandıramaz beni şimdi burada, benimle olmadıklarına.
hk, 28.9.2008