24.3.07

sıkıntının ilâçları -I- : mûsikî

"untitled" by Reha Yünlüel - Strasbourg 2007

Yakup Naziff'in (Reha'nın oğulcuğu) oyuncak sepetinden kaçmış bu iki cücenin, kimbilir hangi şarkılara ses veren şu eski püskü gitarın tellerini tıngırdatmakta olduğunu düşünürken uyuyakalmak isterdim. Gitarın orta yerinde cücelerin içinde yaşadıkları bir kuyu bile var. İçerisi karanlıksa da, sakinleri için kışları kuru ve sıcak, yazları serin ve gölgeli bir yuva.

Sıkıntımın ilaçlarından biri mûsikî olsaydı ne dinlerdim dersiniz?

hk, 25.III.2007

sadece sıkıntı -III-

sadece sıkıntı III, "untitled" by Reha Yünlüel - Strasbourg 2007

sadece sıkıntı III

sıkıcı olan yaşlanmak değil, yaşlanırken yalnız kalmak...

hk, 24.III.2007

sadece sıkıntı -II-

sadece sıkıntı II, "untitled" by rehayunluel - strasbourg 2007
kışkırtma II.
bir fotoğraf daha, üstelik bir de üçüncüsü var bu serinin.
"triptik" (üçleme) dediği bu işte reha yünlüel'in.
ben "diptik" ve "triptik"ler arasında "tik"li bir ruhla dolaşıp dururken,
o uzaklardan kışkırtmaya devam ediyor.
hem bununla da yetinmeyip, "sadece sıkıntı"dan mürekkep olan hk'e çareler önereceğinin ilk işaretini "musikî" ile veriyor .
sadece sıkıntı II.
durgun su, ölü yapraklar ve bir zaman önce onları yeşerten, ama dallarında tutamayan ağacın uykulu kış gövdesi. fotoğrafın içinden avazı çıktığı kadar bağırıyor sıkıntı, aynı çerçevede kolajlanmış iki ayrı su gibiyse de, paslandığı için aynalanmayan yarısında ağaç gövdesinin gölgesini taşıyan tek bir su birikintisi. fotoğraftaki sıkıntıyı dağıtmanın tek bir yolu var: taş, kozalak, dal parçası, at kestanesi, ya da işte orada toprağın içinde bulunabilecek ne var ise, suya (ama bilhassa suyun paslı yarısına) fırlatmak...
bu fotoğrafta ben (nam-ı diğer "sadece sıkıntı") suyun üstünü kaplayan pas'ım.
hk, 24.III.2007

23.3.07

sadece sıkıntı...

"untitled" Reha Yünlüel, Strasbourg 2007

Reha'nın bu yaptığı sözcüğün en doğru, kesin ve yanılgısız kullanımı ile "kışkırtıcılık"...

Zira bu fotoğrafı ve ona iliştirdiği başlığı gördüğüm zaman, yazmadan duramayacağımı biliyor(du): Suyu hafifçe bulanıklaşmış şu vazonun içindeki papatyaları, onların daha bu sabah kaçmak istediğim kırdakilerden çok da farklı olmadığını düşünerek getirmişti karşıma . Benim yaşadığım yerden bakıldığında bir başka kıtaya ait ve daima yağmur kokan anıların şehrinden gelmişti cam silindirin içinde nefes alamayan papatyalar. Her bir taç yaprağı tutunduğu sarı göbeğin altında, suyun içine doğru uzanan sapları hissedemeyecek kadar gevşeyip, dökülmeye başladığında, benim giderek sıklaştırdığım nefes alıp verişlerime benzer bir sıkıntıya dönüşecek vazonun çiçekleri.

"Sadece sıkıntı", bu işte: Su ve hava arasına giren camın şeffaf bedeni içinde boğulmaya hazırlanan küçük bir demet papatya. Strasbourg'da bir kaldırım çiçekçisinden satın alınmış, ya da Foça kırlarından toplanmış olmaları hiç bir şeyi değiştirmiyor; giderek daha daha daha derin nefeslere ve dilsiz hecelere benzeyecekler.

sadece sıkıntı'dan ibaretim, inanmak istemeseniz de itiraf ediyorum.

hk, 23.III.2007

portakallı - fındıklı kek

Uzun zaman olmuş çay-kahve sofraları için bir kek tarifi vermeyeli; bu sabah "domestik" bir ruh hali ile uyanıp, bir lokmasını bile yemeyeceğim ( İffet'ciğim cidden yemiyorum) ve bir güzel paketleyip, annemle babama göndereceğim bir "portakallı-fındıklı kek" pişirdim.
Tarifini hemen vereyim:
2 yumurta
1 çay bardağı sıvı yağ
1 çay bardağı süt
1 bardak toz şeker
1 paket kabartma tozu
50 gr. çekilmiş fındık
2 bardak un
bir büyük portakal ( doğrayıcıdan geçirilerek püre haline getirilmiş)

yumurta+sıvı yağ+süt+şeker+kabartma tozu+un+portakal püresi+fındık karıştırcı ile iyice çırpılır ve yağlanmış kalıba dökülerek, 30-35 dakika pişirilir.

Ortaya resimdeki gibi şahane bir kek çıkar (portakal ve fındık kokusu aklınızı başınızdan alır) ve iyice soğuduktan sonra kalıptan çıkarılır.

Afiyet şeker olsun efendim :o)

hk, 23.III.2007

olmak istediğim yerler VII.

bu sabah duvarlı, kapılı,
pencereli tüm alanlardan;
sokaklardan, meydanlardan,
şehirlerden; sözcüklerden,
cümlelerden, satırlardan,
satır aralarından, noktalama
işaretlerinden; yüzlerden,
gözlerden ve tinlerden çıkmak,
papatyalarını açan bir kırda olmak istiyorum.
hk, 23.III.2007

22.3.07

kimi özlesem...

E.Vuillard


I.
“uzak” olmanın ve “bilinçli tutunma”nın tüm hallerini öğreniyorum, ki şimdi de, sanki yaşamıma konulmuş ve değiştirilmesi olanaksız bir kural gibi direnen “ayrı yerlerde, ayrı ömürler tüketme” haline zorlanarak katlanıyorum, bir kez daha.

Zaman bildiği gibi giderken, ayrı kalmaların yorgunluğunu buluşmalar da dindiremiyor sonra.

Kişi sevdiği kim varsa işte, sevdiği ve elini uzatınca dokunmak istediği; ama öyle mektupla / telefonla, ya da belleğinde “onlar” için açtığı geniş ve boş odaları kendi başına doldurur gibi değil, aklı ve yüreğinin en yalın duruşuyla dokunmak istediği her kim varsa, hepsinden “ayrı” kalmış, hepsinden “uzak”laş(tırıl)mışsa, yitirmesi işten bile değildir aklını.

II.
Her mektup bir “uzanma” girişimidir, ileriye doğru ve yerçekimine karşı koyan; mektubu yazanın ayaklarının bastığı yerle, ulaşmak istediği arasındaki mesafeyi aşmaya niyetini gösteren adımdır. Her mektup biraz çırpınır, kimileri canhıraştır hatta, sözcüklerin ardına ustaca yerleştirilmiş “dokunma” isteğidir; zira, “ayrılığa” en iyi gelen, bir bedenin diğerinin sıcaklığına gömülmesidir, bu karşılıklı ve eşitleyicidir.

III.
“bilinçli tutunma”, hani şu eski çağlarda vazo ressamlarının kullandığı ve raslantısal olmayan “kırmızı” boya ile renklendirme gibi. Kırmızı ne kudretli renktir, istese herşeyin altını çizer; yakışmadığı insanlık hali de yoktur üstelik: düğünlere, doğumlara, savaşan kuvvetlere, bayrak ve sancaklara, yalnızlığa, geceye, çocuk oyunlarına, ölümlere, çiçeklerin taç yapraklarına, öfkeye, kıskançlığa, baş kaldırmalara, dirence, şölen ateşlerine, nefrete, mühürlere, meyva isimlerine, sıcak tutan giysilere, plaj şemsiyelerine, okul defterlerinin başlıklarına, ağlamalara, kara kışın tende bıraktığı acıya, ...

“bilinçle tutunmak”, kişinin kendi iradesiyle ve hiçbir şeyi oluruna bırakmadan birine tutunması, düşerken değil, geçici bir süreyle de değil; tüm olasılıkları hesaba katarak ve “kendi bildiğini okuyan” zamanın aşındırıcılığına direnerek, bilerek ve isteyerek, şüphesizce, birine tutunması. Herşeyin çevresini kırmızıya boyar gibi; kendini var eden ve kendi elleriyle var ettiği herşeyi belirginleştiren bir kırmızıyla hem de.

IV.
Mektup yazmaktan vazgeçmek hızlandırır mı “ayrılık” halini sona erdirecek kucaklaşma anı’na doğru atılan adımları?

V.
Yoksa yazılan her mektup aramızdaki “uzaklığı” koruyan / kollayan bir mil taşı mı?

VI.
Çoğul yalnızlıklardan, ki onlar aklın / yüreğin / belleğin en yaman sabırına karşı hiç durmadan yükselip alçalan bir med-cezir direnci gösterir; boğulmakla nefesini tutup beklemek arasında, o büyük ve istilâcı dalganın uzaklaşmasını ve giderken üstünde bıraktığı bir sürü tortu ve kalıntının ağırlığından silkinip, sıyrılmak istersin.

Şimdi “bilinçli tutunma”nın “bilinçli kırmızısı” çoğul yalnızlıkları “tek bir yalnızlık”ta birleştiriyor; hani bir şairin* “kimi sevsem sensin” dediği gibi.


Artık kimi özlesem sensin...


hk, 21.3.2004

* Attila İlhan, Kimi Sevsem Sensin, Bilgi Yayınevi, 2002

olmak istediğim yerler VI.

Bu sabah Bostancı Adalar iskelesinden vapura binip, İstanbul'u denizden seyrederek Büyükada'ya gitmek ve Halki Palas'a yürümeden önce, iskelenin üstündeki terasta oturup, orta şekerli bir Türk kahvesi içmek isterdim. Bu sabah Adalı olmak, anakara ile tüm bağlantımı koparmak, beni kederlendiren düşünceleri vapurdan Ada İskelesi'ne adım atarken suya düşürüvermek isterdim.
Bu sabah "burada değil", "orada" olmak isterdim.
hk, 22.III.2007

18.3.07

baharın işaretleri

Kimsesiz fotograflar albümü