İnsana kendinden başka yardım edecek yoktur
böyle diyorum, kahvede bir arkadaşı beklerken.
böyle deyince, ötmeye başlıyor kafesteki kuşlar,
böyle deyince, üstümden çekiliyor sigara dumanı
aralanıyor yan masalardaki başlar,
böyle deyince, bir el siliyor pencere camını
sokakta bir kız okşuyor kardeşinin başını
kardeşinin sıfır numaraya vurulmuş başını,
böyle deyince, annem börek açıp kurabiyeler yapıyor
babam yerinden kalkıp bahçeye iniyor
kendinden önce götürerek sol bacağını
budamaya çalışıyor asma dallarını,
ve ben rahatlıyorum, ayağımın dibindeki köpek kadar.
Ali Cengizkan (Çocuk Ömrümüz, 1982)
Gecelerdir uykusuz, günlerdir yalınayak bir başağrısı gözlerimde dolaşan. "Ne olacak benim bu
halim?" sorusu yüreğime yakın bir kolye ucu; en çok kahverengi kazağımı seviyorum, kadife
pantalonlarımı ve elbette küçük adımlarla yürümeyi...
Sabahları hep aynı şarkıları dinliyorum üstelik; güzel bir ölünün ardından (onun için yazılmamış ama o'na adanmış) söylenen hüzün cümleleri; güne başlarken durgun ve biraz kederli olmak yakışıyor tenime.
Sonra onlar geliyorlar, gencecik yüzleri / yaşamın neye dair olduğunu merak etmeyen duruşlarıyla.
Bir nesnenin biçiminden, bir ömrün bilgeliğe benzer uzun cümlelerine atlıyorum hemen: Şaşkınlıkla dinliyorlar.
Öğleleri kilitliyorum kapımı, mektuplarımı okuyorum; müzik Bach da oluyor, Misia da. Bir bardak
çorba, bir elma, meyvaları yazı çağrıştıran yoğurt: Tanrı ne verdiyse işte, açlığım basılsın, başım
dönmesin yeter.
Öğleden sonralar köprüdür zaten akşama, ya duraksanır üstünde nehiri izlemek için; ya da hızlı
adımlarla uçarcasına geçilir.
Akşamları en cok evin kimsesizliğine dönmeyi seviyorum, kapıyı kapatınca, kimse'si oluyorum
duvarların, iç boşlukların, pencereler ketum: İçerideki sesleri dışarıya fısıldamıyor. Eskiden ışıkları
açık bırakırdım tüm odalarda, şimdi olduğum yerin en loş abajuru ile yetiniyorum.
Gece karanlıkta kendi haykırışlarını yutan bir canavar.
Ne annemin üstüme örttüğü ipek yorgan, ne babamin dilimlediği elmaların sulu lezzeti;
yalnızlığımı yeni doğmuş bir bebek gibi kucaklayıp, yatağın tam ortasına uzanıyorum.
"İnsana kendinden başka yardım edecek yoktur" yine de, eminsiniz değil mi?
5.3.2003, hk
...
Sekiz sene olmuş ben bu yazıyı kaleme alalı. Bu gece uykudan kaçtım, o da benim peşime düşmedi. Masanın başında oturmuş eski defterleri kurcalarken, açık pencereden bir arı kuşu gelip, cümlelerin arasına daldı. Petunyaları seviyorlar, demişti verandada oturan adam, hatta onlara yemlik bile koymuş bu yüzden. Yemliğe ne koyuyorsun?, dedim. Şekerli su, diye cevap verdi. Arı kuşlarını izlemeyi seviyordu, geyikler de ortancalarını yemesinler istiyordu. Ağustos böcekleri başının içinde uğuldasalar da komşunun kedisini beslemeye giderken, " hemen gelirim, uyumazsanız bekleyin beni", diyordu.
Sekiz sene önce yazdıklarımı okurken, verandadaki adam yazımdaki eve girdi. Evin düzenini bilmese de sessizce ve hiçbir eşyayı devirmeden yürüdü, kanepeye oturdu. Sehpanın üstündeki abajuru yaktım, beni görünce irkilmedi, ama varlığımdan memnun olup olmadığını da anlayamadım. Sustuk, söyleyecek bir şey olmadığından değildi susmamız; söylenebileceklerin niceliğindendi.
Yazının içinde olduğumuzun farkındaydık, bu bir rüya da değildi üstelik. Kanepenin tam karşısındaki duvarda el yazımdan okudu o cümleyi: " İnsana kendinden başka yardım edecek yoktur." Gözlerini kapattı, başını kanepenin sırt minderlerine yasladı. Uzandım, dizlerinin üzerinde duran uzun parmaklı, kemikli ellerinin hareketsizliğine dokundum. Sol elini iki avucumun arasında tutup, sıktım..
Arı kuşu cümlelerin arasında bulamadığı petunyaları aramak için pencereden dışarı uçtu. Küçüktü, iğne gibi bir gagası vardı, rengi yeşilimsiydi.
Eli elimden düşmesin diye yazmayacağım bu sabah.
Dolunay var, oysa iki saat sonra gün ağarır,serçeler gevezeliğe başlar.
Uyku ne ki, buradayım ben,
zira sekiz yıl sonra o anlatırken, kendi cümlelerimi dinliyorum.
hk, 14.8.2011