259 yıl önce, 19.Ekim.1745’de ölen Jonathan Swift’in romanındaki doktor Gülliver’i dinleyenler, ne Lilliput ülkesindeki cücelere, ne de kazazede olarak onların eline düşen seyyahın başına gelenlere inanmışlardı. Keşke bir fotoğraf makinesi olsaydı Gülliver’in, belki o zaman önce düşman, sonra iyi birer dost olan cücelerin varlığını kanıtlayabilirdi kendi dünyasındakilere.
Gülliver’in cücelerle dostluğu süredursun, “Mekanik sanatı”nın bir başka ustası Baron von Kempelen, Swift’in ölümünden sadece 24 yıl sonra 1769’da, Avusturya İmparatoriçesi Maria Theresa’nın hizmetinde bir mühendis iken “konuşan ve düşünen bir otomat” yapmak için harekete geçiyordu. “Satranç Oynayan Türk” adını verdiği bu tenekeden otomatın içi silindir ve çarklarla döşeliydi, oyuncusu ise gerçek büyüklükte olup tahtadan yapılmış, ayakta duran, başı sarıklı, önü ve kolları kürklü kaftan giymiş, bıyıklı ve oyunu sol eliyle oynayan bir Osmanlı figürü idi. Başı boynunun içindeki mil sayesinde sağa sola dönüyor, gözleri yuvaları içinde oynuyor, eğer rakip oyuncu şahı tehdit edecek bir hamle yapacak olursa uyarıcı bir ses çıkarıyordu. Kempelen otomatı tekerlekler üzerinde satranç oynanacak mekana getirip, oyun başlamadan önce kimi kapakları açıp, çekmeceleri açıyor, makinenin yalnızca bir yerinden çarklar ve tekerlekler görünüyordu. Oysa Kempelen’in “Satranç Oynayan Türk”ü aslında oyun masasının içine saklanarak oturan Johann Allgaier isimli cüce bir satranç ustasıydı. Satranç figürlerinin her biri tahtadaki bir deliğe oturtulduğundan, her delik dişli çarklarla satranç figürlerinin yerlerini makineye iletiyor ve içerideki oyuncu da karşı hamleyi yapıyordu. Aldatmacası ortaya çıkan Kempelen’e ne oldu bilmiyorum ama, 1820’de Amerika’ya gönderilen “Satranç Oynayan Türk”, sonraki yıllarda çıkan bir yangın sırasında yokolup gitmiş ne yazık ki.
22.Ekim’de “Bağbozumu Fırtınası” diye yazıyor Saatli Maarif Takvimi’nde, 23.Ekim’de güneş “Akrep Burcu”na girdi.
Ve 124 yıl önce aynı gün, 23.Ekim.1880’de Pierre Loti’nin romanına konu ettiği sevgilisi, “Aziyade”si İstanbul’da öldü. Gerçek adı Julien Viaud olan Loti şöyle diyor onun için:
“Günümüz Türk kadınlarının unutmaya yüz tuttuğu uzun etekli bir ceket giymişti. Eflatun ipekten ceketinin üstü pembe güllerle süslüydü. Sarı ipekten bir pantolon, yaldızlı terlikler içindeki küçük ayaklarının bileklerine kadar iniyordu. Lame Bursa bezinden gömleği, gülsuyu kokan amber rengi dolgun kollarını açıkta bırakıyordu. Esmer saçları sekiz parça halinde örülmüştü. Bu örgüler o kadar kalındı ki, içlerinden ikisi Parisli zarif bir kadının mutlu olması için yeterli olurdu. İnsan bu inci tanelerini, bu kasılmış kırmızı dudakları ve olgun bir kirazın etinden yapılmışa benzeyen diş etlerini öpmek için ruhunu satabilirdi.”
Ve 124 yıl önce aynı gün, 23.Ekim.1880’de Pierre Loti’nin romanına konu ettiği sevgilisi, “Aziyade”si İstanbul’da öldü. Gerçek adı Julien Viaud olan Loti şöyle diyor onun için:
“Günümüz Türk kadınlarının unutmaya yüz tuttuğu uzun etekli bir ceket giymişti. Eflatun ipekten ceketinin üstü pembe güllerle süslüydü. Sarı ipekten bir pantolon, yaldızlı terlikler içindeki küçük ayaklarının bileklerine kadar iniyordu. Lame Bursa bezinden gömleği, gülsuyu kokan amber rengi dolgun kollarını açıkta bırakıyordu. Esmer saçları sekiz parça halinde örülmüştü. Bu örgüler o kadar kalındı ki, içlerinden ikisi Parisli zarif bir kadının mutlu olması için yeterli olurdu. İnsan bu inci tanelerini, bu kasılmış kırmızı dudakları ve olgun bir kirazın etinden yapılmışa benzeyen diş etlerini öpmek için ruhunu satabilirdi.”
İstanbul’daki haftasonunun üzerinden neredeyse bir ay geçti, ben o şehri her sabah düşünmekten vazgeçemedim. Gençliğini özlerken yaşlılığını reddeden, görmüş geçirmiş bir hanımefendi gibiydi yine. Bu sefer de Aziyade’nin hayaleti ile karşılaşmadım ama, Pierre Loti’nin Osmanlı giysileri içindeki siyah-beyaz suretinin bir tıpkıbasımını alıp sakladım yolculuk kitabımın içinde. Takvim 25.Ekim’de “suların soğuyacağını” haber verdi, 30.Ekim’in de “Nineler Günü” olduğunu öğrendim. Aklıma İ.Ö 4. yüzyılda yaşamış Erinna’nın dizeleri geldi:
“yumuşak sesli, beyaz saçlı kadınlar
yaşlılığın çiçekleri gibi...”
Derken düşündüm, hani eğer yeterse ömrüm, bugünden otuz yıl , hatta daha da güzeli kırk yıl sonra ben de nine olacağım. 2034 ile 2044 arasında bir sonbahar günü, İstanbul’da, ninemin filbahri, erguvan ve mor salkımlarıyla sevdiği evinin penceresinden sokağa bakacağım. Bahçe kapısı açılsın, diye geçecek içimden. Belki de bahçe kapısının üstüne sesi evin her yerinden duyulacak bir çıngırak asacağım.
yaşlılığın çiçekleri gibi...”
Derken düşündüm, hani eğer yeterse ömrüm, bugünden otuz yıl , hatta daha da güzeli kırk yıl sonra ben de nine olacağım. 2034 ile 2044 arasında bir sonbahar günü, İstanbul’da, ninemin filbahri, erguvan ve mor salkımlarıyla sevdiği evinin penceresinden sokağa bakacağım. Bahçe kapısı açılsın, diye geçecek içimden. Belki de bahçe kapısının üstüne sesi evin her yerinden duyulacak bir çıngırak asacağım.
Geçmişi anımsar gibi bakabilmeli bazen geleceğe kişi, zira her şey göründüğünden daha yakın.
hk, 31.10.2004