Evi İstanbul'da olan ve nazımın geçtiği bir öğrencim "İstanbul'dan ne istersiniz?" diye sorduğunda, "küçük boy paskalya çöreği ve 100 gr. taze çekilmiş Mehmed Efendi kahvesi" diyorum bu yüzden. Hem getirilen kahvenin kırk yıllık hatırı, hem de öğrencime İstanbul gurme klasikleri olan bu yerleri tanıtmanın huzuruyla küçücük lokmalar halinde yiyorum mahlep kokulu paskalya çöreğimi.
Belki de bu yüzden, hani İstanbullu kimi tatlara duyduğum özlem pek bir kıpraşdığından, tariflerini bulup, onları kendim pişirmeye başladım bir zamandır. Yılbaşında babaevinde hazırladığım ve Rıfat dedemin paskalya çöreği içine "kuruş" saklama geleneğini tazelemek için heveslendiğim "paskalya çöreği" projem büyük başarı ile sonuçlanınca işi büyüttüm. Artık "paskalya çöreği (mayalı ve mayasız hamurla iki ayrı tarif), çatal çörek, İstanbul halkası" pişirebiliyorum kendi fırınımda. Bu sayede evimin yakınlarındaki "Lokman Hekim" de ihya oldu, zira haftada bir kez uğrayıp mahlep, çörek otu, susam alıyorum.
Pişirdiğim çörekler İstanbullu asıllarının alçakgönüllü birer denemesi yine de. Zira onları yer ve Mehmet Efendi kahvemi yudumlarken pencereden dışarı baktığımda ne Bostancı'daki evin sarmaşıklı bahçesini, ne de çiçeklerini olgunlaştırmak için güneşi bekleyen ortancaları görüyorum.
Pazar sabahı başladığım ve az önce öğleyi gören bu yazının peşine "çatal çörek" tarifi koymayacağım, zira benim sadece çöreklerle yetinmem gibi, siz de bu kez sadece resimle yetineceksiniz...
hk, 4.şubat.2007
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder