14.4.07

Pencere önü yazıları III.


kimi pencerelerin perdeleri çekilidir hep,
duvarların ardındaki sessizlik böyle evleri hüzünlü ve yalnız bırakır.
oysa
pencere "önünde oturunca",
"pervazına kolları dayayıp sokağa sarkınca",
"kenarındaki fesleğen saksılarını sulayınca",
"perdeleri rüzgâra kapılıp uçuşunca",
"camlarından giren akşam güneşi odayı portakal rengiyle yıkayınca"
başlar kendi olmaya...
hk, 14.4.2007

Pencere önü yazıları II.


Bazı pencereler dışarıya bakmak için değil,
dışarıdaki ışığı içeri çağırmak / içerinin karanlığını gün'eşlemek içindir.
o pencerelere yaslanan tezgâhlarda çalışan işçiler,
zaman zaman camları titreten rüzgârı / hızlı pıtırtılarla yağan yağmuru dinleyerek
( belki de pencerenin pervazına yerleştirilmiş,
kısık sesli bir radyodan dinlenen şarkılara usulca eşlik ederek)
parmaklarının arasındaki madenî nesnelere ekledikleri küçük vidaları sıkıştırırlar.
yüksek ve kanatsız bu pencereler sesleri geçirse de,
ne kuşları, ne rüzgârın uçuşturduğu bulutları,
ne de yağmurun yeşillendirdiği yaprakları gösterir.
Böyle pencereler kıyısında çalışmak ve dışarıyı hayal etmek içindir.
hk, 14.4.2007

14.Nisan.2007 - Ankara

Deniz Tokay, 14.Nisan.2007 - Ankara

14.Nisan.2007, Ankara - Milliyet Gazetesi Arşivi

13.4.07

olmak istediğim yerler IX.

Büyükada, Splendid Palas Oteli Salonu, 2006

olmak istediğim yerler IX.

Bu sabah Büyükada'daki "Splendid Palas Oteli"nin salonunda orta şekerli kahvemi yudumlarken, "Hayat Tatlı Zehir" kitabının birbirinden güzel hikayelerini okumak ve
arada bir başımı kaldırıp, pencerelerden giren bahar güneşiyle gözgöze gelmek isterdim.

hk, 13.4.2007

12.4.07

Pencere önü yazıları I.


Pencere'ler olmasa, ne kadar mutsuz olacağınız hiç aklınıza geldi mi?

odanın içi ile dışını birleştiren "arayüz",
karanlıkla aydınlığı buluşturan "boşluk",
kapalı ile açık arasında duran "saydam çerçeve",
gökyüzü, kuşlar ve ağaçları dışarıda tutan "cam kafes"...

benim pencerelerimin kimisi sıkıntılı ve ruhsuz binalara,
ince uzun bir yokuşa,
(söğütlü, çimenli bahçelere),
fırtınada gökyüzü ile birleşen dağlara,
(denize ve vapurlara),
kimisi de Adalar'a açıldı.

pencere önü yazıları: Benim pencere izlenimlerim,
önünde oturduklarım / camından baktıklarım /
ya da bakmayı hayal ettiklerimdir.

hk, 12.4.2007

9.4.07

açlık...

Hoca Ali Rıza




Mc Baba Restoran

tam takır kuru bakır bir sofrada
baş köşeye kurulmuş Mösyö Mönü,
tabağında Karnı guruldayan hazmı güç bir çift soru ile:
“ kimin açlığı kimin açlığından büyük?
ve “ kimin açlığı kimin açlığını döver?”
yiyen cevaplamış soruyu
açlıklararası hiyerarşinin
getirdiği yeme de yanında yat iştihayla:
“ önemsiz açlıklar” doğal seleksiyona nevale!”
yer misin, yemez misin?!
yersek!

reha yünlüel / şiirhane



açlık’a dair, aç acına, açıklayıcı açmazlar

I.
Günlük yaşantının başedilir ve giderilebilir bir hâli gibi gördüğümüz açlığın kolaylıkla umarsızlığa dönüşebileceğini farketmek için ne amansız kıtlıklara, ne de ölümcül deneyimlere gerek var aslında... Gelin görün ki anlayışlı, duyarlı, vicdanlı olamıyor insanoğlu her zaman; yaşamadığı zorlukları kolaylıkla görmezlikten gelip, kendinde var olanın yokluğunu çeken başkalarına yabancılaşabiliyor. Açlık var olmanın en temel ve basit gereği olarak tüm insanlığın elbirliğiyle yenmesi farz yaşamsal bir sorun iken, diğerlerinin yanına bile yaklaşamadığı o sofrada , kimileri hiç durmadan tabağını doldururmaya devam ediyor.

Açlık yalnızca aç kalanlara (yoksa bırakılanlara mı demeli) özgü bir “hâl” olarak, yarım açlıkla tam açlığın sınırında bekleyen dünya nüfusu için “paylaşılması güç” ve “haberdâr olunması zahmetli” bir gerçeğe dönüşmüyor mu böylece?

Yanıtını hem açlara, hem toklara sormalı!

II.
“Uzun süren açlıklarda kuvvet kaybı, sinir bozuklukları, baş dönmesi, halüsinasyon, zekâ sapmaları görülür.”, diyor bilgi kaynakları.

III.
Sinema filmlerinde yoksulluğu anlatmanın en etkili yollarından biridir “açlık”. Yabancı yapımlarda pastacı vitrinlerinin önünde dikilip, kremalı pastaları, çeşit çeşit çörekleri, çikolatalı tatlıları ve onları büyük bir iştiha ile yiyen müşterileri izleyen çocuklar vardır söz gelimi; Türk filmlerinin kahramanları ise her nedense daha alçakgönüllüdür: Seyyar köfte-ekmek tezgâhlarının, simit tablalarının, ekmek fırınlarının, ya da olmadı çorbacı camekânlarının yanında yöresinde dolanırlar. Bu yüzden de pastane, ya da lüks lokantaların önünden müşterilerin rahatını kaçırdıkları gerekçesiyle kovalanan çocuklar açlıklarına bir çare bulamazken, bizimkiler kendileri gibi yoksulluktan gelme, ve yoksulluğun kendi hiyerarşik düzeni içinde daha üst sıralara yükselmiş, ama işte yine de “açlığın ne demek olduğunu iyi bilen” ağabeyleri, amcaları tarafından bir seferlik de olsa korunur, kollanır, doyurulurlar.


Zira açlık onu bir yoksulluk işareti olarak taşımış olanların belleğinden kolay kolay silinmez.

IV.
Tanrıça Demeter, kendisine ait bir ormandaki kutsal meşe ağacını acımasızca kestiği için Thessalia’lı Erysikhon’u “sonsuz açlık” ile cezalandırmaya karar verir ve dağ perilerinden birini yanına çağırarak onu açlık diyarına gönderir. Zira “insanlara ve bütün canlılara yiyecek sunan, onları besleyen, ürünleri yetiştiren” Demeter ile Açlık “Fames”in birbirleri ile karşılaşarak, aracısız görüşmelerini tanrılar uygun görmez.

Dağ perisi onu bulduğunda Fames perişan bir haldedir: Saçları kirpi dikenleri gibi dimdik, gözleri çukurlarına kaçmış, yüzü ölü yüzü gibi bembeyazdır; dudakları çürümüş, dişleri paslıdır. Kupkuru derisi altında boş karnı sarkmış, vücudunda et diye bir şey kalmadığı için derisi kemiklerine yapışmıştır.

Sabırsız olan Fames, Demeter gibi ağırbaşlı ve işlerini acele ermeden yürüten bir tanrı değildir. Bu yüzden tanrıçanın dileğini hemen yerine getirmek üzere bir kasırga ile havalanarak Erysikhon’un sarayına ulaşır, ve onu kucaklayarak “açlık zehiri”ni nefesi ile nefesine katar, ağzına, ciğerlerine doldurur. Böylece açlık Erysikhon’un boğazından geçerek midesine, bağırsaklarına akar, bütün vücuduna yayılır.

Erysikhon’un açlığını dindirmeye yetmez hiçbir yiyecek; yuttuğu yiyecekler sanki dipsiz bir uçuruma atılıyormuş da midesine gitmiyormuş gibidir, ne kadar yese açlıktan kıvranmaya devam eder bu yüzden. Böylece tüm varlığını, kölelerini yitirir; hatta kızını köle olarak satıp, yiyecek parası sağlar kendine. Ancak bununla da doymayınca kendi gövdesini yiyerek can verir sonunda.

V.
Yunan mitolojisinde “anlaşmazlık ve savaş tanrısı Ares”in kızkardeşi ve arkadaşı Eris’in dört çocuğundan biridir Açlık: Kardeşleri Istırap (Ponos), Unutma (Lethe) ve Keder (Algos).

VI.
Açlığın kıyısına yanaşmak ve çaresizliğini duymak icin ne yoksul olmaya, ne kıtlığa, ne de ıssız bir yerde yiyeceksiz mahsur kalmaya gerek var aslında; iradenizi “beslenme içgüdünüz”le yirmidört saat boyunca savaştırın, açlığınızı büyütün ve bu hissin kimilerimiz için “geçici” olmadığını düşünüp, kabullenin.

Tüm insanlık ondan kurtulana kadar, belleğinizin etine batan bir diken olsun açlık.


hk, 10-14.II.2003

8.4.07

Hüzünlü nesneler sergisi I. : Peace Rose

Bazı nesneleri gördüğümde "bu benim olmalı", diyorum. Sadece rengi, yumuşaklığı, duruluğu, zerafeti, eskiliği, güzelliği için "bu benim olmalı" dediğim kaç nesne vardır; ne kadarı benim olmuştur bilmiyorum. Ama son zamanlarda yeni nesneler yerine, "benden çok daha yaşlı" olanlarla ilgileniyorum. Sevilerek kullanıldıklarını, önceki sahiplerinin artık hayatta olmadığını, o nesnelerle ilgili anıların da o insanlarla birlikte yitip gittiğini biliyorum...

Peace Rose bu nesnelerden biri; İngiltere üretimi, Paragon marka porselen çay fincanı. Fincan ve tabağını süsleyen sarı-kavuniçi güller, "olmak istediğim yerler"in başında gelen Londra - Regent's Park'taki Queen Mary Bahçesi'nde açanlardan farksız.. Öyle ki, fincanı dudaklarınıza her götürüşünüzde dalından koparmaya kıyamayacağınız bir gülü "öper gibi" oluyorsunuz.

Hüzünlü nesneler sergisi açtım ve sadece "şimdilik" benim olduklarını hiç unutmuyorum.

hk, 8.III.2007


baharın işaretleri

Kimsesiz fotograflar albümü