8.2.07

oyuncak ayılar sahiplerini yitirdiğinde...

İstanbul - Koç Müzesi'ndeki oyuncak ayı: Çok yalnız / çok mahzun / çok yorgun..
Kentoş'un günün birinde böyle hissetmesi ihtimali bile beni çok hüzünlendiriyor.
hk, 8.II.2007

fincanda aşure...

Anneannem İclâl Hanım'dan yadigâr çay fincanlarının içinde aşure ikramımın resmidir.
hk, 8.II.2007

yerli malı, yurdun malı...



Bilmiyorum ilkokullarda hala "yerli malı haftası" kutlanıyor mu? Kendi çocukluğumdan anımsadığım " yerli malı, yurdun malı, herkes onu kullanmalı", yazan renkli kartonlarla süslenmiş sınıfımızda, büyük gümüşi bir silindiri andıran kömür sobasının başında patlatılan mısırlar; haşlanmış kestaneler; bir de elma - mandalina - portakal ve narları sıralarımızın üstüne serdiğimiz "kumaş" peçetelere bir ziyafet sofrası kurarcasına dizişimiz...

"Muharrem" ayı gelince yaşadığım apartmanda da "kase kase aşure trafiği" başladı. Herkes kendi evi için aşure pişirip, afiyetle yeseydi keşke. Ancak ustalıklarını, hamaratlıklarını sergilemeye pek meraklı ev hanımları kendi ailelerini mutlu etmekle yetinmeyip, komşuları da "aşurelerine hayran bıraktırmaya" pek hevesliler yine.

Geçen sene mutfakta değişik türden kaseler birikmeye başlayınca panikledim; zira kaselerin sahiplerini tanımıyordum ve bu yüzden de hangi kasenin hangi komşudan geldiğini bilemiyordum. Bu bilmeceyi çözebilmek için karşı komşumdan yardım istemiş, "kase dedektifliği yaparak" biri dışında hepsini evlerine iade etmiştim neyse ki...

Bu seneki aşure maceram "gece operasyonu" şeklinde gelişti ( başka zaman yoktu ki) : Parmak uçlarım yanarak haşlanmış nohutların kabuklarını çıkartırken, kendimi "neden böyle bir işe kalkıştığım konusunda sorgulamaya başlamıştım bile". Hayranı olduğum "EVCİNİ"nin verdiği tarifi kullanarak pişirdim aşuremi, fazladan bir de portakalın kabuğunu rendeledim içine.
Pek leziz, pek güzel, pek usulünde bir "aşure" çıktı ortaya; porsiyonu ve ikramdaki zerafeti nedeniyle en sevdiğim çay fincanlarıma bölüştürdüm, üzerini tarçın, ceviz ve nar tanecikleri ile süsledim.

Akşam yemeği için salata hazırlarken "aşure"lerin süsünden esinlenip, değişik bir kombinasyon denedim. Kıvırcık salata, havuç rendesi, kutu kutu doğranmış portakal ve nar taneleri ile hazırladığım salatamı, limon suyu / nar ekşisi / sızma zeytinyağı ile bitirdim.

aşurem salatamı, salatam aşuremi kıskandı :o))

hk, 8.şubat.2007

5.2.07

Alaaddin'in lambası..

"Alaaddin'in Lambası"nı bu kenti kuşatan hipermarketlerden birinde,
pek çok benzerinin arasından seçtim; sihirli olup olmadığını
düşünmedim alırken. Eve getirip mutfak duvarındaki pirize yerleştirince
ışıl ışıl ışıldamaya başladı, ışıldadıkça mutfağımı güzelleştirdi,
karanlık koridordaki adımlarımın ürkekliğini giderdi,
el yordamı ile hazırladığım akşam çaylarımı lezzetlendirdi..
-Her objenin sahibine verdiği mutluluğun bir öyküsü vardır ve
mutluluk arttıkça obje de yavaş yavaş sihirlenir.-, diyeceğim bu yüzden.
hk, 5.II.2007

4.2.07

hatırla beni!

Kokusu mendilimden onbeş gün çıkmayacak bir parfüm arıyorum,
ama bunun için önce "kumaş mendilli" yıllara dönmeliyim,
ve "sevdiğim" de kumaş mendil kullanmalı ki,
o farketmeden mendiline henüz bilmediğim bu parfümden damlatayım,
oysa O eğer nezle değilse mendilini cebinden çıkarmayacaktır,
öte yandan
(ve ancak) nezle olmuşsa ve mendilini kullanacaksa da parfümün kokusunu duymayacaktır.
"şükûfe" için -süslemede çiçek motiflerine dayanan bir tarzın adı- diyor TDK Sözlüğü,
çiçek kokularından yaratılmış bir "losyon-kolonya" olmalı o halde, ki bu durumda ancak 1950 ve 60'ların Türk filmlerinde rastlayabileceğimiz centilmen, romantik ve çok güzel piyano çalan erkeklerin mendillerine serpilir.
Son söz: "şükûfe" kolonyası uçup gitmiş, kumaş mendillerin yerini kağıt türevleri almış ve bütün bunlar yetmiyormuş gibi "kumaş mendil kullanan ve sevgilisinin parfümünü kokladıkça içi hasretle kavrulan, bu yüzden de piyano başına geçip birbirinden güzel besteler yapan romantik ruhlu erkekler" de yeryüzünden silinmiştir.
hk, 4.şubat.2007

çatal çörekler ve İstanbullu bir yazı...

İstanbul'da simitçilerin arabalarında, unlu ürünler satan fırınların tepsilerinde sıralanmış bekleyen "çatal çörekleri" her görüşümde, "ah, ben neden doğduğum şehirde yaşamıyorum", der dururum kendi kendime. Gelin görün ki, Ankara'da yaşamak zorunluluğunu "paskalya çörekleri ve çatal'lardan mahrum olmak" ile özdeşleştiren biri olarak, Mehmet Efendi ve Mahdumları'nın Türk kahvesi ile Hacı Bekir'in bergamutlu akide şekerini de bu özlenenler arasına katınca, İstanbul'a duyduğum hasretin "yiyecekler" ile ilgili bölümünü aşağı yukarı tamamlamış oluyorum. Oysa artık İstanbul dışında da teneke kutu içinde Mehmet Efendi Kahvesi (her ne kadar Kadıköy'deki küçük dükkandan alınan taze çekilmiş, kağıt zarflarda paketlenmiş ve pamuklu sicimle bağlanmış kahve ile bir olmasa da) bulabilsem; daha geçen gün keşfettiğim ve sevinçten otobüsün camına yapışıp kaldığım Hoşdere Caddesi'ndeki "1777'den beri" ibaresiyle ve parlak pirinç kapaklı büyük akide kavanozları ile ışıldayan Hacı Bekir Şekercisi'ne kavuştuysam da "aynı coşku ve belki de -oralı olmanın- alışkanlığından, bildikliğinden kaynaklanan" sevinç eksik kalıyor bende.
Evi İstanbul'da olan ve nazımın geçtiği bir öğrencim "İstanbul'dan ne istersiniz?" diye sorduğunda, "küçük boy paskalya çöreği ve 100 gr. taze çekilmiş Mehmed Efendi kahvesi" diyorum bu yüzden. Hem getirilen kahvenin kırk yıllık hatırı, hem de öğrencime İstanbul gurme klasikleri olan bu yerleri tanıtmanın huzuruyla küçücük lokmalar halinde yiyorum mahlep kokulu paskalya çöreğimi.
Belki de bu yüzden, hani İstanbullu kimi tatlara duyduğum özlem pek bir kıpraşdığından, tariflerini bulup, onları kendim pişirmeye başladım bir zamandır. Yılbaşında babaevinde hazırladığım ve Rıfat dedemin paskalya çöreği içine "kuruş" saklama geleneğini tazelemek için heveslendiğim "paskalya çöreği" projem büyük başarı ile sonuçlanınca işi büyüttüm. Artık "paskalya çöreği (mayalı ve mayasız hamurla iki ayrı tarif), çatal çörek, İstanbul halkası" pişirebiliyorum kendi fırınımda. Bu sayede evimin yakınlarındaki "Lokman Hekim" de ihya oldu, zira haftada bir kez uğrayıp mahlep, çörek otu, susam alıyorum.

Pişirdiğim çörekler İstanbullu asıllarının alçakgönüllü birer denemesi yine de. Zira onları yer ve Mehmet Efendi kahvemi yudumlarken pencereden dışarı baktığımda ne Bostancı'daki evin sarmaşıklı bahçesini, ne de çiçeklerini olgunlaştırmak için güneşi bekleyen ortancaları görüyorum.

Pazar sabahı başladığım ve az önce öğleyi gören bu yazının peşine "çatal çörek" tarifi koymayacağım, zira benim sadece çöreklerle yetinmem gibi, siz de bu kez sadece resimle yetineceksiniz...

hk, 4.şubat.2007

fincâncı'nın şarkısı...


aklın alamadığıdır aldığı
saldığı, salamadığı
kalamadığı, kaldığı...

atlar yoruldular belki
arabacılar neşeli
yol, yolcu olmuş bak
hân, hâncı:

selâmlar üzre ol
ey yâsemenlere taclar ören fincâncı!

baharın işaretleri

Kimsesiz fotograflar albümü