25.11.12

sessizlik iyi geliyor bana...

                                                                                   hk, Büyükada, Eylül 2012

" Ada'nın içinde saat dokuzdan sonra bütün kahveler kapanmıştır. Sokaklarda yalnız rüzgâr, kediler, rüzgârlardan siper sokaklara sığınmış, daha kalabalık yakın adalardan sürülmüş munis, bahtsız köpekler vardır.",  Sait Faik Abasıyanık, "Yaşayacak", Son Kuşlar, (Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1. Basım: Ekim 2012, s.21  )

Pazar öğle vakti, güneşli pencere, halsiz, sessiz ve sakin oda. Çalışma masamın karşı tarafında, her zaman benim oturduğum sandalyenin üstünde uyuyor Aşure. Balkondan pencerenin içine taşıdığım sardunya saksılarının arasından geçip, sağ koluma vuruyor güneş, ısıtacak gibi değil, kırk yıl öncesinin Pazar öğleden sonralarını hatırlatmak için yapıyor bunu sanki; hani neredeyse kasıt var diyeceğim. Ki o zamanlar Büyükada'yı değil, sadece Bostancı'yı bilirdim; İstanbul benim için dede evinin bahçesinden, Kadıköy rıhtımındaki lodos dalgalarından ve anneciğimin çekmecelerin içine yerleştirdiği lavanta keselerinden ibaretti. O evin içine ne az girmiştim oysa, dedemin ölüm haberi geldiğinde onbir yaşımdaydım: Ev toplanmış, eşyaların üstü örtülmüş, düzenini / kıyısını köşesini / hikayelerini en iyi annemin bildiği ve benim için yüz odalı esrarlı bir konaktan farksız bu "kuş yuvası" kapatılmıştı. On sene boyunca bir daha hiç gitmeyecektik oraya. Hikayelerin sadece eğlenceli ve mutlu sonla bitenleri anlatılacak, önceleri benim çocuk aklımla sezinlemeye çalıştığım / gençliğimde ise annem üzülmesin diye sormaya çekindiğim bütün o kederli ve ölümcül hatıralar es geçilecekti.
1984'den sonra kapıları, pencereleri açılan ve nedense benim zihnimde hep iyi paketlenmiş ve pamuklu sicimle bağlanmış dosyalar, çekmeceleri kilitli şifonyerler, kapakları sürgülü dolaplar, içinde ne saklandığı unutulan sandıklara gömülmüş; hikayelerini dinlediğim ama yüzlerini sadece siyah-sarımsı beyaz fotoğraflarda görebildiğim dünyadan çoktan göçmüş insanlara, hafif bir toz ve rutubet / kuvvetli bir naftalin ve kafuru kokusunun eşlik ettiği bir evdi orası. O eve kapatılan ve bir daha düşünülmesi bile yasaklanan uzak bir geçmişe dokunmadan yaşıyorduk yazları orada.
...

Nereden nereye, aslında bunlar değildi söyleyeceklerim; ama Sait Faik'in öyküsündeki o satırı okuyunca, dayanamadım. Odam sessiz, sessizlik iyi geliyor bana, düşüncelerimin fısıltısını daha iyi duyabiliyorum hem. Düşünceler konuşurken başka birisinin söylediklerine veremiyorum aklımı, hemen sussun istiyorum, düşüncelerim değil ama, o konuşan / o durmadan bir şeyler anlatan sussun ve hatta hemen, hiçbir şey söylemeden / benim bakışımdan o an orada, onunla olamadığımı / olmak istemediğimi anlayıp, gidiversin. 
...
Neden yazdım şimdi bunları? 
Çünkü beni olduğum kişi yapan, etrafımdakilerden farklı kılan ve uzaklaştıran, sadece zihnimde olup da kimsenin bilemeyeceği halleri anlamaya ihtiyacım var; kendimi anlamaya / kendimle anlaşmaya ihtiyacım var. Sessizlik çok iyi bu yüzden, ama yalnızlık iyi mi, ondan pek emin değilim.. Zira benimle susmaya, düşüncelerimin fısıltısını benimle birlikte dinlemeye razı ve hatta buna hevesli biri ile yaşamak; kendimle anlaşamayınca o'nun arabulucuğuna güvenmek, ya da zaman zaman o'nun anlattıklarıyla kendi düşüncelerimin sesini bastırmak iyi bir şey olurdu gibime geliyor.

Kimbilir zaten bu yazı da O'na yazılmıştır belki, okuyunca biliverir kendini..

hk, 25.11.2012

29.9.12

oradakine, 2012 / 1


Bırak, dedim.. bırak dokunma ona, gece kendi şarkısını söyleyerek uyutur barındırdığı tüm göze görünmez zifiri canlıları.. Baykuşlar, puhu kuşları ve yarasalara emanettir yaprakları ağaçların. Kimi, yerle göğün birbirine karıştığı kuzgun rengi bir bulutun içinden geçer, kimi uykusuzluğa benim gözlerimle alışır.

Yalnızsın işte, dedim. Yapayalnızsın hem de, öyle ki gecenin bu vakti ampullü bir radyonun Leningrad ile Viyana arasındaki kırmızı çizgisinden yükselen çıtırtılardan ibaret düşüncelerin.


Uyumalısın, dedim. Bak gözlerin kapanıyor, iç ışığını kapat artık bedeninin, perdelerin açık kalmasında da bir sakınca yok, yatağının ıssızlığına yakışır bir rüzgar serinletecek görmeye hazırlandığın kösnül rüyaları...

hk, 11.Eylül.2012, gece kraliçesi yıldızlı tahtından inerken

7.9.12

yolculuktan dönerken..





“...
hiçbir kent
vermez sevgisini
bir sevgiliyle dolaşmadan
içinde
öpüşmeden kuytularında

sen daha bekle.”

g.turan, görülen kentler (izmir)

Oradakine,  22.Şubat.2003

I.
Hep buraya dönüyorum:
Valizimin üzerindeki “varış yeri” etiketinde hep bu kentin adı var.
Kurşunîsi ıslanınca mora kesen kopya kalemiyle yazılmış bir şehir ismi, 
inatçı / ısrarlı, adreslerimden silinmiyor.

II.
Birkaç haftalığına gittiğim başka ülke kentlerindeki otel odalarını düşünüyorum.
Geçici adresler, benimsenen, ilk gün düzeninin korunamadığı, dışarıdan her gelişte küçük bir nesne ile kalabalıklaştırılan; konaklama süresi uzadıkça sahibinin kişiliğine bürünen, dağılan.
Odanın evcilleştirilmesi, sahibine ve onun ev hallerine alışması uzun sürmüyor. Ve odaya konuk olanın yaşamına da o “oda” konukluk ediyor...
Yerleşik düzenlerle karşılaştırıldığında minyatür bir ev-bark edinme hali “otel odası”nda yaşamak.
Kira evlerine alışkın kişiler için sürekli olan “sahiplenememe” duygusu, otel odalarında iyice yoğunlaşıyor; ama yine de yabancı bir ülkenin her şeyine yabancı olunan bir kentinde “oralı” imiş gibi görünebilmenin en kolay yolu küçük bir mahalleye benzeyen otelin hanelerinden birine ait anahtara cebimde dokunabilmekten geçiyor.

Anahtarı ev sahibine bıraktığımda valizimdeki etikette yine bu kentin ismini okuyorum.

III.
Alışmadan, onlarla ilgili alışkanlıklarımı çoğaltmadan geçmek, ayrılmak istiyorum gittiğim kentlerden. Alışkanlık özlem duygusuna hazırlık çünkü; zaman’la kızkardeş; sahiplenme ile sırdaş. Alıştıkça sahipleniyor, sahiplendikçe alışıyor, sahiplendiğin ile arana uzaklık ve zaman girdikçe özlüyor, özledikçe dönmek istiyorsun.
Oysa konuk olunan kentler devinmeyi, değişmeyi; başka hallere /  biçimlere / düzenlere dönüşmeyi sürdürüyorlar. Konuk olan, o kentin devinimi içinde sadece kısacık (göz kırpımı gibi) bir tanıklık / deneyim yüklenip, yoluna devam ediyor. Bu yüzden, özlediği de kendi biricik konaklamasının izlenimlerinden başka bir şey değil.
Dönmek, özlediklerinin (özleme neden olan anı ve alışkanlıkların) erozyonu ile yüzleşmektir; hayal kırıklığıdır, iç ezikliğidir.

IV.
“...
inkâr etse küçük limanların
bir fasikülden ince yolcu defterleri
yolumun yollarından geçtiğini
silsem bir bir tüm katlarını
inşa halindeki şiirlerimin,
ve elimde avucumda kalan bir tek çatı katı olsa
ele avuca sığmayan bir kasket gibi
...”

r.yunluel , karadeniz’de batan kum saati
(katedral’den düşen kuş)


hk, yirmiüçşubatikibinüç

"no mas tiempo"




Bak işte, gördün mü? On sene önce yazdıklarımı okuyoruz seninle,bu da demektir ki yazılanlar kimsesizdir / kimsenindir aslında: Şimdi -artık- bu cümlelerin her biri senin için. 

Benim belleğim çok zayıf, bunu seviyorum, hatta hayranım unutkanlığıma. İnsanın kendi yazdıklarını bir başkasının cümleleriymiş gibi okumasından, yıllar sonra kalbinin kendi sözcükleriyle  kamaşmasından daha müthiş ne olabilir.

Oku haydi, senin şimdi bütün bu yazılanlar. Oku ve benim yerime de sen hatırla: On sene sonra ne olacağı belli mi? Söyleyebilir misin hala burada, seninle, sensiz ya da yeni bir unutkanlığın eşiğinde olmayacağımı.

Oku hemen,"no mas tiempo"...

hk, yedieylülikibinoniki



Oradakine CDIX

“no mas tiempo”

1.
...sözcükler peşpeşe ve hiç durmaksızın, birer birer, ince uzun bir sütun halinde; telgraf şeritleri ya da hesap makinesi rulolarının birdenbire boşalıvermesi gibi. Sözcükler zamanın dakikalara bölünmüş adımlarını atıyor, harfler ki saniyeler... söyledikleri silinmiyor, konuştuklarımız imlere dönüşüyor çünkü. Yüzünü görmüyorum; parmaklarının hızı ile orantılı işte cümlelerini söyleyişi, bazen aceleci / bazen düşünerek / bazen düşerek / gözleri kamaşarak kimi... başını kaldırıyor ve tozlaşan ufuk çizgisini görüyor pencereden; ben,“burada yağmur sağanak”, diye yazıyorum. Benim olduğum yerde kırkikindiler’i andıran yağmurların yağdığını biliyor hemen... benim kentimin yağmuru onunkinin topraklarını serinletiyor.

2.
birbiri-mizden ülkelerle a y r ı l m ı ş ı z, sınırlar atlaslarda kırmızı ve kesik çizgilerle gösterilir ilkokuldan beri. Sınır kulübeleri o çizgilerin neresinde, dikenli teller, askerlerin bitip tükenmez nöbet sohbetleri, buradan oraya seslenişler, oradan buraya el sallayışlar...
uzak bir uzaktan yakın bir uzağa gelişine seviniyor annesi.

3.
sözcükleri saklayacağım / hem zaten sözcükleri görünür kılan siyah harflerin beyaz sayfaya işleyen belleği de onların saklanmak üzere yazıldıklarının farkında.
Saklayacağım ama söz, saklanmayacağım.

4.
...
“üç dakikam(ız) kaldı”

rengarenk bir papağan belirmiş kağıt bellediğimiz dikey ve ışıklı pencerenin pervazında, ben göremiyorum.
“no mas tiempo”: “fazla zaman kalmadı”, diyormuş.

kalmayan zamana gülümsüyoruz ikimiz de,
bir an evvel gitsin istiyoruz,
gideceğimizi bildiğimizden susuveriyoruz,
zaman ne kadar uzasa kalmayacak / yetmeyecek nasılsa,
bütün “hoşçakal”lar dilsiz değil mi ki zaten ?
söyleneceklerin söyleyeceklere /
söyleyeceklerin söyleneceklere doyamadığı o kısacık an,
ve söylenmeyen, söylenEmeyen herşey bir başına kalana geveze bir papağan...

5.
“ Lo conocí y aún no se me borra.*
( Onu tanıyordum ve o hala orada, içimde )
“ Y vuelvo a verlo, y cada día espero” *
( Onu görmek için geri gelir ve her gün beklerim.)

*Pablo Neruda’nın “El pueblo” şiirinden iki dize.



hk, onbe$mayısikibiniki

18.8.12

karabina


Sabah karar vermiştim yazmaya ve cümlelerin sureti olacak resimi seçmek için dosyaları karıştırırken aklımdan geçenlerin, akşam olduğunda da aynı kalacağını bilmiyordum. Oysa tahmin etmeliydim, zira günler böyle geçiyor yıllardır, başladığım sıkıntıyla daralıp, karararak. Yaz geçti, sonbahar eşikte sabırsız, hep aynı kalan sadece düşüncelerim ve hayallerim.

Gidemediğim yerleri hayal ediyorum;
babaevinin odalarını mesela,
kırlangıç sesleri ile mor gölgelere gömülen dağları,
evin elimle koyar gibi bildiğim / birbirine adım uzaklığını ezberlediğim odalarını,
koridorun duvarını kaplayan kabartma desenli kağıdın parmak uçlarımdaki tanıdık haritasını,
rüzgârla uçuşan tüllerin beyazlığını,
çekmecelerden / dolaplardan yüzüme çarpan sabun, lavanta ve naftalin kokusunu,
yatak örtülerinin rengini,
kahve fincanlarındaki mavi mineleri,
resim çerçevelerinden gülümseyen siyah beyaz suretleri,
likör kadehlerinin gece mavisi ve gümüş karışımı gölgelerini
( ev yapımı vişne likörü ikram edilirken kadehlere konulan vişne tanelerinin buruk tadını),
akşam güneşi balkon camlarından içeri süzülürken duvarlarda göz kırpmaya başlayan gökkuşağı damlacıklarını,
...

Hayatımda hiç değişmeyen "şeyler ve haller" olmasını çok seviyorum bunları düşününce. Onlar yolumu ve aklımı yitirmemi engelleyen işaretler zira. Tıpkı yerden yükseldikçe ardında uçurum derinliği bırakan dağ tırmanışlarında kullanılan karabinalar gibi..

Onlara tutunmaktayım.

hk, 18.8.2012

15.8.12

bu yazı yazmak


Doksaniki gün oldu yazmayalı, mutfak balkonunda yarattığım minyatür ilkbahar bahçesinin hercaileri biteli neredeyse kırkbeş, fesleğenim kuruyalı otuzdört gün. Biri uzağa, diğeri yakına iki yolculuğa çıktım tek başıma: İkisi de tatil yapmak için değildi. İki roman okudum, bir de öykü kitabı. Bu yaz için hayal ettiklerime  yaklaşamadım bile, hayaller hayaletler arasına katıldı, onlar da geçkin yaşına aldırmaksızın nar çiçeği rengi elbiseler giyen bir kadın misali şehrin sokaklarında kendi kendine konuşarak dolaşıyor olmalı.

Evdeki hesabın çarşıya uymadığı, zorunlulukların keyfiyetin önüne engeller koyduğu, başkalarının üstlenmeye erindiği sorumlulukların sessiz bir gönüllükle kabullenildiği bir mevsim geçirdim. Bana göre yaz bitti, şimdi sadece uzun ve öncekilerden farklı olacağına inanmadığım o güzü beklemekteyim.

Bu yaz, Akdeniz ülkelerinden birinde adını bilmediğim bir sanatçı tarafından çekilmiş -sardunyalı, vapur dumanlı, hercaili, ortancalı - şu daracık sokak fotoğrafı gibiydi benim için: Sadece suretinden izlemekle yetindiğim, çiçeklerine dokunamadığım, kapılarını çalamadığım.

Yaşanmayan bir zaman nasıl yazılabilirdi ki?

hk, 15.8.2012

13.5.12

"Mutfağa taşınmak neden?" sorusuna cevap



23. Nisan itibariyle evin mutfağına taşınmış bulunuyorum. Nedeni pek de karmaşık değil aslında, veya öyle de ben farkında değilim.. Pazartesiydi günlerden, kış boyunca adım atmadığım küçük mutfak balkonunun güvercin istilasına uğramış perişanlığına son vermek geldi içimden ( hayret, aslında içimden hiç bir şey gelmiyor çok uzun zamandır ). Sözü uzatmaya gerek yok, iki buçuk saatlik bir uğraşın ardından, balkon mis gibi oldu. Ama geçen yazdan beri boş duran saksıları da şenlendirmek gereği doğdu bu kez. Mahalle arasında bir "çiçekçi" ve çiçekçide de bahara uygun fideler olunca bu meseleyi de kolaylıkla hallettim. Minyatür hercai menekşeler en sevdiklerim, uzun saksılara beşer fide diktim; yıllar önce sanırım Berlin'den aldığım minyatür bahçe cücelerini de saksıların dibine yerleştirdim. Balkon parmaklığına asılan mavi teneke saksılıkların içine de sardunyalarımı yerleştirince şenlik tamamlandı. En üst katta yaşamanın iyiliği balkon manzarasının yandaki apartmanın çatısı olması, yoksa sürekli birileri ile göz göze gelmek zorunda kalacaktım.


Balkon yazlıklarını giydi giymesine de, bu keyfin ben kazıya gidene dek sürecek olması canımı sıkıyor. Sadece böyle zamanlarda "keşke bir otomobilim ve ehliyetim olsaydı" diyorum, işte o zaman çiçeklerimi bir kutuya yerleştirir, Akide ile Aşure'yi de arka koltuğa oturtur, dilediğim yere giderdim. Ev bitkileri ve evcil hayvanlar yolculuk eden, uzun süre ile uzak yerlere gidenler için akılın evde kalması demek.. Onlarla birlikte yaşarken çok mutlu eden, rahatlatan, dinlendiren, hatta iyileştiren bu canlılar, onlardan ayrı düşmemizi gerektiren yolculuklar ortaya çıkınca akla düşen ilk endişe oluyor. Ya da tam tersi, bu endişeyi kendimiz onlar kadar "evcimen" olamayarak yaratıyoruz. Diğer taraftan birlikte yaşadığımız canlıların "seyahat etme özgürlüğünü kısıtlaması" da kabul edilebilir bir hal değil kuşkusuz.
Sadece bu nedenle evinde bitki yetiştirmeyen, evcil hayvanları sahiplenmeyenler olduğu gibi; evindeki canlıları  yalnız bırakmak istemediği, ya da başkalarına emanet edemediği için seyahat etmekten vazgeçenler olduğunu da biliyorum. Yine de an geliyor, insan yaşamını yerleşik ve gezgin hallerini de onlarla paylaşmak istiyor işte..


Mutfağa taşınmak meselesine gelince: Sanırım evin diğer yerleri için de, bu şehir için hissettiğime benzer bir bıkkınlık duymaya başladım. Mutfak küçük, ama balkonu var, yan taraftaki apartmanın kiremitleri eski, antenleri paslı çatısına bakıyor. Manzara da manzara değil hani! Ama kahve kokusu ve sabah sesleriyle birleşince sanırım kendimi biraz İstanbul'da, biraz İzmir'deymiş gibi hissediyorum. Akşam üstlerine yetişemiyorum haftaiçinde, ama yine de kırlangıçların çığlıkları ile Karşıyaka'ya uçuyorum: Evimin anneli babalı günlerine. Balkondan içeri girmeme izin vermiyor annem, "özlemişsindir, otur keyfine bak çocuğum" diyor. İkisi de mutfaktalar, kızaran kuru köftelerin kokusu içeri atacağım ilk adımda aklımı başımdan alacak. Tül perdenin ardındaki güzel dünya, sofrada baba elinden çıkmış çoban salatası, mis gibi domatesli pilav. Kırlangıçların sesleri hiç durmadan, deli deli uçuyorlar; sanki hiç yorulmazlar, hiç bir dala konmazlar, hiç yavaşlamazlar. Önce bir yuva, sonra iki, derken dörtleniyor. Annem müjdeliyor her yıl, " gözümüz aydın, bizim kiracılar geldi çocuğum", diyor telefonda. Sesinden anlıyorum ne kadar sevindiğini, kırlangıçların yolunu gözleyen o güzel kadın, Saatli Maarif Takvimi'nin yaprağını saklıyor kenarına bu kavuşmanın notunu düşerek.

Mutfakta oturmam bundan.

Gerçi başka şehir, başka ev, başka balkon ama, neyse ki hep aynı kırlangıçlar..

hk, 5. Mayıs. 2012

7.4.12

İlkbahar günlüğü I. : Paskalya Bayramı


Uzun yıllar önce Berlin'de, Alman Arkeoloji Enstitüsü'nün burslusuyken "Paskalya Bayramı" kutlamalarına şahit olmuştum. Kaldığım misafirhanedeki odam, tek katlı büyük evin hemen yanındaki büyük parka bakıyordu. Terasa açılan yere kadar cam balkon kapısı ve iki yanındaki büyük, çift kanatlı pencerelerin önüne yerleştirilmiş siyah, ağır çalışma masasında oturup yazı yazmaya bayılırdım ( o zamanlar notebook bilgisayar sahibi olmak müthiş bir ayrıcalıktı ve ben Sedat Amca'mın hediyesi olan IBM bilgisayarın küçük, siyah beyaz ekranında uzayıp giden cümlelerimden pek memnundum). İlkbahar bursuydu benim gittiğim: Arnavutluk, Yunanistan, Bulgaristan ve Türkiye'den bilim adamlarıyla paylaşıyordum misafirhaneyi. Sabahları mis gibi kahve kokusu ve küçük tombul ekmeklerin taze sıcaklığı kalmış aklımda en çok.

Paskalya yaklaşırken pastanelerin vitrinleri boy boy çikolata tavşanlar, çikolata yumurtalar ve rengarenk çiçeklerle donandı. Filizlenen ağaç dallarına renk renk Paskalya yumurtaları asıldı.


 Tavşan, yumurta ve fulya desenleri işlenmiş örtüler, kanaviçe tablolar en gözde hediyelikler oldu. Paskalya ( Easter / Ostern ) kartları birbirinden güzel resimleri ve uçuk pembe, mavi, sarı zarfları ile mağazalarda kapış kapış satıldı. Yumurta boyamak ve desenlemek için kitaplar, dergiler satışa sunuldu.


Bu renkli ve heyecanlı hazırlık döneminin ardından Paskalya Tatili geldi ve sokaklar ıssızlaşıverdi. Anneciğime o bayramın hatırası olarak hediye ettiğim, kenarlarına Paskalya yumurtaları işlenmiş keten örtüleri her ilkbahar kullandı. Çikolata tavşanı kırıp yemeye kıyamamış olmalılar, çünkü yıllar sonra (annemin ardından) jelatin kağıdının içinde ve boynundaki toz pembe kurdelasıyla büfenin içinde buldum
.


Alman Arkeoloji Enstitüsü'nde kalan uluslararası grup içindeki Yunanlı hanım müzeciye Yunanistan'daki arkadaşlarının gönderdiği Paskalya çöreği ise bu bayramın en lezzetli yiyeceğiydi benim için. İstanbul'da Beyaz Fırın'ın ustası olduğu mahlepli, üstü bademli ve örgü şeklindeki Paskalya Çöreği'nin tıpkısı Atina'dan çıkagelmişti. Jelatin ambalajının üstünde "Costantinopolis Usulü Paskalya Çöreği " anlamına gelen Yunanca yazıyı görünce çok şaşırmış ve mutlu olmuştum. Annem yaşındaki, pek neşeli ve konuşkan Yunanlı meslekdaşım bana gizlice iki dilim vermişti o zaman. Yaklaşık iki aydır Berlin'deydim, ailemi çok özlemiştim ve o iki dilim çöreği küçük lokmalar halinde yerken, zırıl zırıl ağlamıştım.

Yarın Hıristiyan dünyası bir başka Paskalya Bayramı'nı* kutlayacak, dilerim hatıralarımdaki kadar güzel, renkli, neşeli ve lezzetli geçer.

Keşke İstanbul'da olsaydım, Beyaz Fırın'daki en büyük, en mis mahlep kokulu, en güzel süslenmiş Paskalya Çöreği'ni satın almak için bu sabah erkenden Kadıköy çarşısına giderdim.

hk, 7.4.2012




* Vikipedi diyor ki: "Paskalya (Latince: Pascha, Yunanca: Πάσχα, Pascha), Hıristiyanlıktaki en eski ve en önemli bayramdır. İsa'nın çarmıha gerildikten sonra 3. günde dirilişi kutlanır.Doğu ve Batı kiliseleri arasında farklılıklar olmakla beraber, Paskalya dönemi yaklaşık olarak Mart sonundan Nisan sonuna kadar olan dönemdir. Her sene sabit bir tarihte gerçekleşmeyen ve dünya kiliselerinin çoğunda Pazar günü kutlanan Paskalya Günü ise, Kıyam Yortusu, Diriliş Pazarı ya da Diriliş Günü olarak da adlandırılır.


Paskalya tüm Hıristiyanlar tarafından kutlanır. Yaygın olarak kiliselerde düzenlenen ayinlerin dışında, kutlandığı ülkeye göre değişik gelenekler vardır. Bunlar arasında en yaygını şahısların birbirine genellikle çikolatadan yapılan Paskalya tavşanı ve Paskalya yumurtası hediye etmesidir.

Paskalya, perhizle geçen beş haftalık (büyük perhiz) bir hazırlık dönemi ile son haftayı (kutsal hafta) kapsar. Paskalya Günü'nde (Diriliş Günü) sona erer.
Paskalya Günü için evlerde özel çörekler (Paskalya çöreği) yapılır; yumurta (boyalı paskalya yumurtası) haşlanır; mumlar yakılır; dualar okunur. Süryanilerin temmuz ayında kutladıkları Meryem Ana Paskalyası adı verilen yortu da Paskalya kavramı içine girer.
Katolik Kiliselerinde, Paskalya gecesi ayininde yeni ateş kutsanır, Paskalya mumu yakılır; Kitabı Mukaddes'ten bölümler okunur, vaftiz törenleri yapılır. Hıristiyanlığın başlangıç döneminde vaftiz törenleri, yılda yalnızca bir kez, Paskalya gününde yapılırdı.
Rum ve Rus Ortodoks Kiliselerinde gece ayinlerinden önce kilise dışında bir ayin alayı düzenlenir. Alay kiliseden çıkarken hiç ışık yakılmaz; dönüşte ise, İsa'nın dirilişini simgelemek için yüzlerce mum yakılır.




Paskalya yumurtası veya Bahar yumurtası, Paskalya veya ilkbaharı kutlamak için verilen özel yumurtalardır. Yumurta kadim kültürlerde dünyanın yeniden canlanmasının sembolü olarak kullanılırdı ve bu adet sonradan Hıristiyanlar tarafından da benimsenmiştir.Bir Hristiyanlık öncesi gelenek olan yumurta boyamak Hıristiyanlıktan sonra Paskalya bayramı ile de özleşmiştir. İlkbahar başlangıcında (21 Mart) Eski Mısır ve İran'da arkadaşlar birbirlerine canlanmanın sembolü olan boyalı yumurtalar verirlermiş. Sonradan, Hristiyanlığı kabul eden bazı putperest kültürler bu adetlerini Hristiyanlık ile bütünleştirmişler ve bu adet İsa'nın hayata geri geldiği gün olan Paskalya ile özdeşleştirilmiştir."

6.4.12

Bilgin Hoca'ya mektup..

Doç. Dr. Bilgin Gürateş, 1964 - 2012


Bilgin Hocam,

Üç gece önce gözgöze geldik ilk kez, siz suretinizden bakıyordunuz bana, ben nereden geldiği belli olmayan derin ve uzak bir uğultunun kıyısında oturuyordum. Aynı yaştaydık, ikimiz de akademisyendik, siz insanları iyileştiriyordunuz ben eşyaları, şehirlerimiz uzaktı birbirine, ne bir uçak yolculuğunda / ne de bir Boğaz vapurunda karşılaşmıştık. Varlığınızdan, o şehirdeki yalnızlığınızdan, kimselerle paylaşmadığınız sıkıntılarınızdan, aydınlık yüzünüzü gölgeleyen endişelerden habersizdim.  Ne sizin, ne de dünyaya getirdiğiniz bebeklerin seslerini duydum.

Hep oradaydınız, vardınız, çalışıyor ve üretiyordunuz; yazıyor, okuyor, anlatıyor, sağıltıyor, güveniliyor ve seviliyordunuz; ve hem de sizi tanıyan / bilenler dışındaki kimse için yoktunuz.. Ne yazık ki o herkesden biriydim ben de.

Gazete ve televizyon haberlerinde, köşe yazılarında anlatıldı hikayeniz;  kayıptınız önce, merak ve endişe ile beklendiniz; sonra ayrıntıları akılı ve kalbi acıtan bir dehşete dönüştü yokluğunuz.

Sizi tanımasam da, muhabirlerin yazdıklarından, görüntülerden, fotoğraflardan bir " Bilgin Gürateş" izlenimi edinmek yetti de arttı bu mektubu yazmama. Okuyamayacağınız bir mektup, hayatta olsaydınız yazılmasına gerek kalmayacak bir mektup.

Bilgin Hocam,
Siz hayat vermek, tedavi etmek, umut olmak için yetiştirildiniz; size harcanan emeği bilginizin, deneyiminizin, aklınızın ve insan sevginizin tüm gücüyle kullanıp, kimbilir kaç aileyi sevindirdiniz. Bilimsel çalışmalarınız, araştırmalarınız, makaleleriniz, bildirilerinizle mesleki gelişiminizi sergilerken öğrencilerinize de örnek oldunuz, onlara rehberlik ettiniz, yollarını ışıttınız. Hem sağıltan, hem öğreten bir hekim olmanın kıvancını yaşadınız.
Sadece bu kıvanç bile yeterdi aslında sizi hiç tanımayan birinin başınıza gelenleri öğrenince kahrolmasına...

İsterdim ki ölümünüzle ilgili tüm ayrıntılar, şimdi bir delil torbasında saklanan ve sizi hareketsiz bırakan o ip, bedeninizden çıkartılan kurşun, katlinizden sorumlu kişilerin zifiri ruhları, ardınızdan konuşulanlar, tenha cenaze töreniniz, her parçası müthiş bir karanlığı ve yalnızlığı çağrıştıran bu bölüm silinsin yaşam öykünüzden.
İsterim ki, dostlarınız, meslekdaşlarınız, öğrencileriniz, hastalarınız ve hatta sizden ölümünüzle haberdar olan bizler bile sizi şu kumral suretinizdeki gülümseyişinizle anımsayalım.

Bilgin Hocam,
Ürettikleriniz, paylaştıklarınız, öğrettikleriniz, iyileştirdikleriniz, dostluğunuz ve varlığıyla mutlu edenlerden olduğunuz için borçlu kaldık size. Sizi yalnız başına gittiğiniz o karanlıkta yitirdik. Ama bilin ki ölümünüz gözlerinizdeki ışığı sizi sevmekten ve anmaktan hiç vazgeçmeyecek dostlarınızın belleklerine yerleştirdi .

Sessizliğiniz sonsuz da olsa, artık eskisinden daha çok varsınız.


Kederle,
hk, 6.4.2012

25.3.12

" dünyaya kim olmaya geldim ben? "

Belleğimin ne kadar zayıf olduğunu her geçen gün daha fazla anlıyorum; sisli bir çayırda yürümek gibi bu unutkanlık, nereden geldiğimi biliyor ama yola çıktığım zamana ait olay ve kişileri o sisin içinde yitiriyorum. Belki de iyi bir meziyettir bu, zira aralarında beni üzen, inciten, yolumdan alıkoyan, aklımı karıştıran, zihnimi gereksiz yere meşgul eden niceleri olduğunun farkındayım. Onların ağırlığı ve yorgunluğu mu şimdi beni suskunlaştıran, yoksa o çayırda yürümekten duyduğum sıkıntı mı? Dün sabah erkenden uyandım, ama yataktan çıkmadan " Siyahlı Kadını" okumaya başladım, ince bir kitap, müthiş ayrıntılı ( tam da benim sevdiğim türden) betimlemelerle dolu. Sonra kendime kahve yapıp salona, pencerenin önündeki berjere taşındım kitabımla birlikte, pencereyi açtım, ürpererek ( okuduklarımdan değil, pencerenin aralığından esen sabah rüzgarından) okumaya devam ettim bir süre. Üşüdükçe pencereyi kapatmak yerine, yatağa dönmek isteği çoğaldı içimde; ben de hiç alışılmadık bir biçimde yorganın sıcaklığına geri döndüm. Okuma gözlüklerim kulağımı ve burnumu acıtırken gözlerim kapandı, uyumuşum. Benim çok çocukluğumda babamın Citroen marka bir otomobili vardı, siyah ve sert minder yayları, açık gri döşemesi olan, modelini anımsayamayacağım bir aile yadigarı.


Uykuyla birlikte kendimi yine babamın kullandığı o otomobilin içinde buldum, annem her zamanki gibi şöför koltuğunun yanında, önde oturuyordu ve ben arkadan onun kısa kesilmiş dalgalı saçlarını görüyordum. Karanlıktı, annem bir şeyler anlatıyor, babam arada bir onaylanan kısa cümlelerle cevap veriyordu. Böyle gittik bir süre, sonra babam arabayı kaldırıma yaklaştırıp durdu ve "hadi kızım, biz seni burada bekliyoruz", dedi. Otomobilden indim, geniş bir ara sokaktaydık, yürüdüm ve deniz kıyısına ulaştım, Karşıyaka'dan Güzelyalı'ya bakıyordum şimdi. Gece vaktiydi, artık o şehirde yaşamadığımı biliyordum, orada kalamayacağımı da.. Birden paniğe kapıldım, " ya beni almadan giderlerse..", bir yandan karşımda ışıldayan denizli şehire doyamadan oradan ayrılmak zorunluluğu beni müthiş üzüyor, bir yandan da o siyah Citroen'de beni bekleyen anne ve babama yetişememek korkusu aklımı başımdan alıyordu.. Ağlamaya başladım, o  sokağa doğru ilerlerken, denizli gece manzarasından uzaklaştığımı bilerek, " buradan ayrılmak istemiyorum", diye sayıklıyor, bir yandan karanıkta iyice belirsizleşen siyah otomobili ve içinde beni bekleyen o iki güzel yüzü görmek için çırpınıyordum..

Uyandım.

Kalkıp giyindim ve kendimi evden dışarı attım ( kelimenin tam anlamı ile attım), Kızılay'a indim, Yapı Kredi Yayınları'nın mağaza vitrininde "Mırnâme" : Büyüklere Kedi Şiirleri'ni gördüm. İçeri girdim, kitabı nedense "çocuk kitapları" arasında buldum. Feridun Oral resimlemiş Yalvaç Ural'ın şiirlerini, rastgele açtığım sayfadaki şiiri okur okumaz gözlerim doldu, şiirin resmini görünce ağlamaya başlayacağımdan emin olup, kitabı kapattım. Aynı kitaptan üç tane aldım ( aslında kedisever tüm tanıdıklarıma bu kitaptan vermek isterdim ), evde uyur bıraktığım kedi çocuklarımı düşündüm:


Aynadaki Kedi
- hiç kedi görmemiş bir kedi için ağıt-

Aynada
Yüzünü gördü
Küçük kedi.
Şaşırdı.
Çünkü yüzünün hep,
Sahibi,
O küçük çocuk gibi,
Sarışın ve çilli 
Olduğunu sanırdı.

"İyi ki Akide'nin yanında Aşure var artık", dedim kendi kendime.

Çiçekçiler, balıkçılar, kalabalık. Toz naftalin gelmemiş henüz Mısır Çarşısı'na. Kışlık giysilerin dolaplardan, çekmecelerden çıkıp, naftalinlenme ve yaz uykusuna yatma vaktine az kaldı oysa ki. 

Pinhani şarkısı diyordu ki dün ben dolaşırken Ankara'nın sokaklarında:
....
kimse bilmez ki ben bilmezsem
dünyaya kim olmaya geldim ben?
ama kimse bilmez ki ben bilmezsem
dünyaya kim olmaya geldim ben?
....
Ne için, ne pahasına, neden inat ettiğimi düşünmekteyim?
ya da
dünyaya kim olmaya geldiğimi ilk kez ve ısrarla gözden geçirmekteyim.
Siyah Citroen çürüyüp gitmiştir çoktan,
annemle babam tomurcuklanmaya hevesli bir erguvan ağacının altında büyük uykularına dalmışlar*,
elli yaşıma çok az kalmış,
hayatın dinç ve dirençli yılları eksilmeye, azalmaya başlamış,
hasreti rüyalara yerleşen iki kentin uzaklığı, 
oralara senede bir kez yapılabilen yolculuklarla
yetinmenin bunaltısıyla daha da büyümekte üstelik.

Annem çıkıp gelse,
" haydi toparlamaya geldim seni, oyalanma buralarda" deyiverse,
arkama bile bakmadan, umursamadan gideceğim.

hk, 25. Mart.2012


* -büyük uyku- betimlemesini çok sevdim ben, Altay Gündüz'ün "Geçmişe Yolculuk" kitabında okudum ilk kez.

20.3.12

Nanik



İkibinonbiri ikibinonikiye bağlayan kışın pek yaman geçtiği, Doğu Anadolu'da her sene yaşanan kar ve buza teslim olma nakaratının yinelenerek ve sabırları sınayarak batıda da hakim olduğu malum.. Kendimi "bahar, bahar" diye sayıklarken bulduğum sabah sayısı nice oldu bu kış, güneşsizlikten rengini yitiren ev bitkileri gibi solgun, mutsuz, halsiz, tedirgin bir hal aldı ruhum. Benim ruhumun toprağı zaten hüzünden, endişeden yana pek bereketlidir; son beş yıldır kederli bulutlar dolaşır durur başımın üstünde: Bir de kış uzayınca, kar soğuğuna beni irkilten, huzursuz eden, fikrimi çamurla sıvayan, bir yüzü gülen bir yüzü küfreden, söylediği ile düşündüğü birbirini yalanlayan insanlar eklenince iyice imkânsızlaştı bu şehire dayanmak. Oysa şehirin ne günahı var.

Evcil olmanın tüm hallerine razıydım, yeter ki o insanların arasına karışmayayım. Yaşlı bir kaplumbağa gibi geçirdim bu kışı. Başımı kabuğumdan çıkarmadan, olabildiğince az konuşarak, az gülerek ( kaplumbağalar güler mi ki?), çok düşünerek, olasılıkları, yerleri, iklimleri sıralayıp, altlarını ve üstlerini çizerek. Üşüdüğümü söyleyemem, düşünürken üşünmüyormuş meğer..

Üç gündür "bahar şarkı söylüyor" pencerenin dışında. Kırlar nasıldır merak ediyorum şimdi. Ege'de papatyalanmıştır çoktan yeryüzü, kırlangıçlar gelmiş midir Karşıyaka'daki evimin balkonuna o kırların üstünden uçup ? Zaman geçmeyi severken böyle arkasına bile bakmadan ve yüzünde arsız bir sırıtmayla: İşte gördün mü, seni de alt ettim -bitmeyecek gibi yaşadığın o mutlu günlerini bir nefeste bitirerek- !, diye fısıldıyor. Kargoyla gelen karton kutunun içinde, sapları ıslatılmış pamukla kundaklanmış papatya demetinin hayaleti beliriyor gözlerimin önüne. Yanında lor kurabiyeleri, bir kalıp da İzmir tulumu belki.. El yazısıyla yanaklarımı öpen, -canım çocuğum benim- diyen bir not: "Bu ilkbaharın ilk papatyaları evinde açsınlar yine."

Ne şanslı bir çocuktum.

Arsız zamana nanik yapmak için bir buket papatya aldım bu sabah Sakarya'daki çiçekçilerden. Bodrum'un kırlarından toplanmış, mis gibi, tazecik. Vazoya değil de, geniş ve büyük bir cam kasenin içine yerleştirilirdi bizim evde papatyalar ve Manisa laleleri. Suyu içtikçe sapları kasenin biçimini alır, başları dimdik, masanın üstünde küçük bir kır şarkısı gibi dururlardı.

Baharın şarkısı evime papatyalarla girecek bu akşam ve  ben onlara baktıkça annemle gözgöze geleceğim.

hk, 20.Mart.2012

21.2.12

gizli bahçe


21. Şubat sabahının kahve tadı diğerlerinden farklı olmasa da, gece gördüğüm rüyaların tesiriyle şimdi kapıları kapanmış başka bir dünyadan geldiğimi hissediyorum. Orada annem ve babamla aynı evde yaşıyor olmalıyız, Karşıyaka'daki evimizde. Zira uyanmaya yakın, içinde yattığım yataktan kalkıp artık güne başlamayı düşündüğümü ve odadan çıkıp, salona gitmek için Karşıyaka'daki evimin planını hayal ettiğimi hatırlıyorum. O dünyada kurulu ev, ömrümün en güzel yıllarını annem ve babamla birlikte geçirdiğim yer; buna da şaşırmamak gerek. Annemle konuşuyoruz, sadece yüzünü göremiyorum, ya bana sırtı dönük bir işle uğraşıyor, ya da yüzünü göremeyeceğim bir yerde uzanıyor. Hafta sonu ( şimdi bu yazıyı kaleme aldığım evde ) yıkamaya üşendiğim bulaşıkları yıkıyor mesela mutfakta, uykumun içinde su sesini duyuyorum, biliyorum mutfakta O'nun olduğunu, mahcubiyet duyuyorum, çok hem de. Yataktan fırlayıp yanına gitmek, "Anneciğim ne yapıyorsun, bırak ben hallederim şimdi", demek istiyorum aslında. İşte bunu düşünürken, yatak odasından mutfağa gitmek için izleyeceğim yolu çiziyorum zihnimde, odamdan çıkınca annemle babamın yatak odasını göreceğim hemen, çoktan uyanmış olacaklar, çay demlenmiş, kahvaltı sofrası kurulmuş beni bekliyorlardır; -bak işte yatak toplanmış, örtüsü serilmiş, balkon kapısı aralanmış bile-.. Tek kişilik yatağımın kenarından ayaklarımı sarkıtıp, evin seslerini dinlesem, bu saatte televizyon açılmaz, sadece radyo ya da Mozart'ın piyano konçertolarından birini duyabilirim, o da mırıltı gibi.
Sesimi duyuramadığım da oluyor anneme: Kanepede uzanmış kitap okuyor; evde bir de yabancı misafir var, sürekli bir şeyler yazıp çizen sakar, beceriksiz, yeteneksiz bir Japon. Bir ara odadan çıkıyor, ben anneme alçak sesle seslenmeye başlıyorum, misafirin harap ettiği kalemlerimi, kalem şeklindeki silgimi kaldırmak istiyorum ortadan.Ama annemin onayına ihtiyacım var, defalarca sesleniyorum, hiç oralı olmuyor, ben de kucağına doğru bir kurşun kalem fırlatıyorum bana baksın diye. Kalemi alıp bir kağıt parçasına o güzel el yazısı ile bir kaç satır yazıyor, sonra da kağıdı katlayıp bana doğru atıyor. "Silgiyi kaldır, evde kullanırız", diye yazmış kağıt parçasına.
O anda el yazısını görmek, sesini duymaktan farksız...

Kahvenin kokusu da, tadı da aynıydı bu sabah. Birazdan aralarına karışacağım insanların yaşadığı bu şehir de aynı, gideceğim yerdeki yüzler, meseleler, işler de. Gidip geldiğim o dünyayı yaratan benim zihnim, hasretim, yokluğuna alışamadığım hallerdir belki; ya da daha önce yolunu bulamadığım ve aslında hep orada var olan bir -gizli bahçe-..

hk, 21.Şubat.2012

4.2.12

kış günlüğü 3: geçmişe yolculuk



Yazmayı aklımdan geçirdiğim pek çok sabah ve akşam oldu, bu yüzden cümlelerin Ocak ayı çıkmak üzereyken toparlanmasına şaşmamalı; zira ben de üç haftadır kar toplayan bulutlar gibi düşünceleri biriktiriyordum. Bazen içime sığmayacak kadar büyük bir yumağa dönüşmesi gerekiyor sıkıntının, hüzünün ya da hasretin. Bu sefer nasıl tanımlayacağımı tam olarak bilemediğim, ama sevdiğim ve hiç zorluk çekmeden içselleştirdiğim bir ruh halinin yatışmasını bekledim. Aslında söyleyeceklerim nice de, sakinleşip hepsini bir kerede ve okuyanın aklını karıştırmadan diyebilecek miyim? İşte ondan emin değilim pek..

Füruzan'ın " Sevda Dolu Bir Yaz" adlı öykü kitabını okurken başladı herşey. Birbiri ile bağlantılı üç uzun öykünün kahramanları, yaşadıkları İstanbul ve evler, ev alışkanlıkları, aile üyelerinin birbirlerine düşkünlükleri, dinledikleri ve söyledikleri şarkılar, Ermeni ve Rum komşu / arkadaşları, giysileri, evlerin arka bahçeleri, o bahçelerdeki oyunlar, ailenin tek kız çocuğu olmak. Okuduklarım anneciğimin çocukluğumdan itibaren en ince ayrıntılarına kadar tatlı tatlı anlattığı kendi çocukluk ve ilk gençlik yıllarının hikayelerini çağrıştırıyor; İstanbul'da bir başka mahallede, bir başka ailede, başka komşular ve akrabalarla yaşanmasına rağmen benzer hüzünler, acılar, dostluklar, mutluluklar, ümitler, endişeleri seslendiriyor; öyle ki her paragrafta annemle başbaşaymışız da, ben yine eskisi gibi onun sesinden uzak bir akrabanın hayat hikayesini dinliyormuşum hissine kapılıyordum.. Kitabı okumak için yatağa her zamankinden erken giriyor, okurken zaman zaman gözlerimi kapatıp hikayelerin belleğimde canlandırdığı ve annemden dinlediğim hatıraları düşünüyor, sonra yeniden Füruzan'ın satırlarına dönüyordum. 215 sayfanın okunması ne kadar sürebilirdi ki, bir ayağı annemin diğeri benim çocukluğum üzerine kurulmuş o ıssız köprüden defalarca gidip gelişim kitapla birlikte sonlanıverdi. 
Ve beni aldı bir düşünce, bu garip ve hüzünlü mutluluk halini ne yapıp edip de sürdürebilirim diye.

Füruzan'ın İstanbul'da geçen öykülerinden oluşan iki kitabını daha edindim sonunda: Benim Sinemalarım ve Gül Mevsimidir. Yapı Kredi Yayınları'ndan çıkmış bu iki kitabı yayınevinin Kızılay Meydanı'ndaki artık daha geniş ve ferah kitapçısından alırken, gözüme kapağında siyah beyaz fotoğraf olan bir başka kitap çarptı. "Geçmişe Yolculuk: İnsanlar, Hatıralar, Olaylar ve Düşünceler", yazarı Altay Gündüz. Kalın bir kitap ve arka kapağında diyordu ki:" 1930'lu yıllarda (Atatürk'ün ölümüne ve İkinci Dünya Savaşı'na dek) güler yüzlü insanların, gülümseyen insanların ülkesiydi Türkiye. Tramvay biletçileri, sinemalarda yerinizi gösteren matmazeller, taksi şöförleri, ayakkabı boyacıları, alışveriş yaptığınız dükkanlardaki tezgahtarlar, yol verdiğiniz insanlar hep gülümserdi size." Ve devam ediyor, " Altay Gündüz, 1930'lardan 2000'lere uzanan yaşantısını, ailesini, arkadaşlarını, dostlarını anlatıyor, tanık olduğu önemli olayları yorumluyor Geçmişe Yolculuk'ta: Sevgiyle hatırlayıp sevgiyle yâd ediyor dünü ve ömrünü..." Bir an bile tereddüt etmedim, Füruzan'ın öykü kitaplarının üstüne koyuverdim Geçmişe Yolculuğu..


İşte benim anneciğimin cennete göçüyle başlayan en zor yoksunluklarımdan biri de böylece hafiflemeye başladı; zira kitabın yazarı Altay Bey 1927, anneciğim 1930 İstanbul doğumlu. Her ikisinin de yaşamları aynı dönemin İstanbul'unda ( annem için İstanbul 1966'da bitecek, İzmir yılları başlayacaktır), birbirine pek benzer aileler içinde, aynı dönem olaylarının etkisi altında geçtiği için Altay Bey'in özellikle çocukluk ve ilk gençlik dönemlerine dair yazdıklarını okurken anneciğimi dinler buluyorum kendimi. Kitabın bitmesinden korktuğum için de, sadece geceleri açıyorum kapağını, hani neredeyse "kendi kendime masal okur gibi"...
Yazılanlar aklıma annemin anlattıklarını getiriyor, unuttuğum ve onun çocukluğuna ait hikayeleri; yerleri, yer isimlerini, yolculukları, dükkanları, ev hallerini, alışkanlıkları, mecmuaları, yiyecekleri, masalları, büyükanneleri, ev eşyalarını, mektupları, fotoğrafları... Uykum gelince hiç direnmeyip, hemen ışığı söndürüyorum, zira geçmişe yolculuğun güzergâhını küçük adımlarla ve her ayrıntıyı önce zihnimdeki çiçek dürbününden süzüp, özde benzer ama yine de farklı bir hatıra, görüntü, çehre, tebessüm, cümleye dönüştürerek ilerlemeyi seviyorum.
Öyle paragraflar okuyorum ki bazen, içimi çeke çeke ağlar buluyorum kendimi. Yatağımın ayak ucunda kıvrılmış uyuyan Akide kulaklarını dikiyor hemen, başını kaldırıp " yine ne oldu?" der gibilerden dikkatli ve mahmur yüzüme bakıyor.

Yaşadığım şehir, hergün geçtiğim yollar, konuştuğum yüzler, dinlediğim cümleler, zihnime takılıp kalan huzursuz edici düşünceler, bunaltan haller; hepsinden yatağın ılık yumuşaklığında, kedi mırıltıları ve kar sessizliği eşliğinde, anneciğimin başucumda gülümseyen suretiyle ve elimde giderek ağırlaşan kitabın sözcükleriyle uzaklaşıyorum.

Şimdilik yapabildiğim sadece bu.

hk, 4.2.2012

1.1.12

kış günlüğü 2 : Yeni Yıl için ilk yazı



Bebekliğimi saymazsak eğer, hayatımda ilk kez yeni yıla çok tatlı ve derin bir uykuda girdim .. Ne son saniyeler için yapılan geri sayımı gördüm, ne havai fişeklerin yıldızlarını, ne adetim olduğu üzere biten yıl için hüzünlenip ağladım, ne de pencereden dışarı bakıp kaç pencerenin ışıklı olduğunu saydım. Akide ve Aşure ile birlikte kanepenin üstünde uykunun huzurlu koynuna girip, o son ve ilk bir kaç saniyeyi kaçırıverdik. Telefon çalıp da bizi uyandırmasaydı, gözlerimizi kimbilir saat kaçta açardık..
Ben bu alışılmadık başlangıcı hayıra yordum; zira uyanık olsaydım çocukluğumdan beri yaptığım gibi geçip gidiveren yıl için, eski ve cefakâr bir dosttan temelli ayrılıyormuş ve onu bir daha hiç göremeyecekmiş gibi hissedecek, kendimi ne kadar tutsam da gözyaşı dökecektim. Eskittiğimiz, tepe tepe kullandığımız, harcadığımız, yorduğumuz, işler istediğimiz gibi gitmeyince "şanssız" olarak nitelendirdiğimiz, "aman bir an önce bitsin de feraha çıkalım" dediğimiz eski yıl için üzüntü duyan, bütün bunların aslında biten yılın kabahati olmadığını / bütün bu olumsuz sıfatları ona kendimizin yüklediğini düşünen benim gibi kaç kişi vardır merak eder dururum aslında...


Eskiden böyle resimler olurdu gazetelerin 1.Ocak sayılarında, hatta Rıfat dedemin yılbaşı kartları arasında da biten yılı yaşlı, yorgun, kamburu çıkmış bir adam, yeni yılı henüz beşiğinde yatan ve gülücükler saçan bir bebek olarak gösteren bir karikatür olduğunu hatırlıyorum.  İşte ben o yaşlı adamı öyle yorgun, bitkin gönderivermenin, bebek dünyaya gelir gelmez ona sırtımızı dönmenin  vefasızlık olduğunu düşünür ve üzülürüm aslında. Sanki bebeği kucağına alsa, salıncaklı bir sandalyede oturup ona kendi başından geçenleri öykülese, bebeğin çocuk / delikanlı / yetişkin oluşunu izlese, onun yaşlılık günleri yaklaştığında ise usulca sandalyesinden kalkıp önceki yılların huzur içinde dinlendikleri ve sayısız odası olan muhteşem bir saraya taşınsa.. Söyleyin bana, fena mı olurdu ?

Ne ise, 2012'ye benim bir tanecik can yoldaşlarım Akide ve Aşure ile birlikte mışıl mışıl uyuyarak, ağlamadan, hüzünlenmeden girdiğim için pek memnunum hayatımdan. Uyanınca anneciğimin değişmez yılbaşı adetlerinden olan ve Yeni Yıl'ın tadı sayılan -kabak tatlısı-ndan yedim. Sonra da dostlarımın getirdiği, gönderdiği hediye paketlerini açtım. Hepsi de beni düşünerek ve bilerek seçmişler armağanlarını; her birine hayran oldum, her birini çok sevdim. Ne kadar şanslı olduğumu düşünüp, uzun uzun masanın üstündeki bu güzel şenliği izledim. Sonra aklıma geldi, piyango biletlerime ( biri İzmir, diğeri İstanbul bileti) ikramiye çıkıp çıkmadığını kontrol ettim, ikisine de "amorti" çıktığını görünce, bunu da hayıra yordum..



Victoria's Secret gösterisi yeni yılın ilk dakikalarından itibaren CNBC-e'de yayınlandı, geçen seneki melek kanatlarını daha çok beğenmekle birlikte, şemsiye kanatlı bu tasarıma da hayran oldum. Anneciğim olsaydı
" Mankenlerin benim boyum kadar bacakları var" derdi kesinlikle :o)


Dün akşamüstü Berlin Filarmoni Orkestrası'nın Yeni Yıl Konseri'ni canlı yayınladı TRT, bugün ise 12.15'de Viyana Filarmoni'nin dünyanın dört bir yanından gelen yoğun talep nedeniyle bilet sahiplerinin kura çekilerek belirlendiği meşhur, geleneksel Yeni Yıl Konseri var. Bu seneki konseri Mariss Jansons yönetiyor ve program da her zaman olduğu gibi valsler, polkalar, marşlarla dolu.. Buyrun size konser programı:

 Johann and Joseph Strauss: "Vaterländischer Marsch (Fatherland March)"


Johann Strauss: "Rathausball-Tänze (City Hall Ball Dances)", Waltz, op. 438

Johann Strauss: "Entweder – oder! (Either - Or!)", Fast Polka, op. 403

Johann Strauss: "Tritsch-Tratsch (Chit-Chat)", Polka, op. 214

Carl Michael Ziehrer: "Wiener Bürger (Viennese Folk)", Waltz, op. 419

Johann Strauss: "Albion Polka", op. 102

Joseph Strauss: "Jokey Polka (Jockey Polka)", Fast Polka, op. 278

Joseph Hellmesberger, Jr.: Danse Diabolique (Diabolic Dance)

Mariss Jansons 2006 yılı Yeni Yıl Konseri'nde de Viyana Filarmoni Orkestrası'nı yönetmişti.

Joseph Strauss: "Künstler-Gruss (Artists Greeting)", Polka française, op. 274

Johann Strauss: "Freuet euch des Lebens (Enjoy Life)", Waltz, op. 340

Johann Strauss, Sr.: "Sperl Galopp", op. 42

Hans Christian Lumbye: Copenhagen Railway Steam Gallop

Joseph Strauss: "Feuerfest (Fireproof)", Polka française, op. 269

Eduard Strauss: "Carmen-Quadrille", op. 134

Peter I. Tchaikovsky: "Panorama" from the Ballet "Sleeping Beauty", op. 66

Peter I. Tchaikovsky: "Waltz" from the Ballet "Sleeping Beauty", op. 66

Johann and Joseph Strauss: "Pizzicato Polka", no opus number

Johann Strauss: "Persischer Marsch (Persian March)", op. 289

Joseph Strauss: "Brennende Liebe (Burning Love)", Polka Mazur, op. 129

Joseph Strauss: "Delirien (Delirium)", Waltz, op. 212

Johann Strauss: "Unter Donner und Blitz (Thunder and Lightning)", Fast Polka, op. 324

Her ne kadar " Mavi Tuna Valsi" ve " Radetzky Marşı" bu seçkide yer almasa da, umarım Viyana Filarmoni Orkestrası bize sürpriz yapar!

Sabah yağmurla başlayan yağış artık kara döndü; Yeni Yıl'ın ilk gününde kış, beyaz kanatlarını titreterek yağıyor yeryüzüne. Evsizler, evi olup da yakacağı olmayanlar ve dört bacaklı dostlarımız için en zor günlerin başlangıcı. Sıcak evlerinde oturmuş, pencereden karın yağışını seyreden ve beyaz taneciklerin uçucu güzelliğine kendini kaptıran bizler içinse ne şahane bir manzara.

İkilemler ve çelişkiler arasında tökezlemeden yürümek zor zanaat, ve aslında halimize şükretmek için o kadar çok ve iyi nedenimiz var ki.. O nedenleri unutmamayı becerebildiğimizde mutsuzluk ve umutsuzluk yanımıza yaklaşamayacak.


Bu yazıyı okumaya üşenmeyecek her biriniz için 2012'nin sağlıklı, bereketli, uğurlu, neşeli, huzurlu, iyimser, adaletli, kedili, güneşli, dost mektuplu, müzikli, keyifli, köpekli, kuşlu, balıklı, resimli, verimli, kitaplı, işli güçlü, ışıklı, güleryüzlü, barışlı, dertsiz tasasız günlerle dolu bir yıl olmasını diliyorum.. Akide ve Aşure ile birlikte tabi :o)


hk, 1.1.2012

baharın işaretleri

Kimsesiz fotograflar albümü