23. Nisan itibariyle evin mutfağına taşınmış bulunuyorum. Nedeni pek de karmaşık değil aslında, veya öyle de ben farkında değilim.. Pazartesiydi günlerden, kış boyunca adım atmadığım küçük mutfak balkonunun güvercin istilasına uğramış perişanlığına son vermek geldi içimden ( hayret, aslında içimden hiç bir şey gelmiyor çok uzun zamandır ). Sözü uzatmaya gerek yok, iki buçuk saatlik bir uğraşın ardından, balkon mis gibi oldu. Ama geçen yazdan beri boş duran saksıları da şenlendirmek gereği doğdu bu kez. Mahalle arasında bir "çiçekçi" ve çiçekçide de bahara uygun fideler olunca bu meseleyi de kolaylıkla hallettim. Minyatür hercai menekşeler en sevdiklerim, uzun saksılara beşer fide diktim; yıllar önce sanırım Berlin'den aldığım minyatür bahçe cücelerini de saksıların dibine yerleştirdim. Balkon parmaklığına asılan mavi teneke saksılıkların içine de sardunyalarımı yerleştirince şenlik tamamlandı. En üst katta yaşamanın iyiliği balkon manzarasının yandaki apartmanın çatısı olması, yoksa sürekli birileri ile göz göze gelmek zorunda kalacaktım.
Balkon yazlıklarını giydi giymesine de, bu keyfin ben kazıya gidene dek sürecek olması canımı sıkıyor. Sadece böyle zamanlarda "keşke bir otomobilim ve ehliyetim olsaydı" diyorum, işte o zaman çiçeklerimi bir kutuya yerleştirir, Akide ile Aşure'yi de arka koltuğa oturtur, dilediğim yere giderdim. Ev bitkileri ve evcil hayvanlar yolculuk eden, uzun süre ile uzak yerlere gidenler için akılın evde kalması demek.. Onlarla birlikte yaşarken çok mutlu eden, rahatlatan, dinlendiren, hatta iyileştiren bu canlılar, onlardan ayrı düşmemizi gerektiren yolculuklar ortaya çıkınca akla düşen ilk endişe oluyor. Ya da tam tersi, bu endişeyi kendimiz onlar kadar "evcimen" olamayarak yaratıyoruz. Diğer taraftan birlikte yaşadığımız canlıların "seyahat etme özgürlüğünü kısıtlaması" da kabul edilebilir bir hal değil kuşkusuz.
Sadece bu nedenle evinde bitki yetiştirmeyen, evcil hayvanları sahiplenmeyenler olduğu gibi; evindeki canlıları yalnız bırakmak istemediği, ya da başkalarına emanet edemediği için seyahat etmekten vazgeçenler olduğunu da biliyorum. Yine de an geliyor, insan yaşamını yerleşik ve gezgin hallerini de onlarla paylaşmak istiyor işte..
Mutfağa taşınmak meselesine gelince: Sanırım evin diğer yerleri için de, bu şehir için hissettiğime benzer bir bıkkınlık duymaya başladım. Mutfak küçük, ama balkonu var, yan taraftaki apartmanın kiremitleri eski, antenleri paslı çatısına bakıyor. Manzara da manzara değil hani! Ama kahve kokusu ve sabah sesleriyle birleşince sanırım kendimi biraz İstanbul'da, biraz İzmir'deymiş gibi hissediyorum. Akşam üstlerine yetişemiyorum haftaiçinde, ama yine de kırlangıçların çığlıkları ile Karşıyaka'ya uçuyorum: Evimin anneli babalı günlerine. Balkondan içeri girmeme izin vermiyor annem, "özlemişsindir, otur keyfine bak çocuğum" diyor. İkisi de mutfaktalar, kızaran kuru köftelerin kokusu içeri atacağım ilk adımda aklımı başımdan alacak. Tül perdenin ardındaki güzel dünya, sofrada baba elinden çıkmış çoban salatası, mis gibi domatesli pilav. Kırlangıçların sesleri hiç durmadan, deli deli uçuyorlar; sanki hiç yorulmazlar, hiç bir dala konmazlar, hiç yavaşlamazlar. Önce bir yuva, sonra iki, derken dörtleniyor. Annem müjdeliyor her yıl, " gözümüz aydın, bizim kiracılar geldi çocuğum", diyor telefonda. Sesinden anlıyorum ne kadar sevindiğini, kırlangıçların yolunu gözleyen o güzel kadın, Saatli Maarif Takvimi'nin yaprağını saklıyor kenarına bu kavuşmanın notunu düşerek.
Mutfakta oturmam bundan.
Gerçi başka şehir, başka ev, başka balkon ama, neyse ki hep aynı kırlangıçlar..
hk, 5. Mayıs. 2012