13.8.11

Özlem

Anneciğimle Erna Teyze'nin Graz'daki dağ evinde, 1989


"Eski fotoğraflara baktım, diyordu. Hani dijital olmayan, ince ince hesaplanarak / özenle / görüntünün net çıkması, kart üstündeki suretlerin tıpkı kendileri gibi görüntülenebilmesi için çaba harcanarak çekilen fotoğrafları kastederek söylüyordu bunu. Zarfların içinde biriktirilmiş eski fotoğrafları bulmuştu sanırım bir kutuda; orada olduklarından habersiz geçirdiği onca yıldan sonra, şimdi bir çoğunun nerede yaşadıklarını bilemediği insanların yıllar önceki suretlerine kavuşmuştu."
...

"Özlem, boş avuntuyu reddeden bilinçtir: ayrılışın acısını ılımlandırmaya çalışmadan, olduğu gibi yüklenen bilinç - ne kendini aldatmaya, ne başka bir şeyle acısını hafifletmeye, "teselli"ye yönelir: olduğu gibi kabullenir acıyı
- özlenen gitmiştir; şu anda yoktur; yarın da ne olacağı belirsizdir - pekâlâ, öyle olsun!...

Özlem katlanmasını bilen duygudur-
katlanabilen duygunun bilinci...

Özlem, katlanan bilinçtir.",   Oruç Aruoba (Uzak, 1995)

...

Gün gelip sadece fotoğraflarımızdan gülümseyeceğimizi düşündüm elimde olmadan. Annemin şimdi bana gülümsediği gibi. Yüzlerce kartın üstünde sabitlenmiş ama yine de renkleri, ışığı solacak bir surete dönüşeceğimin farkındayım. Bu farkındalık yüzünden belki de, artık objektifin çemberiyle gözgöze gelmek istemiyorum. Zira bu biteceğini, aynı kalmayacağını, değişeceğini bildiğim "o biricik an"ın izi olarak belgelenecek. Oysa belgeler suretin sahibi gidince nasıl can acıtır ve o acıya katlanmasını öğrenmek nasıl bir bilinç ister biliyorum.

Ve işte kimseleri "eski fotoğraflarım"daki mütebessim suretimle acılandırmak istemiyorum...

...

İnsan sevgisi düşer birçok yüzün peşine,
Benim sevgim yalnızca tek bir yüz bildi;
Yalnızca sana akıyor sevgim,
Ve hızlı nehrin önüne geçti.
Bu sevgi burada iyi dilegelmişse,
İnce yeşim altında alevlenmiş alev gibi
Sevgi pırıldamalı bu tümcelerimin içinde.

E.Pound, Canzoni 1911, Canzon II  ( Çev. Oruç Aruoba)

...

Sevdiklerim ne kadar uzakta artık / halâ ...

hk, 13.8.2011

12.8.11

As time goes by

http://youtu.be/k66caTwo40Q

Gece ile sabahı birleştiren yağmurun serinliği var bugün Ankara'da. Hava bulutlu / serin, ağaçlar yıkandı, gökyüzü hafifledi, insanlar nefes aldı derin derin. Dün gece caddeden ve karşı yokuştan akan sel gibi yağmur suyuna; fındık büyüklüğündeki yağmur tanelerinin sokak lambasının portakal renkli ışığını delik deşik eden şiddetine; bir anda parlayıp, geceyi gümüş bir ışıkla tamamen aydınlatan yıldırımlara, homurtulu gök gürültülerine rağmen karşı apartmanın 3. kat balkonunda yere serili kilimin üzerinde oynayan küçük oğlan içeri girmedi. Sadece arada bir heyecanla ve avaz avaz bağırarak içeri koştu, sonra yine küçük kiliminin üstündeki oyununa geri döndü.
Ben kollarımı pencere pervazına dayayıp, saçlarım / omuzlarım ve yüzümün ıslanmasına aldırmadan yağmuru izledim, bir de o oğlan çocuğunu.. Bryan Ferry - as time goes by- derken olup bitti bunlar, zamanın geçip gittiğini hissettim: Sürtünerek, tenimi gıdıklayarak, usulca, ılık bir dokunuşla geçip gidiverdi yine. Zamanı kedimin yerine koyup, kucağıma almak ve kalbinin atışlarını yavaşlatmak istedim. Yapamadım. Beceremeyeceğim işler arasına koydum bunu da.
...
you must remember this
a kiss is still a kiss
a sigh is still a sigh
the fundamental things apply
as time goes by
...
Pencereyi açık bırakıp, masamın başına dönünce gördüm ki gece gecikmiş epeyce, oysa D.C'de henüz akşamüzeri. Kahve içmeyi göze alamadım, sabahın erken ve kimsesiz saatlerine bıraktım fincanın sıcaklığını.
Gece uzasın, uyku kısalsın olabildiğince, sabahlar çok erken başlasın, herkes mışıl mışıl uyurken.

Sonra benim gecemin yağmur sağanağına O'nun çay kokusu karıştı. Başını kaldırınca geyiklerle, sincapları mı görüyordu bilemem, ama aynadaki suretinin artık gülümsemediğini farketmişti, sıkıntılıydı. Kalayım mı yanında?, diye sordum, çayından büyük bir yudum alıp, "kal", dedi. Konuşmaya başladık, zaman akıp kaçıverirken, ardına bile bakmadan giderken kurduk cümlelerimizi. Acıyorduk, ama ne birbirimize ne de kendimize, sadece zamanı böyle hoyratça harcayışımıza içerliyorduk..
...
you must remember this
a kiss is still a kiss
a sigh is still a sigh
the fundamental things apply
as time goes by
...
Onun da artık kullanamadığı, ama özlediği halleri sakladığı bir bellek deposu olduğunu öğrendim konuşurken. Deponun anahtarının nerede olduğunu bilmediğini, bu yüzden de o anahtarı kaybetmesinin imkansızlığını anlatıyordu. Belki henüz farketmemişti: Depolayan / hayatımızdan o halleri kaldırmaya mecbur olan kendimizdik, ama işte deponun kapısını bir başkası açacaktı. Zira depolarken hissedilen hayalkırıklığı ve yılgınlık, o hallersiz yaşamaya da alıştırıyordu insanı, ruhun içine yerleştirilmiş ufak bir algılayıcı mekanizma marifetiyle. Kişiyi depodan uzak tutmaya, belleğin o kuytu köşelerinde dolaşmaktan men etmeye yarayan bir direnç mekanizması. Bir kaç minik vidayla birbirine tutturulmuş beş çarklı bir mekanizma.

Bellek saklayıveriyor, derine / öteye / uzağa atıveriyor; böylece deponun tüm boşlukları çok istense de kullanılamayan duygular, jestler, hayaller, dileklerle tıka basa doluyor. Ta ki bütün o halleri geri çağıracak, onları paylaşmaya hazır ve değer biri çıkıp gelene dek. Deponun kapısına takılı asma kilidin çilingiri işte o!

Bunları anlattım ona, dinledi, çayını yudumladı, pencereden bulutsuz gökyüzüne ve ortancaları yemelerinden korktuğu geyiklere baktı. " Dışarıda hava çok güzel, ben yürümeye gidiyorum", dedi.
" Peki", dedim. Yeniden yağmurlu pencereme döndüm ben de.
...
you must remember this
a kiss is still a kiss
a sigh is still a sigh
the fundamental things apply
as time goes by
...
Işıksızdı evler, karşı balkondaki oğlan çocuğu çoktan yatağında; uzak mahallelerden yankılanan sahur davulunun sesi geldi, yağmur zamanı önüne katıp, dalga dalga aktı asfaltın üstünde.

O yürürken kendi kırlarında, ben uyudum.



hk, 12.8.2011

11.8.11

Ahtapotun kolları arasında..


Benim yazı serüvenimin başlangıcı artık var olmayan bir yazın grubudur ve sanal iletişim evreninde keşfiyle heyecanlandığım ender yerlerden biridir.

Yazmak için nedenini kendi yaratıveriyor yaşam, nedense hep çok sıkıntılı / yalnız / kederli zamanlarımda koyulmuştur benim mürekkebimin rengi: Türkuvazla başlayan cümleler, önce mora sonra kurum siyahına dönüşmüştür ( sadece, annemi kaybettiğimde öyle koyulmuştur ki mürekkebim, pıhtılaşıp dolmakalemin ucunu tıkamış, tek cümle yazamaz hale getirmiştir beni).. Hep bir ahtapotun kolları arasına düşmüş, suyun içine çekilir gibi hissederken yazmışımdır; hatta çok sonra okuduğumda kendi cümlelerimdeki acıyan akıla kendim de inanamamışımdır.

Bu yazıların büyük bir bölümü "oradakine" başlığı altında toplanır; "oradaki" ise tek bir kişiden ziyade okuyan herkestir.. Uzun zamandır aklımda "oradakine" yazılarını "bir fincan yasemin çayı"nda demlendirmek, sonra da resimleyip, kitap haline getirmek. Şimdi artık sıkıntıdan da çok sıkılırken başlıyorum ahtapot kollarının boynuma, kollarıma dolandığı o eski günlerin cümlelerini belleğin uç odalarından çıkarmaya.

"Neden şimdi ?", derseniz: Yakın zamanda yazıştığım üç dostumu da düşünerek atıyorum bu adımı, onlarla ( biri dışında) farklı ülke ve şehirlerde yaşıyoruz, oysa onlara daha yakın olmaya ihtiyacım var / sanırım onların da bana. Diyeceğim şimdilik üç kişinin "orada" olduğunu bilerek açıyorum bu eski defterimin kapağını, kimbilir okundukça artacaktır belki de bu sayı.

Zira "oradaki"ler, kendini "oradaki" gibi hisseden herkestir aslında, ki ben de "burada" iken onlar için "oradaki" değil miyim zaten?

Yine de bu -eski defterleri açma- kararımı üç kişiye ithaf ediyorum: biri İzmir'de, biri Washington D.C'de, biri Ankara'da yaşayan üç dostuma..

Gerisi söze ve okuyan gözlerin insafına kalmış.

hk, 11.8.2011

baharın işaretleri

Kimsesiz fotograflar albümü