...geçen sene bana verilen en güzel armağanlardan biriydi bu çay fincanı: hem içinde (dibinde), hem de tabağının orta yerinde kabartma pembe bir yürek var. Fincanın altında ise tabaktaki kabartma yüreğin üzerine oturacak biçimde çukurlaştırılmış bu yüreğin bir eşi; böylece hem taşırken fincan kaymıyor, hem de fincan tabakla buluşunca "kalp kalbe karşı" gelmiş oluyor...
Uzun gövdeli, tek kulplu çay fincanlarımı da seviyorum ( Lösev yararına yılbaşlarında satışa çıkarılan biri kar tanecikli, diğeri her renkten laleli fincanlarımı daha da fazla hatta), ama içi çayla dolu iken tek elle zaptedilmesi biraz zor bu açık ağızlı, bu yüzden de çayın rengini ve kokusunu müthiş çekici kılan fincanımı diğerlerine göre biraz daha aristokrat buluyorum. Onu savruk kullanmam olanaksız, çay ya da sütlü kahve tabağının ve fincanın iç yüzeyindeki pürüzsüz fildişi rengini, daha da önemlisi o kabartma pembe yürekleri lekelemesin diye, hemen yıkıyor ve kurulayıp kaldırıyorum.
Oysa yarın bile benim olmayabilir bu fincan.
Çünkü yarın ben olmayabilirim artık.
Ben olmayınca, o fincan da "kimsenin" oluverir:
Bunu bilerek ve kendime anımsatarak yaşıyorum.
Aslında benim değil ki hiçbir şey,
ve bu yüzden de zaten benim değil mi herşey...
Bir koltuğum vardı, babaevinden getirmiştim Ankara'ya,
ilk gençlik, üniversite yıllarımda yatak odamın en sevgili eşyalarından biriydi.
mavi kadife ile kaplıydı.
Ne zaman ki oturma odam için bir kanepe aldım ve döşemelik kumaşının değişmesi gerekti,
çok yağmurlu bir günde döşeme ustasının kamyonetine yüklenip giderken,
iki gözüm iki çeşme
mavisi solgun ve kadifesi eprimiş o koltuğun arkasından ağladım.
O zaman bilmeliydim
hiç bir şeyin olduğu gibi kalmayacağını
kalsa da "eskisi gibi" olamayacağını,
ama,
işte böyle
öğreniyor insan...
hk, 4.10.2006
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder