E.Vuillard
I.
“uzak” olmanın ve “bilinçli tutunma”nın tüm hallerini öğreniyorum, ki şimdi de, sanki yaşamıma konulmuş ve değiştirilmesi olanaksız bir kural gibi direnen “ayrı yerlerde, ayrı ömürler tüketme” haline zorlanarak katlanıyorum, bir kez daha.
Zaman bildiği gibi giderken, ayrı kalmaların yorgunluğunu buluşmalar da dindiremiyor sonra.
Kişi sevdiği kim varsa işte, sevdiği ve elini uzatınca dokunmak istediği; ama öyle mektupla / telefonla, ya da belleğinde “onlar” için açtığı geniş ve boş odaları kendi başına doldurur gibi değil, aklı ve yüreğinin en yalın duruşuyla dokunmak istediği her kim varsa, hepsinden “ayrı” kalmış, hepsinden “uzak”laş(tırıl)mışsa, yitirmesi işten bile değildir aklını.
II.
Her mektup bir “uzanma” girişimidir, ileriye doğru ve yerçekimine karşı koyan; mektubu yazanın ayaklarının bastığı yerle, ulaşmak istediği arasındaki mesafeyi aşmaya niyetini gösteren adımdır. Her mektup biraz çırpınır, kimileri canhıraştır hatta, sözcüklerin ardına ustaca yerleştirilmiş “dokunma” isteğidir; zira, “ayrılığa” en iyi gelen, bir bedenin diğerinin sıcaklığına gömülmesidir, bu karşılıklı ve eşitleyicidir.
III.
“bilinçli tutunma”, hani şu eski çağlarda vazo ressamlarının kullandığı ve raslantısal olmayan “kırmızı” boya ile renklendirme gibi. Kırmızı ne kudretli renktir, istese herşeyin altını çizer; yakışmadığı insanlık hali de yoktur üstelik: düğünlere, doğumlara, savaşan kuvvetlere, bayrak ve sancaklara, yalnızlığa, geceye, çocuk oyunlarına, ölümlere, çiçeklerin taç yapraklarına, öfkeye, kıskançlığa, baş kaldırmalara, dirence, şölen ateşlerine, nefrete, mühürlere, meyva isimlerine, sıcak tutan giysilere, plaj şemsiyelerine, okul defterlerinin başlıklarına, ağlamalara, kara kışın tende bıraktığı acıya, ...
“bilinçle tutunmak”, kişinin kendi iradesiyle ve hiçbir şeyi oluruna bırakmadan birine tutunması, düşerken değil, geçici bir süreyle de değil; tüm olasılıkları hesaba katarak ve “kendi bildiğini okuyan” zamanın aşındırıcılığına direnerek, bilerek ve isteyerek, şüphesizce, birine tutunması. Herşeyin çevresini kırmızıya boyar gibi; kendini var eden ve kendi elleriyle var ettiği herşeyi belirginleştiren bir kırmızıyla hem de.
IV.
Mektup yazmaktan vazgeçmek hızlandırır mı “ayrılık” halini sona erdirecek kucaklaşma anı’na doğru atılan adımları?
V.
Yoksa yazılan her mektup aramızdaki “uzaklığı” koruyan / kollayan bir mil taşı mı?
VI.
Çoğul yalnızlıklardan, ki onlar aklın / yüreğin / belleğin en yaman sabırına karşı hiç durmadan yükselip alçalan bir med-cezir direnci gösterir; boğulmakla nefesini tutup beklemek arasında, o büyük ve istilâcı dalganın uzaklaşmasını ve giderken üstünde bıraktığı bir sürü tortu ve kalıntının ağırlığından silkinip, sıyrılmak istersin.
Şimdi “bilinçli tutunma”nın “bilinçli kırmızısı” çoğul yalnızlıkları “tek bir yalnızlık”ta birleştiriyor; hani bir şairin* “kimi sevsem sensin” dediği gibi.
Artık kimi özlesem sensin...
hk, 21.3.2004
* Attila İlhan, Kimi Sevsem Sensin, Bilgi Yayınevi, 2002