Yazmayı aklımdan geçirdiğim pek çok sabah ve akşam oldu, bu yüzden cümlelerin Ocak ayı çıkmak üzereyken toparlanmasına şaşmamalı; zira ben de üç haftadır kar toplayan bulutlar gibi düşünceleri biriktiriyordum. Bazen içime sığmayacak kadar büyük bir yumağa dönüşmesi gerekiyor sıkıntının, hüzünün ya da hasretin. Bu sefer nasıl tanımlayacağımı tam olarak bilemediğim, ama sevdiğim ve hiç zorluk çekmeden içselleştirdiğim bir ruh halinin yatışmasını bekledim. Aslında söyleyeceklerim nice de, sakinleşip hepsini bir kerede ve okuyanın aklını karıştırmadan diyebilecek miyim? İşte ondan emin değilim pek..
Füruzan'ın " Sevda Dolu Bir Yaz" adlı öykü kitabını okurken başladı herşey. Birbiri ile bağlantılı üç uzun öykünün kahramanları, yaşadıkları İstanbul ve evler, ev alışkanlıkları, aile üyelerinin birbirlerine düşkünlükleri, dinledikleri ve söyledikleri şarkılar, Ermeni ve Rum komşu / arkadaşları, giysileri, evlerin arka bahçeleri, o bahçelerdeki oyunlar, ailenin tek kız çocuğu olmak. Okuduklarım anneciğimin çocukluğumdan itibaren en ince ayrıntılarına kadar tatlı tatlı anlattığı kendi çocukluk ve ilk gençlik yıllarının hikayelerini çağrıştırıyor; İstanbul'da bir başka mahallede, bir başka ailede, başka komşular ve akrabalarla yaşanmasına rağmen benzer hüzünler, acılar, dostluklar, mutluluklar, ümitler, endişeleri seslendiriyor; öyle ki her paragrafta annemle başbaşaymışız da, ben yine eskisi gibi onun sesinden uzak bir akrabanın hayat hikayesini dinliyormuşum hissine kapılıyordum.. Kitabı okumak için yatağa her zamankinden erken giriyor, okurken zaman zaman gözlerimi kapatıp hikayelerin belleğimde canlandırdığı ve annemden dinlediğim hatıraları düşünüyor, sonra yeniden Füruzan'ın satırlarına dönüyordum. 215 sayfanın okunması ne kadar sürebilirdi ki, bir ayağı annemin diğeri benim çocukluğum üzerine kurulmuş o ıssız köprüden defalarca gidip gelişim kitapla birlikte sonlanıverdi.
Ve beni aldı bir düşünce, bu garip ve hüzünlü mutluluk halini ne yapıp edip de sürdürebilirim diye.
Füruzan'ın İstanbul'da geçen öykülerinden oluşan iki kitabını daha edindim sonunda: Benim Sinemalarım ve Gül Mevsimidir. Yapı Kredi Yayınları'ndan çıkmış bu iki kitabı yayınevinin Kızılay Meydanı'ndaki artık daha geniş ve ferah kitapçısından alırken, gözüme kapağında siyah beyaz fotoğraf olan bir başka kitap çarptı. "Geçmişe Yolculuk: İnsanlar, Hatıralar, Olaylar ve Düşünceler", yazarı Altay Gündüz. Kalın bir kitap ve arka kapağında diyordu ki:" 1930'lu yıllarda (Atatürk'ün ölümüne ve İkinci Dünya Savaşı'na dek) güler yüzlü insanların, gülümseyen insanların ülkesiydi Türkiye. Tramvay biletçileri, sinemalarda yerinizi gösteren matmazeller, taksi şöförleri, ayakkabı boyacıları, alışveriş yaptığınız dükkanlardaki tezgahtarlar, yol verdiğiniz insanlar hep gülümserdi size." Ve devam ediyor, " Altay Gündüz, 1930'lardan 2000'lere uzanan yaşantısını, ailesini, arkadaşlarını, dostlarını anlatıyor, tanık olduğu önemli olayları yorumluyor Geçmişe Yolculuk'ta: Sevgiyle hatırlayıp sevgiyle yâd ediyor dünü ve ömrünü..." Bir an bile tereddüt etmedim, Füruzan'ın öykü kitaplarının üstüne koyuverdim Geçmişe Yolculuğu..
İşte benim anneciğimin cennete göçüyle başlayan en zor yoksunluklarımdan biri de böylece hafiflemeye başladı; zira kitabın yazarı Altay Bey 1927, anneciğim 1930 İstanbul doğumlu. Her ikisinin de yaşamları aynı dönemin İstanbul'unda ( annem için İstanbul 1966'da bitecek, İzmir yılları başlayacaktır), birbirine pek benzer aileler içinde, aynı dönem olaylarının etkisi altında geçtiği için Altay Bey'in özellikle çocukluk ve ilk gençlik dönemlerine dair yazdıklarını okurken anneciğimi dinler buluyorum kendimi. Kitabın bitmesinden korktuğum için de, sadece geceleri açıyorum kapağını, hani neredeyse "kendi kendime masal okur gibi"...
Yazılanlar aklıma annemin anlattıklarını getiriyor, unuttuğum ve onun çocukluğuna ait hikayeleri; yerleri, yer isimlerini, yolculukları, dükkanları, ev hallerini, alışkanlıkları, mecmuaları, yiyecekleri, masalları, büyükanneleri, ev eşyalarını, mektupları, fotoğrafları... Uykum gelince hiç direnmeyip, hemen ışığı söndürüyorum, zira geçmişe yolculuğun güzergâhını küçük adımlarla ve her ayrıntıyı önce zihnimdeki çiçek dürbününden süzüp, özde benzer ama yine de farklı bir hatıra, görüntü, çehre, tebessüm, cümleye dönüştürerek ilerlemeyi seviyorum.
Öyle paragraflar okuyorum ki bazen, içimi çeke çeke ağlar buluyorum kendimi. Yatağımın ayak ucunda kıvrılmış uyuyan Akide kulaklarını dikiyor hemen, başını kaldırıp " yine ne oldu?" der gibilerden dikkatli ve mahmur yüzüme bakıyor.
Yaşadığım şehir, hergün geçtiğim yollar, konuştuğum yüzler, dinlediğim cümleler, zihnime takılıp kalan huzursuz edici düşünceler, bunaltan haller; hepsinden yatağın ılık yumuşaklığında, kedi mırıltıları ve kar sessizliği eşliğinde, anneciğimin başucumda gülümseyen suretiyle ve elimde giderek ağırlaşan kitabın sözcükleriyle uzaklaşıyorum.
Şimdilik yapabildiğim sadece bu.
hk, 4.2.2012
Füruzan'ın İstanbul'da geçen öykülerinden oluşan iki kitabını daha edindim sonunda: Benim Sinemalarım ve Gül Mevsimidir. Yapı Kredi Yayınları'ndan çıkmış bu iki kitabı yayınevinin Kızılay Meydanı'ndaki artık daha geniş ve ferah kitapçısından alırken, gözüme kapağında siyah beyaz fotoğraf olan bir başka kitap çarptı. "Geçmişe Yolculuk: İnsanlar, Hatıralar, Olaylar ve Düşünceler", yazarı Altay Gündüz. Kalın bir kitap ve arka kapağında diyordu ki:" 1930'lu yıllarda (Atatürk'ün ölümüne ve İkinci Dünya Savaşı'na dek) güler yüzlü insanların, gülümseyen insanların ülkesiydi Türkiye. Tramvay biletçileri, sinemalarda yerinizi gösteren matmazeller, taksi şöförleri, ayakkabı boyacıları, alışveriş yaptığınız dükkanlardaki tezgahtarlar, yol verdiğiniz insanlar hep gülümserdi size." Ve devam ediyor, " Altay Gündüz, 1930'lardan 2000'lere uzanan yaşantısını, ailesini, arkadaşlarını, dostlarını anlatıyor, tanık olduğu önemli olayları yorumluyor Geçmişe Yolculuk'ta: Sevgiyle hatırlayıp sevgiyle yâd ediyor dünü ve ömrünü..." Bir an bile tereddüt etmedim, Füruzan'ın öykü kitaplarının üstüne koyuverdim Geçmişe Yolculuğu..
Yazılanlar aklıma annemin anlattıklarını getiriyor, unuttuğum ve onun çocukluğuna ait hikayeleri; yerleri, yer isimlerini, yolculukları, dükkanları, ev hallerini, alışkanlıkları, mecmuaları, yiyecekleri, masalları, büyükanneleri, ev eşyalarını, mektupları, fotoğrafları... Uykum gelince hiç direnmeyip, hemen ışığı söndürüyorum, zira geçmişe yolculuğun güzergâhını küçük adımlarla ve her ayrıntıyı önce zihnimdeki çiçek dürbününden süzüp, özde benzer ama yine de farklı bir hatıra, görüntü, çehre, tebessüm, cümleye dönüştürerek ilerlemeyi seviyorum.
Öyle paragraflar okuyorum ki bazen, içimi çeke çeke ağlar buluyorum kendimi. Yatağımın ayak ucunda kıvrılmış uyuyan Akide kulaklarını dikiyor hemen, başını kaldırıp " yine ne oldu?" der gibilerden dikkatli ve mahmur yüzüme bakıyor.
Yaşadığım şehir, hergün geçtiğim yollar, konuştuğum yüzler, dinlediğim cümleler, zihnime takılıp kalan huzursuz edici düşünceler, bunaltan haller; hepsinden yatağın ılık yumuşaklığında, kedi mırıltıları ve kar sessizliği eşliğinde, anneciğimin başucumda gülümseyen suretiyle ve elimde giderek ağırlaşan kitabın sözcükleriyle uzaklaşıyorum.
Şimdilik yapabildiğim sadece bu.
hk, 4.2.2012
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder