7.10.06

ertesi güne bırakılan işler

“Dünyanın ertesi güne bırakılan işlerini ben bitiriyorum her akşam.”, ş.hatipoğlu

1....ertesi güne bırakılan işler: Önceden bilinip de bugüne sığdırılamayan mı?

Bugün (ve hatta yarın da belki)yapılmasa da olur, dediklerimiz mi?
Tamamlanması için birisini, başka bir şeyin gerçekleşmesini, bir eylemin bitişini gerektiren mi? Aslında yapmayı hiç istemediğimiz, ama mecbur bırakıldığımız mı?
Son anda çıkagelen, beklenmeyen ve yetiştirilemeyen mi?

Dünyanın ertesi güne bırakılan işleri, bugün yaptıklarımızdan daha mı az öncelikli?

2.Yarına bırakılan tüm işlerin, çoktan –dün olan- günün saatlerinden artık ve bu yüzden de yerini ve zamanını şaşırmış, “yersiz-yurtsuz” ve huzursuz olduklarından eminim. Zira planlı yaşayan’ın hergünü, önceden tasarlanmış ve kimbilir kimlere, hangi koşullara, olasılıklara göre kendi günevinin yirmidört odası arasında paylaştırılmış işleri barındırır. Ertesi güne kalan her iş bu odaların hiç birine sığmamış, ya da her birinden atılmış; ev sahibine de başedilmesi güç bir tedirginlik kalmıştır. “Bugün de yapamadım”, dersiniz kendi kendinize. Oysa yarının işleri bellidir zaten, onların arasına / düzeni bozmayacak bir biçimde yerleştirilmesi gerekir: bu yüzden, yarına bırakılan / kalan her iş biraz sığıntı, diğerlerinin yanında eğretidir. Üstelik geciktirildiği için, o günün işlerinden önce düşünülmesi, bitirilmesi, unutulması isteğini taşır, bu da hep biraz sabırsız ve umarsız yapar, hem onu ve hem de sahibini.

3.Günlerini tasarlamadan yaşayan içinse “ertesi güne bırakılan” hiçbir iş yoktur. Yaşam –rastgele- ve kendi eserikliği içinde süregelir, telaşsızdır, huzursuzluk duymaz, endişelenmez; hergün, kendinden sonraki bütün günleri de kapsar, yekpâredir. Ömür tek bir gün gibidir.

4.Bazen de yarına bırakılan işin içeriğidir onu yarına bırakmamıza yol açan. Bugün yapılması aslında içtenlik ve heyecanla istenir, ama işte... ‘ama’lar işi yapması beklenenin elini kolunu bağlar, içini daraltır, istemediği halde istemediği hallere düşürür, oluruna bırakmaktan başka umarı olmasa da aklına ve yüreğine bir diken gibi batar. Belki de bu yüzden, “yarına bırakılan işler” içinde en zor olanı, sahibinin inisiyatifi ve gönüllülüğüne rağmen yapılamayandır. ‘ama’ların o acımasız ve anlayışsız engeline takılan tedirgin yürek kendince ve masum bir teselli yaratır: Zamanı henüz gelmedi, der. Zaman’ın gelmesini beklemek ise yarın’ın ne zaman olacağına dair bir meraktır. İçinde hem bitip tükenmez bir umut, hem de belirsizlikle beslenen bir umutsuzluk barındırır.
-Zamanı- kendiliğinden gelir ve fısıldar mı kulağına “işte şimdi!”, diye; yoksa ömrü tek bir güne dönüştürerek tuzağa mı düşürür bekleyeni, işte bunu ancak Tanrı bilir.

5.Dünyanın ertesi güne bırakılan işlerinden biriydi bu mektubu yazmak, yazdım, şimdi huzur içinde uyuyabilirim.

hk, 23.5.2003

sardunya uykusu


Şirin, İffet ve Funda'ya...

"Rüyada sardunya görmek", uzun zamandır ayrı kalınan bir arkadaşı misafir etmek anlamına geliyormuş. Eğer böyle ise, uyumadan önce sardunyalarıma baksam uzun uzun, uykuya dalarken de çok uzun zamandır görmediğim, sardunya sever arkadaşlarımı düşünsem bir bir, çıkagelirler mi dersiniz?

hk, 7.10.2006

sardunya aklı

Sakız sardunyalarımdan biri karşı sokağın meyva ağaçlarına özenip, yapraklarından bir kaçını birden sarartmaya karar verdi... Ama aklı karışık olmalı, zira ağaçların hangi bahardaki hallerini taklit edeceğini tamamen şaşırmış, bir yandan da durmadan çiçek açıyor.

hk, 7.10.2006

5.10.06

Nietzche'den

kendi kendime konuştum bazen evimde
hem kızdım, hem güldüm halime
sonra dedim ki: "söz ver kendine,
denizleri seviyorsan, dalgaları da seveceksin
sevilmek istiyorsan, önce sevmeyi bileceksin
uçmayı seviyorsan, düşmeyi de bileceksin
korkarak yaşıyorsan, yalnız hayatı seyredersin."

Nietzche

3.10.06

haller II.


...geçen sene bana verilen en güzel armağanlardan biriydi bu çay fincanı: hem içinde (dibinde), hem de tabağının orta yerinde kabartma pembe bir yürek var. Fincanın altında ise tabaktaki kabartma yüreğin üzerine oturacak biçimde çukurlaştırılmış bu yüreğin bir eşi; böylece hem taşırken fincan kaymıyor, hem de fincan tabakla buluşunca "kalp kalbe karşı" gelmiş oluyor...
Uzun gövdeli, tek kulplu çay fincanlarımı da seviyorum ( Lösev yararına yılbaşlarında satışa çıkarılan biri kar tanecikli, diğeri her renkten laleli fincanlarımı daha da fazla hatta), ama içi çayla dolu iken tek elle zaptedilmesi biraz zor bu açık ağızlı, bu yüzden de çayın rengini ve kokusunu müthiş çekici kılan fincanımı diğerlerine göre biraz daha aristokrat buluyorum. Onu savruk kullanmam olanaksız, çay ya da sütlü kahve tabağının ve fincanın iç yüzeyindeki pürüzsüz fildişi rengini, daha da önemlisi o kabartma pembe yürekleri lekelemesin diye, hemen yıkıyor ve kurulayıp kaldırıyorum.
Oysa yarın bile benim olmayabilir bu fincan.
Çünkü yarın ben olmayabilirim artık.
Ben olmayınca, o fincan da "kimsenin" oluverir:
Bunu bilerek ve kendime anımsatarak yaşıyorum.
Aslında benim değil ki hiçbir şey,
ve bu yüzden de zaten benim değil mi herşey...
Bir koltuğum vardı, babaevinden getirmiştim Ankara'ya,
ilk gençlik, üniversite yıllarımda yatak odamın en sevgili eşyalarından biriydi.
mavi kadife ile kaplıydı.
Ne zaman ki oturma odam için bir kanepe aldım ve döşemelik kumaşının değişmesi gerekti,
çok yağmurlu bir günde döşeme ustasının kamyonetine yüklenip giderken,
iki gözüm iki çeşme
mavisi solgun ve kadifesi eprimiş o koltuğun arkasından ağladım.
O zaman bilmeliydim
hiç bir şeyin olduğu gibi kalmayacağını
kalsa da "eskisi gibi" olamayacağını,
ama,
işte böyle
öğreniyor insan...
hk, 4.10.2006

1.10.06

Ekim'in ilk Pazar günü, öğleden sonra...

Bu Pazar öğleden sonra, bulutlarla rüzgarın hiç aralıksız itişip kakıştıkları gökyüzünde, kısacık bir an için parlayıveren güneşin resmidir bu. Pencere içi bitkileri, ki onlar aydınlıktan pek de okunaklı değildirler aslında: İki saksı Sakız sardunyası (Büyükada'dan özenle taşınmıştır Ankara'ya), iki saksı kedi tırnağı (annemin ta İzmir'den getirdiği ve hiç durmadan çiçek veren neşeli kardeşler), bir saksı "çıtır" (çiçekli bitkileri kıskanıp, küstüğünü düşünüyorum) ve bir de her daim cefakâr kaktüslerim.

Aslında, yastıklara gömülüp her renkten ebrulî yün ile Gülnaz'a hediye olacak yeleği bitirmek istiyorum, ama ne var ki evcimen hallerden ziyade, akademisyen ciddiyetine gereksinim duyulan bir "yazıp çizme" faaliyeti içindeyim.

Yün yumağı da orada, yastıklar da, sardunyaların şarap rengi çiçekleriyle göz-yaprağa gelmek için başımı hafifçe sağa çevirmem de yetecek; ama işte ben hala kanun ve yönetmeliklerden bahseden bir paragrafla oyalanıyorum.

Ekim'in ilk günü için bir dize geldi aklıma:
"Didikliyor ekim bulutları; yüzümün yüzündeki aynası." (Güven Turan, 101 Dize)
Sahi, geçen sene bugün, bu saatlerde ne yapıyordum ben?
hk, 1.10.2006


resmin belleği I

Boşluğu biçimlendiren mermerin,
derinlik ve yükseklik arasına ustalıkla yerleştirilmiş oylumun,
bir sonbahar gününde sadece İstanbul’a has öğle ışığının,
duvarın ve boyanın,
bir de çocukluğunun geçtiği kuytu Afrika köyündeki en yaşlı ağacın gövdesine yaslanır gibi duran küçük uşağın aklından geçenleri merak ediyorum.

Mermerin,
oylumun,
gölgenin,
duvarı yaşatan boyanın
ve resimdeki zenci çocuğun belleği ile ilgilenenler için bu başlık:
Harfler orada hep / sözcükler söyleyenleri kadar dinleyenlerinin de olacak...

hk, 1.10.2006

baharın işaretleri

Kimsesiz fotograflar albümü