6.9.13

"artık bu evin bir odası İstanbul"



Bir şehirin seslerini, renklerini, sokaklarını özlemek; o şehirdeki bir evi, o evde yaşamış ve bir daha o eve dönmesi mümkün olmayan kimselere / o kimselerle yaşanmış hatıralara boyanmış bir evi özlemek; hem de o şehire gitmekten korkacak kadar...

İlk cümle böyle mi olmalıydı, aslında emin değilim, uzun zamandır yazmaya kalkışıp vazgeçiyordum: Herşey geçen sonbahar İstanbul'daki evimin yakınındaki mefruşat mağazasının vitrininde gördüğüm şarap ve altın rengi sarmaşık yaprakları ile bezeli perdelerle başladı. Bayram tatiliydi, mağaza kapalıydı. Kadıköy çarşısındaki ciğerci dükkanının önünde sabırla bekleyen sokak kedileri gibi gidip gelip seyrettim o kumaştaki kızarmış yaprakları. Üç gün boyunca pencerelerimde hayal ettim o keten perdeleri, zira onlar benim için on sene öncesine kadar hemen her sonbahar annem ve babamla birlikte yaşadığım İstanbul'du.
Ağaçlarından dökülen at kestanelerini ceplerimize doldurduğumuz, bahçedeki kuru çam iğnelerini süpüre süpüre bitiremediğimiz, pencerelerden evin içine işleyen güneş ışığının ılık aydınlığında sohbet ettiğimiz, Çarşamba günleri sokak aralarında kurulan semt pazarından alınmış son yaz sebzelerini ayıkladığımız o küçücük mutfağın penceresinden, onca apartmana rağmen nasıl, nereden yol bulduğuna akıl sır erdiremediğimiz güneş huzmeleriyle teselli bulduğumuz evin İstanbul'u.

İstanbul'daki mefruşat mağazası ben orada iken hep kapalıydı. Zaman tükendi, döndüm senelerdir yaşayıp da bir türlü sevemediğim bu şehire. O perdeler de İstanbul'undu zaten, tüm o hayal(et)lerle birlikte orada kaldı.

Derken bir yıl geçti, ama bir deniz kestanesi gibi dikenlerini aklıma ve kalbime batırarak, tam iyileşiyorum derken bir daha, bir daha batırarak. Üstelik her defasında daha derine gömerek dikenlerini. Geçti kış, geçti bahar, yarım yaz geçti. Yarım yaz, diyorum zira yaz ortasında  bir tür "inziva"ya çekildim:
Tıpkı başını ve ayaklarını kabuğunun içine saklayan ve içeride kalmak için inatla ve sabırla direnen bir kaplumbağa gibi çevremdeki herkesten sakınıp, saklanarak. Saklanırken uyuduğum odanın pencerelerindeki perdelerin yirmiüç yıllık ve güneş solgunu nefti yeşilinde boğulduğumu hissettim bir sabah. Daha fazla boğulmamak için de yaz başında gözüme kestirdiğim "kuşlu" perdeleri diktirmeye karar verdim. Perde siparişini vermeye gittiğimde ne göreyim, on sene önceki o canım İstanbul, bir sene önce aklımı çelen o şarap ve altın rengi sarmaşık yaprakları ile karşımda durmuyor mu..

Sonra?

Sonra, benim şimdi annemi düşündüğüm gibi, annemin de anneannemi andığı ve içlenişini derin bir iç çekişle, ama sözcüklere dökmeden, kah uzun suskunluklara kapatıp / kah yumuşacık bir yastık gibi başına yasladığı o sonbahar günleri, üç kanat perdeyle geri geldi. Ne garip ve akıl almaz değil mi?

"Bir şehirin seslerini, renklerini, sokaklarını özlemek; o şehirdeki bir evi, o evde yaşamış ve bir daha o eve dönmesi mümkün olmayan kimselere / o kimselerle yaşanmış hatıralara boyanmış bir evi özlemek; hem de o şehire gitmekten korkacak kadar...".

Bazen başladığı gibi bitmeli bir yazı.
Artık bu evin bir odası İstanbul..

hk, 6.eylül.ikibinonüç



1 yorum:

Sehnaz dedi ki...

Istanbul, izmir, ankara, italya... Hicbir farki yok nerede oldugunun. Hep kendinlesin, kalbinde ne varsa onu yasiyorsun. Arasira daha iyi hissediyor olmani umarak ugruyorum bloguna, mutlu olmani diliyorum.

baharın işaretleri

Kimsesiz fotograflar albümü