27.12.19



Suskunluk zamanlarım için ne söyleyebilirim ki.. İki sene geçmiş üstünden son yazımın, oysa  eskiden yapamadığım herşeye daha çok vaktim var artık,  yazmamak içinse nedenim yok.  Yine de bugüne / şimdiki zamana dair, anlatmaya ( benim için anımsamaya) değer olaylar öyle az ki. Belki de yaşantımın tekdüzeliğinden dolayı böyle hissediyorum; geçen sene Ağustos sonundan Aralık'ın ilk günlerine dek kaldığım İstanbul'daki evimde aklıma düşenler / içinde anneannemin, dedemin, ağabeyimin, anne ve babamın olduğu hikayeler / onların hayatta oldukları yıllara ait nesneler ve izler, orada sonbaharı geçirmenin bana öğrettikleri ile birleşince dünyanın bir ucuna keşif yolculuğuna çıkmış gibiydim oysa. Bilmem neden - Filbahrili Ev- ile ilgili yazılarımı -bir fincan yasemin çayı-na değil de, farklı bir güncenin (WordPress / Filbahrili Ev) sayfalarına kaydettim.
Diyeceğim bir başka defterde de olsa o yazılar, 2018'de tamamen sessizliğin kuytusuna saklanmadığımı hatırlattı bana, iyi hissettim.
...
Aslında 2018 ve 2019 boyunca Instagram'a fotoğraflı kısa notlar düşerek kendim için bir bellek çekmecesi oluşturduğumu da itiraf etmeliyim. Becerebilirsem, o notların en can alıcı olanlarını buraya eklemek, hiç değilse bu -büyük defterin sayfalarına- birer gazete kupürü gibi iliştirmek isterim. Böylece -olup bitenleri derli toplu ve bir arada görmek, okumak- da mümkün olur.

Yine herkes uykudayken ve ev soğukken düştüm bu notu.
Yazıma eşlik eden illüstrasyonda yeni yılın ilk gününü kutlayan orman sakinlerinin dingin tebessümlerini sevdim en çok. Birlikte yaşadığım ve her sabah uyanır uyanmaz varlıklarına şükrettiğim kedi çocuklarımdan aşina olduğum o tebessümü.

2019'un son Cuma sabahı, saat 07.20 / uyanıyor şehir / o halde "günaydın"..

hk, 27 Aralık 2019



15.3.17

13 Mart 2016 için bir Ankara yazısı..

" Güzelim Ankara’nın, bize şehir değil ev olan, kucak açan sokakları, kan revan içinde. Evdir Ankara. Hani şu misafirliğe gittiğinizde buzdolabını açabildiğiniz sıcak ve teklifsiz arkadaş evlerinden. İstanbul gibi sürekli ve şımarıkça ilgi çekmeye çalışmaz. Tevazu sahibi olduğu için, kendisinden söz edip böbürlenmeyi sevmediğinden, sevilir sayılır.
Şimdi nerede yürüsek, göz ucuyla, mahcubiyet ve acıyla bakar hale geldik taşına toprağına… Sur’da büyüyen çocuklar, Silvan’da büyüyen çocuklar da böyle düşünüyorlardır. Daha fazlasını, çok daha yaralayıcı olanını. İnsanın, adı geçtiğinde içini titreten mekânları kan ve parçalanmış insan bedenleriyle anması… Çok ağır bir şey bu.
Önceki akşam 18.30 civarında, bizim Ankara’nın güzelim Güvenpark’ında sanırım şöyle bir şey oldu. Önünde koskoca ömür olan bir genç, otobüs durağından ailesini aradı. Eve gelirken bir şey isteyip istemediklerini sordu. Ardından parçalandı. Bir daha ne ailesi onu, ne de o, ana babasını görecek.
Evet, önceki gün bizim Ankara’da olan buydu…"
Bu cümleler Murat Sevinç'in Diken'deki yazısından alıntı.
Pazar akşamından beri neden bu kadar derin ve koyu bir kedere kapıldığımı düşünüyorum. Bu sabah Murat Sevinç'in söyledikleri ile aklımdan geçenlerin aynılığı, onun söylediklerine bir kaç cümle ekleyip Ankara'daki yıllarımın sonunda -bu şehirle ilgili belleğime bir not düşme- isteğimi güçlendirdi. 
1991 yılından beri yaşadığım bu şehirin 2007 yılı Haziranına dek hemen her akşam yürüdüğüm, 2007'den sonra da otobüsle ulaştığım ya da önünden geçtiğim durağın önünde olup bitti o felaket. Binlerce akşam, karda, yağmurda, soğukta titreyerek hiç birini tanımadığım onlarca kişiyle birlikte otobüs beklediğim, beklerken çevremdeki öğrencileri, misafirlikten dönen ev hanımlarını, bir an önce evine gidip iki kap yemek pişirmek isteyen işçi-memur kadınları, eşini arayıp "eve bir şey lazım mı?" diye soran babaları, otobüse önce binip oturacak yer bulmayı umut eden sabırsız yaşlıları izlediğim durağın yanıbaşında.. Ve yolun karşısında babacığıma kışlık kasketlerini, sevdiği kravatlarını aldığım kumaş mağazasının, eskiden vitrini önünde uzun uzun oyalandığım Vakko'nun, sonradan yerine kahveci açılan Mısırlı'nın, merdivenlerinin dibindeki simitçiden akşam simidi aldığım üstgeçidin, Yüksel Caddesi'ne çıkan basamakların, hemen arka sokaktaki en sevgili dost Dost Kitabevi'ne giden geniş kaldırımın orada..
Patlama anında evde olduğum için yazabiliyorum bu yazıyı, farkındayım. O an, orada olmadığım için şükretmem
gerektiğini de biliyorum. Ama beni arayıp "iyi misin?" diye soran dostlarıma "iyiyim.." diyemiyorum.
Zira eğer bir şehir eviniz olmuşsa, ve siz evinizde değilken ama orada komşularınız, arkadaşlarınız, anne babanız, kardeşiniz, eşiniz, çocuğunuz varken böyle bir felaket meydana gelmişse nasıl hissederseniz, öyle hissediyorum. Hiç önemi kalmıyor onları tanımamamın, daha önce hiç karşılaşmamış, hiç konuşmamış olmamızın hiç önemi kalmıyor. Zira o bomba benim evimde patladı; yirmibeş senedir sevdiğim, alıştığım, özleyeceğimi bildiğim, değişimine şahit olduğum, Güven Park'ın içinden geçip dolmuş duraklarına yürüdüğüm, ya da Sıhhiye'den yürüyüp otobüs durağında beklediğim evimde patladı o bomba..
Kızılay'a gidebilecek miyim?, sorusu yanıtsız şimdilik. Gitsem de o kaldırımlarda ağlamadan yürümemin imkansız olduğunu biliyorum. Karşıyaka'daki babaevime her dönüşümde annemle babamın yokluğuyla yüzleşmek zorunda kalmaktan farksız hissettiklerim; ev aynı belki, ama onlar yok..
Murat Sevinç'in dediği gibi: " İnsanın, adı geçtiğinde içini titreten mekânları kan ve parçalanmış insan bedenleriyle anması… Çok ağır bir şey bu."

hk, 15 Mart 2016

23.11.14

Kadraj


Kimi fotoğraflar kadraja sığmayan başka nesnelerin, ışık kaynağının, günün hangi saatinde çekildiklerinin, fotoğraf çekilirken odayı seslendiren müziğin, fotoğrafı çekenin aklından geçiverenlerin izini taşısalar da bu izi sezmek, farketmek, kavramak bir başkası için neredeyse imkansızdır.
Bu yüzden fotoğrafa bakar, " bu abajuru fotoğrafını çekilmeye değer kılan nedir ki?", diye sorarsınız kendi kendinize; hiç bir anlam veremezsiniz, zira o kadrajın dışında kalanlar fotoğrafı çekenin kadrajın ortasına yerleştirdiğinden çok daha fazlasıdır.
Hikayesi eksiktir nesnenin, kendi oradadır, ama eksiktir.
...
"Abajur çalışma masamın üstünde durur ilkokula başladığım günden beri, sınıf arkadaşlarının babama üniversite mezuniyet hediyesidir. Şapkası değişse de, ahşap bir vazoyu andıran gövdesi hep aynı alçakgönüllü sarı ışığı yayar. Abajura düşen gölge pencereden gelen anlık kış güneşi ile perdenin marifetidir. Masanın üstündeki gölgeler vazonun içindeki kasımpatılarındır ve çiçeklerin renklerini hiçe sayar. Odada sadece piyano sesi vardır, kediler ve kuş uykuda, ellerim açık pencereye rağmen sıcaktır. Yıllar yıllar boyunca sevemediğim Pazar öğleden sonralarını "mutlu saatlere" dönüştürme çabasının fotoğrafıdır aslında bu kare."
...
Böyle işte..

h, 23.11.2014

Vitrin



Neredeyse iki ay önce ilk sahibini bilmediğim ve 1950'lerde üretilmiş bir vitrin-konsol salonumun sol köşesine gelip, yerleşti. Son on yıldır  edindiğim ilk ev eşyası: Tasarımı, bakımlı olması, zerafeti ya da fiyatının uygun oluşundan ziyade "kullanılmış", yaşlanmış hali, emektar ağırbaşlılığı idi onu tercih etme nedenim.
...
Yaşlanırken anneme benzemek istediğim sır değil artık; ya da annem gibi yaşlanmak istediğim. Onun güzel vitrini yıllar sonra gelmişti Karşıyaka'daki evimize, babamın çizip yaptırdığı ve evlendikleri günden beri kullandıkları yemek takımına uygun olarak tasarladığı yatay dikdörtgen formlu bu mobilyanın içinde anneannemin çeyizinden yadigar kahve fincanları, çivit mavisi likör takımı, annemin çok sevdiği ve ben çocukken misafirlerine ikramda kullandığı altın rengi fincan takımı, anneannemin filiz yeşili lokumluğu, zarif şarap kadehleri, minik cam biblolar durdu senelerce. Vitrinin içindeki nesnelerin anneme göre asla değişmeyen yerleri vardı, öyle ki her vitrin temizliğinin ardından milimetrik kaymalar bile olmaksızın eski yerlerine koyardı her birini.

Sonra annem gidiverdi.Vitrindeki nesneler de evdeki diğer tüm eşyalar gibi O'nun yerleştirdiği düzende kaldı. İlk iki yıl el süremedim, cam raflar tozlandı, grileşti, filiz yeşili lokumluk donuklaştı, fincanlar pırıltılarını yitirdiler. Vitrinin o bakımsız, tozlu hali beni çok üzmeye başladı. Sonra bir gün kendi kendime dedim ki, "senin mesleğin korumak değil mi? nesneleri, hatıraları korumak, geçmişi korumak değil mi senin işin? koru o zaman!" Ama işte o an anladım vitrinin cam kanatlarını açmaktan neden çekindiğimi, zira ben annem gibi yerleştiremeyecektim o nesneleri, benim elim değince vitrinin düzeni de benim seneler boyunca bildiğim, sevdiğim, hatırladığım gibi olmaktan çıkacaktı. Annemin dokunduğu herşeye sirayet eden o müthiş güzellik, o iddiasız zerafet kaybolup gidecekti.

İşte o yüzden nesneleri yerlerinden kaldırmadan önce değişik açılardan ve hiçbir yanılma payı bırakmayacak şekilde fotoğraflarını çektim, yakından ve uzaktan.. Ve sonra vitrini boşalttım, tozdan ve isten arındırdım her bir nesneyi, vitrinin içini de temizleyince çektiğim fotoğraflardaki düzene göre yerleştirdim hepsini eski yerlerine..

Annemin belleğini fotoğraflara aktarmıştım, fotoğraflardaki düzeni parçalar halinde kendi belleğime. Her nesne O'nun koyduğu yerde ve olmasını isteyeceği gibi tertemizdi yeniden. Sonra yemek masasında annemin sandalyesine oturup, uzun uzun seyrettim zerafetini ve kederden ziyade mutluluktan ağladım..
...
Benim evimin vitrini anneminkinden çok daha yaşlı ve içinde "öksüz fincanlarım" (onların hikayesini daha önce anlatmıştım), annemin bana ev hediyesi olan anneannemin kahve fincanları, kışları içine nergis koyduğu yeşil kristal vazosu ve kırılmasından korktuğum, sevdiğim başka narin nesneler var. Bir müze vitrini gibi kalabalık değil içi ve yerleştirirken farkettim ki aslında herbir nesne kendi yerini seçiverirmiş sessizce.

Annem gibi yaşlanmayı çok seviyorum.

h, 23.11.2014

9.2.14

Anneciğim için doğumgününde..

Anneciğim, yedinci doğumgünü bu birlikte kutlayamadığımız.. Seni kucaklayıp, lavanta kokundan öpeli de yedi yıl olmuş. Ama ne farkeder ki, şimdi benden gayri tüm sevdiklerinle birliktesin, anneannem dedem, Tuvan'cığın, Bedroş'un.. Ercüment Amca, Celâl Amca, Şeref Amca, Nebahat Teyze de seninle; Azer Teyze, Neşe Teyze, Nezihe Teyze, sevgili arkadaşların, piyano öğretmenin Papelyan; sonra Kuş amca, Mara, Fato, Remziye Teyze, Vecdi Enişte.. Tuti şarkısını söylüyordur omuzunda, Çengi dizlerinde uyuyordur belki de, kimbilir..



Papatyaların açmış Şubat'ta, bir demeti kucakladım, seni kucaklar gibi..

Seksendört yaşın seni bilen, seven, benden dinleyen, özleyenlere kutlu olsun..

Çocuğun H, 9.2.2014

8.9.13

Zamansız, kendiliğinden ve çok sevgili *


Hayatın yıllardan değil de, "an"lardan ibaret olduğunu düşünüyorum artık. Birbirinden farksız yinelemelerle yaşanan günlerden kişiye kal(an)lar. Bir de hiç değişmeyen ışık ve gölgeleri bir evin. Öyle ya evin önündeki ağaçlar kesilmedi ise, ya da pencerelerin ışığını azaltacak bir yapı yükselmediyse yanıbaşında, evin ışığı ve gölgesi hep aynı kalır. Eşyalar değişir, eşyaların yerleri değişir, duvarların rengi, minderlerin yüzleri, sedir örtülerinin işlemeleri, çerçevelerdeki resimler hatta, ama işte bir evin pencereleri / balkonları hep aynı iken o evin ışığı ve gölgesi hiç değişmez. Aslında bu ne müthiş ve iyi korunan ( kendi kendini koruyan) bir anı'dır (eski) bir ev için.

Tül perdelerin sakin kıvrımları arasından süzülen akşam güneşi minderlerin, halının üstüne hep aynı uzunlukta ve benzer kıpırtılarla düşer, dışarıdaki kavak ağacı böyle ister çünkü.  Hani altmış yıl önce pencerenin önündeki sedirin köşe yastığına sırtını verip dışarıyı seyredenin yüzünü usulca okşayan ışık, yarın orada oturup yorgunluğunu minderlere bırakacak olanı da beklemektedir.

İşte hem de bu yüzden an'lardır en kıymetli anılar: Artık bu odaya her adım atışında hep öyle hatırlarsın pencerenin önünde oturup da yolunu bekleyeni. Işığı ve gölgesi ile evin.

Ben sanırdım ki, sadece yaşadığım, bildiğim ve içinde / bahçesinde an(ı)larımın olduğu evleri sevebilirim; öyle değilmiş meğer. Lawrence Durrell'in Justine'de söylediği "Bir kent içinde sevdiğiniz biri yaşıyorsa, bir evrendir.", cümlesindeki gibiymiş evler de. Gitmediğim, eşiğinden içeri adım atmadığım, ışığına ve gölgesine bulanmadığım, duvardaki aynasında suretimi görmediğim, sahiplerine sarıl(a)madığım bir evi de çok sevebilirmişim meğer..

İlkokula giderken söylerdik" Orda bir köy var uzakta" diye başlayan şarkıyı. Notaların seslerini doğru öğrenmem için annem piyanoda bir kaç kez çalar, çalıştırırdı beni. O şarkının (Ahmet Kutsi Tecer'in şiiri) ikinci kıtasında derdi ki:   " Orda bir ev var uzakta
                                         O ev bizim evimizdir.
                                         Yatmasak da kalkmasak da
                                         O ev bizim evimizdir."

Çocuk aklımla " neden gitmiyorlar evlerine?", diye düşündüğümü hatırlıyorum bu şarkıyı söylerken. 
Ne gariptir ki, yıllar sonra kendimi kendi şarkımdaki evlerden uzak, o şarkıdaki yol'un başında bekler buldum, :
                                         " Orda bir yol var uzakta
                                          O yol bizim yolumuzdur
                                          Dönmesek de, varmasak da 
                                          O yol bizim yolumuzudur."


İyi ki evlerin an'larını koruyan ışık ve gölgeleri var: Onlar ki zamansız, kendiliğinden ve çok sevgili..



* V'm için.

hk, 8.9.2013

6.9.13

"artık bu evin bir odası İstanbul"



Bir şehirin seslerini, renklerini, sokaklarını özlemek; o şehirdeki bir evi, o evde yaşamış ve bir daha o eve dönmesi mümkün olmayan kimselere / o kimselerle yaşanmış hatıralara boyanmış bir evi özlemek; hem de o şehire gitmekten korkacak kadar...

İlk cümle böyle mi olmalıydı, aslında emin değilim, uzun zamandır yazmaya kalkışıp vazgeçiyordum: Herşey geçen sonbahar İstanbul'daki evimin yakınındaki mefruşat mağazasının vitrininde gördüğüm şarap ve altın rengi sarmaşık yaprakları ile bezeli perdelerle başladı. Bayram tatiliydi, mağaza kapalıydı. Kadıköy çarşısındaki ciğerci dükkanının önünde sabırla bekleyen sokak kedileri gibi gidip gelip seyrettim o kumaştaki kızarmış yaprakları. Üç gün boyunca pencerelerimde hayal ettim o keten perdeleri, zira onlar benim için on sene öncesine kadar hemen her sonbahar annem ve babamla birlikte yaşadığım İstanbul'du.
Ağaçlarından dökülen at kestanelerini ceplerimize doldurduğumuz, bahçedeki kuru çam iğnelerini süpüre süpüre bitiremediğimiz, pencerelerden evin içine işleyen güneş ışığının ılık aydınlığında sohbet ettiğimiz, Çarşamba günleri sokak aralarında kurulan semt pazarından alınmış son yaz sebzelerini ayıkladığımız o küçücük mutfağın penceresinden, onca apartmana rağmen nasıl, nereden yol bulduğuna akıl sır erdiremediğimiz güneş huzmeleriyle teselli bulduğumuz evin İstanbul'u.

İstanbul'daki mefruşat mağazası ben orada iken hep kapalıydı. Zaman tükendi, döndüm senelerdir yaşayıp da bir türlü sevemediğim bu şehire. O perdeler de İstanbul'undu zaten, tüm o hayal(et)lerle birlikte orada kaldı.

Derken bir yıl geçti, ama bir deniz kestanesi gibi dikenlerini aklıma ve kalbime batırarak, tam iyileşiyorum derken bir daha, bir daha batırarak. Üstelik her defasında daha derine gömerek dikenlerini. Geçti kış, geçti bahar, yarım yaz geçti. Yarım yaz, diyorum zira yaz ortasında  bir tür "inziva"ya çekildim:
Tıpkı başını ve ayaklarını kabuğunun içine saklayan ve içeride kalmak için inatla ve sabırla direnen bir kaplumbağa gibi çevremdeki herkesten sakınıp, saklanarak. Saklanırken uyuduğum odanın pencerelerindeki perdelerin yirmiüç yıllık ve güneş solgunu nefti yeşilinde boğulduğumu hissettim bir sabah. Daha fazla boğulmamak için de yaz başında gözüme kestirdiğim "kuşlu" perdeleri diktirmeye karar verdim. Perde siparişini vermeye gittiğimde ne göreyim, on sene önceki o canım İstanbul, bir sene önce aklımı çelen o şarap ve altın rengi sarmaşık yaprakları ile karşımda durmuyor mu..

Sonra?

Sonra, benim şimdi annemi düşündüğüm gibi, annemin de anneannemi andığı ve içlenişini derin bir iç çekişle, ama sözcüklere dökmeden, kah uzun suskunluklara kapatıp / kah yumuşacık bir yastık gibi başına yasladığı o sonbahar günleri, üç kanat perdeyle geri geldi. Ne garip ve akıl almaz değil mi?

"Bir şehirin seslerini, renklerini, sokaklarını özlemek; o şehirdeki bir evi, o evde yaşamış ve bir daha o eve dönmesi mümkün olmayan kimselere / o kimselerle yaşanmış hatıralara boyanmış bir evi özlemek; hem de o şehire gitmekten korkacak kadar...".

Bazen başladığı gibi bitmeli bir yazı.
Artık bu evin bir odası İstanbul..

hk, 6.eylül.ikibinonüç



27.8.13

ada faresi



An geliyor tükeniyor ne varsa.
Varlığın ve yokluğun bir farkı kalmadığı için belki.
Sıradan, kanıksanmış ve yinelenen hallerden kurulu bir labirent içinde dolaşan "ada faresi" misali, 
ada fareleri kar gibi beyaz olur, derdi annem, ben hiç ada faresi görmedim,
ne garip / annemin anlattığı her şeye inandım / inanır(d)ım ben, inanmamam için tek bir neden bile yok(tu) zira.
Annemden sonra kimseye..

Birisi bir başkasının ( kendi çocuğunun mesela) miladı olabilir mi?, diye sorsalardı bana,
cevap vermeden önce düşünürdüm uzun uzun,
eskiden ama.
Eski dediğim,
2007 Mayıs'dan önce sorsalardı bu soruyu,
düşünürdüm elbette,
cevabım yine "evet" olurdu muhtemelen,
ama o "evet" ile bugünki arasında "annem kadar bir fark" da olurdu,
buna hiç şüphe yok işte.

An geliyor tükeniyor ne varsa,
varlık ile yokluk aynı.

Ve artık ben kar gibi beyaz bir ada faresiyim..


hk, 27.08.2013

6.5.13

hayal et...


Yağmur oluğu ile çatının arasına yuva yaptı kırlangıçlar bu sene, bana daha yakın olmak, baharı yaza bağlarken o deli dolu çığlıklarını daha çok duyurmak ve seni her zamankinden çok özletmek için. Kandım onlara, kanmaya hazırdım çoktan. Gidiverdiğinden beri kırlangıçlara, leylaklara ve sesinin tınısına kanıyorum hep, usulca fısıldıyorsun ben kederlenince, sesin bir dünya oluveriyor hemen, sesin tanıdığım tüm sesleri bastırıyor, yekpare bir gökyüzü gibi kaplıyor zihnimi / zihnimi kaplayan gökyüzünde kırlangıçlar deli deli uçuşuyorlar.
...
Hep hayal kurar oldum sen gittikten sonra, çocukça değiller yine de, anlatsam sana severdin, eminim. İyi ve güzel hayaller, içinde senin / anneannemin / ağabeyimin olduğu hayaller. O hayallerin biçimlendiği, cisimlendiği hayalevler, bahçeler. Cennetin nasıldır bilmiyorum elbette, ama bana öyle geliyor ki, insanın sevdikleri ile birlikte olduğu her yer cennette bir kuytu bahçe.
...
Sevdiğim kimseden vazgeçmemeyi öğrettin giderken, bunu biliyor muydun sahi? Senin bana çocukluğumda pişirdiğin muhallebilerin üstüne tarçından çizdiğin kelebekler misali, kahveyi kaplayan süt köpüğüne kahverengi şekerle gülen bir yüz çiziveren ve ben yolculuğa çıkarken arkamdan "okuyup üfleyen" o sevdalı güzel adam gibi, mesela. Ya da baharın ilk papatya demetini, sakızlı kahveyi, İzmir gevreğini senin yerine bana gönderen; sesimle gülen ve ağlayan; tütsülük zeytin yapraklarını kendi bahçesindeki ağaçtan toplayıp getiren ve halimi merak ettikçe usulca sesleniveren o güzel kadınlar gibi..
Sen bana hissettirmeden yaşamaktan vazgeçtiğin için belki de, şimdi yokluğunun açtığı bu uçsuz bucaksız boşluğu sevdiklerimin sözcükleri, sesleri ile yamıyorum ben. Zor ama çok zor bir iş bu, çok uğraşmak, inat etmek şart, yamaların söküldüğünü, çiçeklerin kuruduğunu, kuşların öldüğünü, ellerimin yaşlandığını, sesimin kısıldığını, bedenimin bitkinleştiğini bile bile ve bunların hiçbirine aldırmadan yamamayı sürdürmem gerek. Zira zaman geçtikçe boşluk genişliyor, tıpkı uzay gibi, uzayın zihnimde bir türlü somutlaştıramadığım derinliği gibi yokluğun, biliyorsun değil mi, sahi biliyor musun?
...
Hayal bahçelerde hayalevler kurdum senin için; hani şimdi bu hayatta birlikte olmayı sürdürseydik, hayal edemeyeceğin güzellikte hayaller... Hayalperest bir çocuğun var artık.
...
Geçen yaz yazıldı adın, mühürlendi nefesin bir taşa. Her harf güzel, her hecen kendin. Bir de kırlangıç işledi taş ustası adının üstüne, gökyüzüne doğru uçuveren. Sen kırlangıçları çok sevdin, kırlangıçlar da seni hiç bir bahar hayalkırıklığına uğratmadı. Ve işte taştan kanatlanan o kırlangıcın hatırına belki de, bu şehirde geçirdiğim yirmiüç sene boyunca ilk kez gelip yuva yaptılar penceremin kıyısına.

Gerçekler hayal olur da, hayaller gerçek olmaz mı ?
...
Yarın sana bir demet papatya getirecek genç bir adam, ki ben getirdim farzet. Hatırlayacaksın zaten, çok uğraştı geçen yaz, şimdi Boğaz rüzgârını erguvan ağaçları ile okşayan o minyatür bahçeni kurmak için.

Yarın beni seven herkes, ama öylesine değil, yüreği pır pır ederek seven kim varsa seni benden daha çok sevecek. Bilirler zira senin çocuğun olduğum için "böyleyim ben". Hayal et, hayal et, hayal et ki, yamadığım yokluğunun aralıklarından incecik ve duru bir ışık huzmesi gibi sızıp sana ulaşabileyim!

6.Mayıs.2013, hk

3.4.13

köstekli takvim saati



köstekli takvim saati

Çinko şemsiyelikli ceviz portmantonun tamkarşısında asılı, cercevesi
ve camı tozlanmış siyah-beyaz Ahmet Hamdi Tanpınar portresinin
altında loş bir oyuk gibi duran, arkaya yaslanmış kanadı kahverengi
yağlıboyayla boyanmış pencereden başımı içeriye uzatıp seslendim,
"ayarlanacak saatim var!".
İçeriden "kürdilihicazkar makamında" bir şarkının nakaratına kendi
sesiyle katılan orta yaşlı, topluca, saçlarının kestane rengini
kınayla koyulaştırmış, gözlüklü, yeşil gözlü bir kadının iç
cekişi geldi. Şarkıya ara vermek istemediği yüzünün her halinden
belli bir huzursuzlukla pencerenin iç tarafındakı küçük odayı
üçbuçuk adımda katedip, masasının başına geçti. Yine de gülümsedi,
aklı radyoda olsa da, o bir şarkılık mutluluğunu böldüğüm için bana
içerlemiş görünmek istemiyordu besbelli.

Köstekli takvim saatini çantamdan cıkarıp, aramızdakı pencerenin
geniş pervazına yerleştirilmiş ve içi bordo rengi kadife kaplı
kutunun içine bıraktım. Kadın saati almak için uzandığında bembeyaz pamuklu
eldıvenler giymiş olduğunu farkettim.
Saatin kapağını actı, arkasını çevirdi, sonra da masanın üstündeki
deri ciltli kalın deftere işlek ve okunaklı bir el yazısı ile bir
şeyler yazdı. Derken yüzüme bakmadan "sizin adınız efendim?" diye
sordu; söyledim. İsmimi deftere kaydettikten sonra, incecik bir
sicimle saatin zincirine bağladığı ufacık etikete defterdeki kayıt
numarasını kopyaladı. Ve kösteklı takvim saatimi kadife bır keseye
yerleştirip, pencereden görülmesi mümkün olmayan, ama aynı odanın
içinde bulunan bir çekmeceye koydu (bu son hareketini ahşap
çekmeceden gelen sürtünme sesinden anladım kuşkusuz).

Masasına dönünce, üzerinde ismim, günün tarihi ve teslimat saati,
kayıt numarası, saatin cinsi (köstekli takvim saati) yazılı bir
makbuzu da bana uzattı sessizce.
"Pekı, ne zaman geri alabilirim?", dedim.
" İade tarihini makbuzun arkasına yazdım efendim", dedı.
Kağıdı çevirdim, " 26.Ocak.2003" yazılıydı.
" Teşekkür ederim", dedim, " Dilerim benim yüzümden yarıda kalan o
şarkı yeniden çalınır radyoda."
Hiçbir şey söylemeden gülümsedi, içinde mutluluk / mahcubiyet / keder
olan bir tebessüm.
"Şemsiyenizi unutmayın, yağmur hızlandı", dedi göz ucuyla pencerenin
öbür yanındaki küçük odanın bana gözükmeyen bir yerlerine bakarak.

Şemsiyemi açtım: artık hiçbir yere yetişmem, hiçbir vapuru kaçırmam,
hiçbir randevuya geç kalmam mümkün değildi; saatsizdim.

Sadece bir takvim şimdi ihtiyacım olan, o da sadece 26.Ocak, Pazar
gününü unutmamak için.


hk
6.I.2003

baharın işaretleri

Kimsesiz fotograflar albümü