31.12.07

rehaiku MMVII-MMVIII



rehaiku MMVII-MMVIII

kumsala usun çaktığı değer'li taşlar gibiyiz
su bizi geri çağırıncaya değin yolculuğumuz.

reha yünlüel/şiirhâne

30.12.07

kurabiyeli Pazar

Yılbaşı Kurabiyeleri:
Portakal ve üzümlü kaşık kurabiye
1.5 su bardağı un
2/3 su bardağı şeker
1 yumurta
1 portakal kabuğu rendesi
1 portakalın suyu
75 gr. eritilmiş yağ
2 avuç dolusu sultani kuru üzüm
Bütün malzemeler karıştırıldıktan sonra, fırın kağıdının üstüne bir tatlı kaşığı ile lokmalar halinde konulur ve orta sıcaklıktaki fırında pişirilirler.
Zencefilli kurabiye
2 su bardağı un
1 su bardağı şeker
125 gr eritilmiş yağ
1 yumurta
1 paket kabartma tozu
2 çay kaşığı tarçın
2 çay kaşığı zencefil
pudra şekeri
Malzemeler iyice karıştırılıp hamur haline getirilir ve streç filme sarıldıktan sonra 3-4 saat buzdolabında bekletilir. Üç parçaya bölünen hamur daha sonra merdane yardımı ile 0.5 cm kalınlığında açılır ve kalıplarla kesilir ( benim kalıplarım yıldız, kalp, oyuncak ayı, kelebek şeklinde). Pişirme kağıdı üzerine yerleştirilen kurabiyeler orta sıcaklıktaki fırında pembeleşene dek pişirilir ve fırından çıkarılınca üzerlerine pudra şekeri (çay süzgeci yardımıyla) serpilerek servis edilir.
Bu kurabiyelere eşlik edecek kahve için önerim Tchibo Mağazası'nda satılan "Wiener Melange"; çekirdek olarak alıp, evinizde taze taze hazırlarsanız tadı ve rahiyası baş döndürücü oluyor.
Evin tüm odaları kahve, zencefil ve portakal kabuğu kokuyor üstelik. Ben 2007'nin bu son Pazar gününü kurabiye yapımına ayırdım, NTV Radyo'da Sevin Okyay'ın sunduğu caz programını dinledim kurabiyelerimi kalıptan tepsiye taşırken, kısa bir süre için herşeyin eskisi gibi olduğunu sandım.
Ama kısacık bir süre için.
hk, 30.12.2007

29.12.07

kuşlar gibi...

Yeni yıl için söylemek istediklerimi aklımın ve ruhumun kıvrımlarında evirip çevirmekteyim günlerdir. Dilemek yetmiyor oysa, bunu öğrendim; ilk yeni yıl tebrikimi kaç yaşımda kendi cümlelerimle yazdım anımsamıyorum ama, o zamandan beri dileklerimin pek çoğu gerçekleşmemiş gibi geliyor şimdi bana.

Bilmem sizin başınıza geldi mi hiç? Ben bir dilekte bulunmaktan ve sonra onun gerçekleşmesini beklemekten yoruldum. "herşey olacağına varır", deyip geçmek taraftarıyım uzun zamandır. Olacakları bilememek de iyileştirici, rahatlatıcı bir hal.

“Saatli Maarif Takvimi” alırdık her sene anneciğimle birbirimize, takvimi paketleyen kırmızı ambalajı açmak ve 1.Ocak sayfasını ortaya çıkarmak benim görevimdi evde: Yılbaşının değişmez geleneği; annem elimin uğurlu geleceğine inanırdı zira.

2007 yılına başlarken elim hiç de uğurlu gelmedi anneciğim, dileklerimizin hiç biri gerçekleşmedi; mutfak duvarında, ışık düğmesinin yanında asılı duran Saatli Maarif Takvimi’nin 7.Mayıs’dan sonraki yapraklarına kimse dokunamadı..

Kokinalar vazonun içini doldurdu yine, altında eski yeni fotoğrafların..
Fotoğraflardaki suretinle gözgöze geliyorum, ne diyeceğimi bilemeden.
Sözü sınayan acı, acıyı evcilleştiren akıl, aklı susturan kalpmiş.

Hiçbir dileğim yok,
beklentim de.
Kuşlar kadar hafifim anneciğim.


hk, 29.12.2007

20.12.07

ıssız not

"...boş kuş yuvaları gibiyim, sonbahar çoktan bitti,
kışı da cıvıltısız karşılıyorum."
Bir cümle kurup öyle uyudum dün gece, zira uzun zamandır git gide azalıyor yazmak istediklerim. Herşey zoraki bir çabanın sonucu şimdilik hayatımda. İçimden gelerek ve heyecanlanarak yapmıyorum hiç bir şeyi, "öyle olması gerektiğini kendi kendime yineleyerek, ruhumdaki dalgınlığı dürtükleyerek" yaşıyorum. Hani aslında öznesi olmayı hiç istemediğimiz bir eylem için ısrarcı olur ya yanımızdakiler, ısrar sürerken kalkıp gitmek, uzaklaşmak, oradan / o ısrarın merkezinden kaçmak istersiniz ve bunu bir türlü beceremezsiniz ya, işte öyleyim ben de.
Hatıraların onları birlikte yaşadığım, onları var eden anneciğimin yokluğunda nefes almamı zorlaştıran bir kedere dönüştüğünü; zira o günlerin bir kez daha yaşanamayacağını; anneciğimin pencere önünde yolumu gözlerken duyduğu mutluluğun / O'nu pencere önünde beni bekler bulacağımı bilerek duyduğum güven ve iyilik hissi ile bir daha hiç örtüşemeyeceğini farkettiğimden beri kimsesizim.
Sekiz ay ondört gün oldu anneciğimle konuşmayalı, benim yazamadığım ne varsa bu acının içinde birikmekte ve eksilmektedir.
hk, 21.12.2007

19.11.07

sombahar'da şenlikli bir bahar temizliği


ŞENLİKLİ BİR BAHAR TEMİZLİĞİ

…dar zamanlara ne çok şey sığdırmaya çalışıyoruz.
Dediğin gibi, günler ufalanıyor parmaklarımızın arasında,
bu yüzden söyleyemediklerimizin altında ezilip
paramparça cümleler kuruyoruz, söylediklerimizin bir yanı hep eksik,
eksik kalanları bir dahaki sefere dile getirmek üzere
biriktirip, sonra yavaş yavaş unutmuyor muyuz ?

Sana yazmış mıydım “unutmak şenlikli bir bahar temizliğidir”, diye…
kıyı köşe ne varsa ortaya dökersin, torbalara doldurursun önüne serilenleri,
ancak mektupları okumadan yırtmak gerekir, giysileri denememek aynanıin karşısında,
kitaplara dokunulmaz, onları kutulara doldurup daha sonra verilmek üzere bir köşeye ayırabilirsin …
fotoğraflar ise en zor anı belgeleridir, bilemezsin onları ne yapacağını:
fotoğraflarda birlikte olduğun kişiler varsa (ki çoğunlukla öyledir) ve
haberdarsan adreslerinden, üşenmeyip onlara gönderebilirsin…
( teyzem böyle yapmıştı yaşamının son yıllarında, onun ardından kimsenin kalkışmaya cesaret
edemeyeceği bir işti. bana verdiği siyah beyaz fotoğraflar için hiç kızmamalıymışım ona… şimdi anlıyorum)
yerleri yurtları belli değilse o insanların ve top yekun unutmaya kararlıysan her şeyi,
fotoğrafları da mektupların yanına koyabilirsin…


Sonra küçük eşyalar olur, başkalarına pek anlamsız gelirler:
şişe mantarları, tren/vapur/sinema/tiyatro biletleri,
konser /opera programları, özenle saklanmış kumaş
kurdelalar, arkası yazısız kartpostallar (bu dünyaya
yaptığın benzersiz yolculuklardan), café’lerin küçük
kare peçeteleri (bazılarının üzeri yazılmış ve
imzalanmış), kitap ayraçları, müze broşürleri, çakıl
taşları, pasta mumları, deniz kabukları, başka
ülkelerin tedavülden kalkmış bozuk paraları, pullar,
nikah şekerleri bayatlamış çiçekli minyatür sepetler,
yapışkanı bitmiş etiketler, kartvizitler, renkli cam
kırıkları…

Ama işte yok etmen gerekenler bunlarla da kalmaz,
eğer iyi bir biriktirici isen sırada gazete küpürleri vardır,
köşe yazıları: Edip Emil Öymen’in Londra’dan
bildirdikleri, siyah beyaz haber fotoğrafları,
karikatürler, yazı dizileri (tarih sırasına konulup
ataçlanmış), kitap ve sinema ekleri, ölüm ilanları
(bir tanıdığın ölüm tarihini bilmek neyi değiştirir ?),
Ugur Mumcu’nun cenaze töreninde yakana taktığın fotografı,
sanat ve edebiyat dergileri,….

İşte unutulacaklar,
orada olduklarının uzun zamandır farkına varmadığın
için zaten çoktan unutulmuşlardır aslında…
bu yaptığın sadece bir onaylamadır,
unutulmayı hakettiklerini kabul etme,
bahar temizliğinin hakkını verme hali…

bahar temizliği kıyı köşe olmalıdır,
evdeki herşey havalandırılırken
bilincin ve bilinçaltının tüm kapakları açılıp
içleri boşaltılmalıdır,
zamanında biriktirilmiş ancak şimdi orada olmasında
yarar görülmeyen ne varsa,
ya da orada durdukça evi daraltıp kalabalıklaştıran,
karanlık ve eski kılan herşey
“ilkbahar”a yakışır bir yenilenme tavrı ile evden uzaklaştırılmalıdır,
gözden ve gönülden ırak bir yere gönderilmelidir hepsi…

unutmak
zor ve zahmetli bir uğraştır,
yüzleşmedir,
vedalaşmadır,
yorgunluğu güzel
bir bahar temizliğidir,
hangi mevsimde yapılırsa yapılsın…


hk, 16.01.2001

14.11.07

doğumgünüm..

Bugün onbeş kasım, 44 yıl önce Zeynep Kâmil Doğumevi'nde
anneciğimin kucağına verildiğim gün.
Doğduğumdan beri ilk kez onbeş kasım sabahı O'nun sesiyle uyanmayacak,
anneciğimin benim için özenle hazırladığı, sarıp sarmaladığı hediyelerimi açamayacak,
inci gibi el yazısıyla " yedi dağ çiçeğim, bitmez ağaç yemişim,
kalbimin çarpık ucu Hampo'cuğum" diye yazdığı kartını okuyamayacağım.
ah anneciğim, ben bugün sensiz ne yapacağım...
hk, 15.11.2007

13.11.07

sonbaharlı..




“ sesinin sesini özlüyorum.

Gözümün önündeki yüz hiçbir şey demiyor bana. “, İzumi Şikibu


Oradakine, 7.7.2003


I.Yalnızlığın önüne geçilemez hallerinden biri olmalı, hep biryerlerden / birilerinden haber beklemek. Üstelik artık postacı yolugözlemek de yok, teknolojinin soğuk ve metalik nefesiyle geliyor mektuplar, kartpostallar, fotoğraflar, karalamalar, birkaç cümlelik notlar...

Oysa onun uğrayacağı günleri ve saati biliyorduk eskiden. Zamanı geldiğinde umutlanıyorduk bir kez; sonra beklenti tedirginliğinden kurtulup, rahatlıyorduk. Ara zamanlarda kendi yalnızlığına dönüyordu her ruh.

Artık her an her şey değişebilir.

Günlük iletiler için belirlenmiş “teslimat saatleri” yok.

Ölüm haberi de, indirim ilanları da, terkeden sevgili mektubu da, banka hesap bildirimleri de aynı anda gelebilir: Sabahın ikibuçuğunda (uykusuzluk da yalnız yaşamanın hallerinden biridir, bu saatte uyanık olmaya şaşırmamalı), sırayla ve küçük bir “ok işareti”nin çıkardığı o mekanik –tık- sesiyle...


Her an, her türlü acıya, kötümserliğe, hayal kırıklığına açık bir pencerenin önünde oturuyoruz sanki...


Hazırlıksız yakalanmak çağında yaşıyoruz.

Her an her şey değişebilir ve olanları bildirmek için birileri zaten orada beklemektedir.


II. Giderek daha da tenhalaşıyor yaşam.Hem yalnızlığımızı gözetmeye, onu özgürlüğümüzün güvencesi olarak korumaya çabalıyoruz, hem de bu çabayla çelişen birliktelik düşleri kuruyoruz.Yitirmeyi göze alamadığımız, korktuğumuz / nefret ettiğimiz ve koruduğumuz bir hal yalnızlık.Yanından ayırmadığın cep telefonunun ışıklı penceresinde, ya da bilgisayar ekranının sağ alt köşesinde beliriveren o minicik zarf işareti: İçeriğini öğreninceye dek (bazen öğrendikten sonra da)sürecek bir sevinç. Hepsi o kadar işte.


Yalıtılmış ama iletkenliği sınırsız birer minyatür gezegen yarattığımız.

Bencil iklimler biteviye.


III. Bir sabah uyanmak, o küçük zarfları gönderene dokunmak istemez miydin?


hk, 2003

2.11.07

karşılaşma

rehayunluel, strasbourg 2001

oradakine XXII'den alıntı

“it seems we stood and talked like this before
we looked at each other in the same way then
but I can’t remember where or when” (Rogers&Hart / Bryan Ferry)

...kendisiyle karşılaşır mı kişi,
ya da kendisini görür mü bir başkasında:
yoksa kendini bulmak istediği için mi kapılır bu sanrıya?
O’nu kendisi gibi bilmesi bencilliğinden değil midir?

kişi bir diğerinin aynadaki yansıması olabilir mi?
o yansımada gülümsediği, ağladığı, nefret ettiği kendisi değil de kimdir?

kendini, kendisine benzettiği O’na daha çok benzetmek için mi uğraşır?
ya da
bir başka kendisi gelince mi farkeder
o zamana dek yap(a)madıklarını?
biri zamanın –su ve havayla- ilgili kurgularını yaşamıştır,
diğeri –toprak ve ateşle-,
ama birdirler aslında.


yaşanmak zorunda kalınanın bilinçlerine, belleklerine

ve tinlerine yüklediklerini getirirler beraberlerinde,
onları karşılaştırmaları imkânsızdır
ve ama yine de özsuları aynıdır:
hücreleri, hücre duvarlarındaki kılcal damarların yönü,
yaşamak için gereksinim duydukları aydınlığın şiddeti,
suyun niceliği aynıdır...

karşılaştıklarında
kendilerine bakarlar
birbirlerinin gözleriyle...

(kendini
tanımaz mı kişi ?)



hk, 13.nisan.2002

1.11.07

Serap'cığımın doğumgünü

Bugün Serap'cığımın doğumgünü...
Serap kim derseniz benim üniversitedeki sevgili asistanım,
derslerde can kurtaranım, ilk yüksek lisans tez öğrencim,
mahzun duruşlu / güler yüzlü / şefkatli / iyi kalpli arkadaşım..
Doğumgününde "bir fincan yasemin çayı" ikram ederek onu kutluyor,
yanaklarından öpüp / kucakladığımda söyleyeceğim tüm iyi dileklerimi
saklı tutarak, hayata açılan bu küçücük pencerenin belleğine de bu mutlu günü kaydediyorum.
sevgilerimle Serap'cığım...
hk, 1.11.2007


29.10.07

29.Ekim.2007

Zekânın, bilgeliğinin, ileri görüşlülüğünün,
idelizminin, kararlılığının, barışseverliğinin,
mücadeleciliğinin, gençliğe duyduğun inancın,
Cumhuriyet'i yücelten azminin, gericilik ve cehâleti
def eden cesaretinin, dürüstlük ve aydınlığının 84 yıl sonra da
bu ulusun tüm bireylerine yol göstermesi dileği ile,
Cumhuriyet'imizi kutluyorum ey sevgili Atatürk...
hk, 29.10.2007

21.10.07

-5


İbn-i Sina Hastanesi’nin “giriş” katına inmek için asansörün önünde bekliyorum. Büyük metal kapıların yanındaki levhanın üstünde katlara göre ana bilim dallarının ve tüm tıbbi müdahale birimlerinin isimleri var. 10. kattayım, aklımda kalmayacağını bilerek okuyorum tüm yazıları. 0. kattan giriş yapılıyor hastaneye, -2. kattan itibaren ameliyathaneler var.
Hızla okuyorum, -5.kat ( girişin beş kat altı) hizasında “Morg” yazıyor.


Okuduğum hızla düşünüyorum, 0. katta yeryüzü seviyesindeyiz, yaşama dair herşey de orada zaten: PTT, Banka, Market, Konferans Salonu ve hepsinden önemlisi hastane dışına açılan kapı, kapının ötesindeki bahçe, bahçeden caddeye, caddeden gidilen sokaklara, dükkanlara uzanan basamaklar, hepsi 0 katında.


-2, -3, -4. katlarda cerrahi birimler, yeryüzünün hemen altında, sessiz / derin / kalabalıktan ve yaşamın karmaşasından uzak koridorlar, ameliyathaneler, yoğun bakım üniteleri.
-5. katta ise hayatın, hayatta kalma çabasının, savaşımın sürdüğü onbeş katın ağırlığı altında suskun / yenik düşmüş / yorgun ve bitkin bedenlerin en derin uykuya dalıp kaldığı morg.
Toprağa en yakın, yeryüzünden en uzak, artık yaşama ait olmayan bedenlerin sığınağı...

Asansör gelmek bilmiyor, merdivenlerden iniyorum 0 katına, uzun ve geniş koridorlardan geçiyorum, kapıdan çıkınca yağmur ve toprak kokuyor sokaklar...


hk, 21.10.2007

8.10.07

Bayram Kartpostalı

Bayram tebrikleri bir kaç gün öncesinden düşmez miydi posta kutularımıza?
O halde, "bir fincan yasemin çayı" içmeye gelen tüm dostlarıma
sağlıklı, bereketli, huzurlu, sevinçli, mutlu, şarkılı,
yağmurlu, tatlı ve neş'eli bir
"Şeker Bayramı" dilerim.
hk, 8.10.2007

29.9.07

kartpostal...


İlkokula başladığım 1969 yılının Karşıyaka'sında, vapur iskelesinin karşısındaki çarşı girişinde telden sergilere dizilererek satılırdı kartpostallar: Bayram ya da yılbaşı yaklaştı mı boy boy, renk renk, yaldızlı, kapaklı, yalınkat çeşitlerinin çevresinde dört dönen müşteriler, zarfları ile birlikte aldıkları bu "iyi dilek habercileri"ni, uzun kuyruklar oluşturarak postahaneden akrabalarına, aile dostlarına, arkadaşlarına gönderirlerdi.

Yılbaşı kartlarının "kar manzaralı ve gümüş rengi yaldız ile süslenmiş olanları"nı severdim ben. Diğer tüm kutlamalar için ise, "kocaman gözlü, hokka burunlu, gül dudaklı" ve "pek tatlı gülümseyişli" kız - oğlan çocuklu, hepsi aynı yabancı ressamın fırçasından çıkmış kartpostallarda ısrarlıydım.

Büyürken o kocaman telden sergilerin kalktığını, kartpostalların kimi kırtasiye dükkanlarının önüne yerleştirilen alçakgönüllü tezgahlara sığacak kadar azaldığını, postahanelerin tenhalaştığını, postacı yolu gözleyenlerin kaybolduğunu izledim.

Oysa bizim evimizde Bayram ve özellikle Yeni Yıl tebriki yazmak, uzun adres ve isim listelerinin yanına "yazılmıştır" işareti koymak, postahanede kalabalığa rastgelmemek için erkenden yola çıkmak, sonra da dostların iyi haberlerini / güzel dileklerini beklemek bu günlerin en şenlikli uğraşıydı...

El yazım hiçbir zaman anneciğiminki kadar mükemmel olmadı; O'nun siyah-mavi mürekkepli dolmakalemi ile yazdığı güzelim kartpostalların çoktandır sahiplerini yitirmiş adreslerde kaybolduğunu düşünmek ise canımı yakıyor...

hk, 29.9.2007

21.9.07

üsküdar'a gidelim...

banu'nun meraklı arkadaşı, Erenköy - 2007
Banu, hani benim sevgili / yetenekli / becerikli / yaratıcı dostum, Kalpazankaya serçelerinin masalsı resimi ardından göndermiş "meraklı arkadaş"larından birini bana...
İzmir kumrularının "gu guuu cuk, gu guuu cuk"larına alışkın olduğu halde ( ki anneciğim derdi ki, "sabah sessizliğinde hiç aralıksız 9-10 kez "gu guuu cuk"ladı mı bir kumru, yaz gelmiş demektir"), bu kızıl gözlü, kızıl kahverengi tüylü kumruların merakına alışamadığını söylüyordu gülümseyerek... ( bazen kağıt üzerinde de gülümsüyor yazılan sözcükler)
Bu meraklı İstanbullu kuş aklıma seneler önce dede evinin bahçesindeki mor salkımın dallarına "salıncaklı" bir yuva yapan kumruları getirdi. Upuzun ve kuru iki dalın arasına taşıyıp, yastık gibi yerleştirdiği çalı çırpıdan kurulu yuvanın içinde bir o yana, bir bu yana salınarak büyütmüşlerdi yavrularını. Anneciğim bu yuvanın "entipüf"lüğüne kızıp, "bu kadın yavrularını yuvadan düşürecek", diye pek telaşlanmıştı o sonbahar. Güneş filbahrinin, leylak ağacının ve mor salkımın dalları arasından süzülerek geliyor; hüzünlü ama bir o kadar da huzurlu akşam saatlerinde, bir zamanlar anneannemin anneciğimle söyleştikleri oturma odasının duvarlarını bal rengi bir ışıkla aydınlatıyordu.
Bu saatlerde yemek odasından bir kaç basamakla inilen ve bahçeye açılan küçük mutfakta Türk kahvesi pişirilir, anneciğimin İzmir'de hep hasretini çektiği mahlepli paskalya çöreği (daima Beyaz Fırın'dan alınan) ve İstanbul halkalarıyla kahve keyfi yapılırdı. Paskalya çöreğinin Türk kahvesi ile birleşen o hafif tatlı kezzeti bize İstanbul'da, birlikte ve mutlu olduğumuzu hatırlatır, sadece zihinlerde ve usulca bu birliktelik anı için şükredilirdi.
Anneciğim yaşlanırken giderek daha çok benzediği ve benim O'nu anlatışımdaki hasreti hiç de aratmayan bir şefkatle andığı İclâl anneannemin yanındadır şimdi. Anne kız, o mahzun ve meleksi tebessümleri ile, elele gözgöze olmalılar.
Ve bu iki güzel, fedakâr, mağrur kadının cennetindeki salıncaklı yuvalarında tüyleri kızıl kumrular "Üsküdar'a gidelim" diyorlardır yine, "Üsküdar'a gidelim"...
hk, 21.9.2007
derinnot: BanuÖzerEren'in tasarlayıp diktiği ve "sohbet günleri" adını verdiği (üzerinde tombul bir serçeyle söyleşen genç bir kadının yer aldığı) güzelim -şekerçanta-yı bana "yaz hediyesi" olarak almıştı geçen bahar anneciğim. Biz uzak şehirlerde yaşadığımız için, hep benden kendisine haber taşıyan kuşlar olduğunu söylerdi zira.

19.9.07

kedili rehaiku

-kedili rehaiku-

kedi, bekliyor.
beni ve benini bekliyor.
hangimiz sen ki kedi?

sen ben san benini
ben de senini, ben.

bu çile, sökülmekle başlıyor kedi!

reha yünlüel / şiirhâne

18.9.07

Çengi

gittigidiyor kedisi, sahibinin objektifinden
Bir konser dönüşü, yağmurlu ve soğuk bir İstanbul gecesinde anneciğimle dedemin peşine takılan yavru kedinin öyküsünü kimbilir kaç kez aynı mutlulukla dinlemişimdir Pazar öğle yemeğinin ardından.
İlkokul çağımdan itibaren Pazar günlerine ait anımsadığım, en sevgili ritüeldi bu: Anneciğim kendi çocukluk ve ilk gençlik anılarını anlatır, kurduğu cümleler yavaş yavaş o günlerin İstanbul görüntülerini gözlerimin önüne getirir, bir film sahnesi gibi canlanan hayaller; öykülerin hep aynı yerinde salınıveren kahkahalar, ya da gözleri buğulayan hüzünler anneciğimin müşvik ve tatlı sesiyle bambaşka bir anlam kazanırdı. Sanki o öyküleri diğer kahramanlarından dinlesem bu denli sevmeyecek, onların cümleleri yerine hep anneciğimin kurduklarını özleyecektim.
Zaman zaman anneciğimin sesinden kaydetmeyi, ya da O'nun "inci gibi" elyazısı ile bir deftere yazmasını arzu ettiğim bu birbirinden güzel hatıraların artık sadece benim aklımda kaldığı kadarıyla bilinecek olması ne yazık...
O yavru kediciğin gizlice eve alınmasını, anneannemin suç ortaklığı ile dedemden saklanarak beslenmesini, tüylerinin uzunluğu, gözlerinin güzelliği ve oyunbazlığını anlata anlata bitiremezdi anneciğim. Sonradan dedemin de çok sevdiği, evde kalmasına karar verilen ve adı "Çengi" konulan bu kedicik, yavruları karnında ölüp de kanı zehirlenince hayata veda etmiş; günlerce ağlayan anneciğim ve anneannemin bu hallerine dayanamayan dedem, bir daha ev içinde kedi beslenmesine izin vermemiş.
Umarım Çengi yine anneciğimin kucağında oturuyor, başını o yorgun dizlerinin üstünde dinlendirirken mırıl mırıl mırıldanıyordur...
hk, 18.9.2007

serçeli yazı...

30.ağustos.2007, Kalpazankaya - Burgaz Ada
Anneciğimin her sofranın ekmek kırıntıları ve "köfte ekmekleri"nin* kenarları ile beslediği serçecikleri düşündüm onları görünce. Kalpazankaya'nın hemen üstündeki lokantanın akşamüstü saatlerinde, neredeyse hepsi müşterisiz olan masalardan birinin üzerindeki ekmek sepetini keşfetmişlerdi. Dakikalarca gidip geldiler, sepetin içindeki kağıt peçetenin katları arasına bile girdiler, gagalanmadık köşe / yenmedik kırıntı bırakmadılar, telaşlı ve ürkek, ama bir o kadar da becerikliydiler.
7.Mayıs'dan bu yana anneciğimin serçecikleri O'nun yolunu gözlüyor olmalılar. Zira ekmek kırıntılarını dökmekte biraz gecikse, balkondaki çiçek saksılarının arasında gizlenip beklerler; O'nun yere serpiştirdiği her bir taneyi Kalpazankaya serçelerinin iştahı ve telaşı ile bir kaç dakika içinde bitiriverirlerdi. Yazları büyük bir yoğurt kabıyla balkona bırakılan sudan içmeye, hatta zaman zaman bununla da yetinmeyip, suyun içine girerek başlarını ve gövdelerini serinletmeye bayılırlardı.
Anneciğimin serçecikleri, kırlangıçları, çiçekleri ve bir de akşam güneşinin kristal boncuklu avizeden süzülürken ışığı odanın duvarlarında gökkuşağı renginde beneklere dönüştürdüğü "ciciler"i vardı.
-di'li geçmiş zaman kullanmaya hiç alışamıyorum.
hk, 18.9.2007
* köfte ekmeği: Köfte hamuru için kurutulacak ekmeklerin kabukları önce ekmek bıçağı ile kesilir ve bir kutu içinde buzdolabında saklanırdı. Anneciğim sulu bir yemek ya da çorba oldu mu, hep bu kabuklardan doğrardı tabağına. Eğer ekmek kabukları çok sert, ya da kuru olursa serçecikler için ayrılırdı.

14.9.07

dostlar

milliyet gazetesi, 14.9.2007 - "dostlar"
bu fotoğraf "herşey"i bir arada, içiçe, birdenbire, olduğu gibi,
olabildiğince, dupduru anlatıyor: duyabilenlere ne mutlu.
hk, 14.9.2007

31.8.07

Lady Diana 1997-2007

Goodbye England's rose
May you ever grow in our hearts
You were the grace that placed itself
Where lives were torn apart
You called out to our country
And you whispered to those in pain
Now you belong to heaven
And the stars spell out your name
And it seems to me you lived your life
Like a candle in the wind
Never fading with the sunset
When the rain set in
And your footsteps will always fall here
Along England's greenest hills
Your candle's burned out long before
Your legend ever will
Loveliness we've lost
These empty days without your smile
This torch we'll always carry
For our nation's golden child
And even though we try
The truth brings us to tears
All our words cannot express
The joy you brought us through the years
And it seems to me you lived your life
Like a candle in the wind
Elton John

26.8.07

portreler 1: genç hüzün

alında iki yana açılan dalgalı saç tutamlarının çerçevelediği bu çehre,
hasta yatağından kalkmış bir gencin "zoraki" gülümsemesini taşır gibi.
gözlerdeki gölgeler ve göz bebeklerinin taşa oyulmuş
iki derin çukurdan ibaret oluşu belki de bu hüznün nedeni.
ama bu
taşın hüznü mü?
taşı işleyenin kederi mi?
yoksa sadece "taş ustasına ısmarlanan" hüzünlü bir bakış olduğu için mi?
taştan yontulmuş bu hüzünü iki avucumun arasına alıp,
usulca öpseydim keşke.
hk, 26.8.2007

25.8.07

bir tapınağın yıkıntıları arasında...


Aphrodisias'ın ziyaretçilerine açık olmayan kuytu kıyılarında dolaşabilmek bir armağandı. Çok tanrılı eski Yunan uygarlığının kalıntıları arasında yürürken, bu kenti benzersiz kılanın (en azından benim bildiklerim arasında) - antik kentlerin bilimsel bakışla değil de meraklı koleksiyonerlerin keşif oyunu oynadıkları dönemlerin gözüyle incelendiği- 19.yy'daki o "henüz el değmemiş romantik doku" olduğunu düşündüm hep. Vahşi olmayan, ama yine de villaların, tapınakların, agora ve theatronun, hamam, odeon ve Sebasteion'un suskun mermerden bekleyişini hüzünlü ve koyu yeşil gölgelerle çerçeveleyen bir doğa.
Eskiden, çok eskiden, şiir yazdığım günlerden kalma bir romantizm. Hani içinde aşk filan olmayan, sadece zaman/yer/doğa ve o zamanda o yere takılıp kalmış insan figürleri üzerine kurulu bir romantizm geldi yerleşti yeniden aklıma. Çok eski bir dost gibi. Uzun zamandır söyleşmediğim ve ama suretini çok iyi bildiğim, huyuna suyuna alışık olduğum bir dost...
Öğrencilik günlerimdeki kadar mutlu oldum iki gün boyunca.
Ve Nazilli'den bindiğim gece otobüsü beni sadece Ankara'ya değil,
24 yıl sonrasının gerçeklerine geri getirdi ne yazık ki...
hk, 25.8.2007

21.8.07

anneciğim için...

ağlasun, 17.8.2007
anneciğim,
bir sene önce bu fotoğrafın çekildiği gün
kucaklaşmıştık; ben yine uzak yoldan gelmiştim,
siz beni benim evimde karşılamıştınız...
benim en güzel fotoğraflarım hep sizin için çekilmiştir,
bu resmimi de severdiniz biliyorum:
başımda dostlarımın veda hediyesi kır çiçeklerinden bir taç,
yüzümde Toros dağlarının güneş yanığı.
ah benim bir taneciğim
ah benim anneciğim...
hk, 21.8.2007

17.8.07

rehaiku h&cetera özel sayısı

-rehaiku h&cetera özel sayısı-

hayat ya da yaşam, ne bildiğimiz gibi ne de umduğumuz
saçma bir kara kutu, eteklerimizden saçtığımız
suskunluktan suskunluğa ne kadar ince,
ne kadar uzun bir yol
kıssadan hisse: damlaya damlaya göl oluyoruz.

reha yünlüel / şiirhâne

28.7.07

h_et_cetera & yolcuları

zamanlı zamansız

inferno, anonim

bazen zamanın geçmek bilmediğini, bazen su gibi aktığını;

zamanın, içine hapsedilen insanlar için nasıl azaba

ya da zevke dönüşebildiğini izliyorum bir süredir ,

"zaman"ın yerlere / kişilere / yaşananlara göre değişen

huyları, halleri, tepkileri olduğunu farkediyorum.


hiçbiri bilmediğiniz haller değil, eminim.

ama az önce "artık bitsin" diye iki gözü iki çeşme ağlarken,

az sonra "ah keşke hep burada, böyle kalsam" diyebilecek denli mutlu olmanın

bir çelişki mi, tutarsızlık mı, ruhun dengesizliği mi, nefeslenme mi,

yoksa kederin yanığını iyileştiren bir merhem mi olduğuna karar veremiyorum.


önceki akşam Joseph bana bir soru sordu: "mutlu olmak istiyor musun?

neden bilmiyorum, ama "istiyorum" diyemedim.

olabileceğime inanmadığım için mi,

anneciğimin gidişi ardından mutlu olmayı kendime yediremediğimden mi,

mutlu olmak için atmam gereken adımlardan korktuğumdan mı,

neden bilmiyorum...


zaman bir deniz ise,

yüzmek yorucu ya da deniz çok dalgalı olduğunda

boğulmaktan kurtulabilmenin yolu

bir sal ya da kayığa çıkmak olabilir.

zira iskelesiz, karasız, adasızdır,

uçsuz bucaksız ve derin.

bazen akıntıya, girdaba kapılmak,

bazen günlerce aynı dalgayla inip çıkmak mümkündür bu denizde.


"mutsuz olmak istemiyorum",

şimdilik bu yanıtla yetin Joseph.


hk, 28.7.2007

23.7.07

yaz(a)mamak...


yazmanın zor geldiği zamanlar,

sözcüklerin zihnimde uçuştuğu,

bir metnin tüm girinti çıkıntıları,

gölgeleri ve kuytuları ile belirirken,

kalemi elime alamadığım için silikleştiği akşam ve sabahlar.


sıkıntılıyım, öyle çok:

bir gecede değişiverirmiş yaşam,

yaşamın değiştiği yeri incelten, keskinleştiren,

akılda jilet kesiği yaralar açan ,

haller içindeyim.


gitsem gidemiyorum,

kalsam duramıyorum.


yazmak ,

içimden gelse de

elimden gelmiyor.


bağışlayın.


hk, 23.7.2007

8.7.07

şiir dışı imge/dize’leriyle başı dertte olanlar’a



I.
şiirde kendinden önce hiç (ama hiç) söylenmemiş bir dize olmayı,
ya da
bir dizenin (okuyanın aklına durgun-luk verecek)
tek bir sözcüğü olarak düşünülmeyi bekleyip de, ama işte en azından birkaç kez kendi sesiyle söylenmiş olmaktan kurtulamayan dize/imge’nin sıkıntısı / huzursuzluğu / umarsızlığı nicedir.

onların hayalkırıklığını ( hem de üçüncü saati vuran bir pandül gibi: bir kez kendisi, bir kez şairi, bir kez de okuyucusu için yinelenen düşyitimini) görmek ne bedbâhtlık.

II.
sonra bir de “evsiz barksız”, “kimsesiz”, “nüfusa kaydedilmemiş”, “korunmayan ve sahip çıkılmayan” imge/dize’ler vardır. Onlar şiirleşen (ki bu sözcükler kamuya mal edilmiş, kurumsallaştırılmıştır çoktan) imge/dize’lerden ayrı tutulur, uzaktan izlenirler ve (içine yerleştirilecekleri bir şiir için) bekletilmeleri uygun görülmüştür.

Şiir taslaklarının, karalamaların yazıldığı defterlerde değil de; sigara paketlerinin üstünde, gazete kıyılarında, eprimiş mektup zarflarının üçgen kapaklarında karşınıza çıkarlar. Huysuz ve küskündürler. Alınganlıkları ile asla başedilemez.

III.
Şiir dilinde kendine sığınak bulan her sözcük ve imge’nin, şairinin yaşadığı, izlediği, topladığı, biriktirdiği, gözlediği, sakladığı, sahiplendiği eylem / kavram / olgu / hal / tavır / kişi / yer / zaman’dan beslendiğini; bütün bunların şairin belleğinde çoğul bir sevişmeyle hemhal olup, imge/dize’yi yarattığını düşünürsek, “şiir dışı” olanların da aynı sürecin sonunda, ama bir şiir (aile) kuramayacak kadar “bağımsız” ve “başına buyruk” doğduklarını kabul etmek gerekir.

“uyumsuz” ve “uygunsuz” bir yaşam seçmiştir böyleleri, her biri kendi “özerkliğini” ilan edip, yalnız kalmaktan çekinmezler.

IV.
Başına buyruk imge/dize’ler kendilerinin en kısa ve özgüven sahibi şiirler olduklarını bile düşünür zaman zaman.

Bu konuda haksız oldukları henüz kanıtlanamamıştır.

V.
Şairin aklı ve yüreği ne denli çalışkan ve yetenekli olursa olsun, evrendeki her bilgiden haberdar edemeyecektir kendini.

Bu yüzden işte, “maçupiçu’daki dağ çiçeklerinin sesi”nden söz eden şaire rastlamak da, “bir şiirin kafiyelerindeki masumiyet”i korumak kadar zordur.

hk, 28.3.2003

17 sene sonra...

son kahvaltı, 6.7.2007 - DTCF

17 yıl aynı yollardan geçtim, aynı duraklarda durdu otobüsler,
D.T.C.F'nin bahçesinden girince ıhlamur ağaçları ile karşılandım,
iç bahçenin basamaklarından çıkarken öğrenciler oldular hep,
sonra o küçük, karanlık, giderek daha az sevdiğim odanın
sanki hergün biraz daha daralan duvarları arasına sıkıştım kaldım...
En sevdiğim yaşımdı 17, onyedi yıl sonra çok seveceğimi bildiğim
aydınlık, ferah, görmüş geçirmiş, vakur bir binanın, pencereleri sessiz
ve huzurlu bahçelere açılan en büyük odasına taşındım.
ben ki, kiracısı olduğum evlerden bile taşınırken ağlarım,
D.T.C.F'nin bahçesinden çıkarken dönüp arkama bakmadım.
"orada" değilim artık.
aydınlığa kavuştum.
hk, 8.7.2007

4.7.07

uzak

muammer yanmaz, st.antoin kilisesi-beyoğlu

1.
-belki- leri düşünerek...
gidemeyeceğim uzaklıkta hiçbir yer yok
ora’ların isimlerini aklımdan geçirmem yeterli...

kıtalar: siyasi haritalarda menekse moru ve kırmızı ile boyanmış,

adalar : adı sadece yerli halkının dilinde bilinen,

yarımadalar: sakinlerinin ada olmak için o ince uzun toprak parçasını durmaksızın suya kürekledikleri,

dağlar: yeryüzünün yırtıcı pençeleri,

nehirler: yataklarında akmaktan bunalmış, sabırsız, taşmak için yağmur mevsimlerini bekleyen,

göller: durgun/dingin ve kendinlerine mahkum, denize özenen ama bir iç denizi bile çağrıştıramayan,

denizler: başıboş ve başa çıkılmaz, taşıyan ve tutsak eden, sürgünlerine acımasız, yolcularına aldırışsız, içindeki evrene dönük, kendi bilinçaltında yaşayan,

gidemeyeceğin uzaklıkta hiçbir yer yok ora’larin isimlerini aklindan geçirmen yeterli...

2.Uzak’ı yakın edene... Yakın'ı uzaktan güzel gösteren’e:

-uzak- nedir? , diye sorsam (kendi kendime) bu soruyu doğru yanıtlamak için önce -uzak- olmam gerekir birinden ya da bir yerden, o halde bu soruyu (iki kez) cevaplayabilirim...

açılan (ya kişinin kendisi bir yerden baska bir yere giderek,ya yanındaki birisi kalkıp başka bir yere giderek ya da kişi birşeyi yaşamadığı için henüz, ya da yaşadıktan sonra onu özleyerek, yaratılan) aradır uzaklık...

ora’nın sıfatı uzak, göreceli, kah kilometre’lerle, kah ayak boyuyla, kah adımla, kah saatle, kah kulaçla ölçülen. yandaki oda da uzak olabilir / okyanusun öbür kıyısı da, ay da venüs de, üç ay sonra da üç gün öncesi de / gece de, düşler de anılar da...

"uzak", kişinin kendisi için beceremediği:
-nereye gidersen git, gelirsin kendinle-...

hk, 29.Mart

11.6.07

unutmadan yazmak

H. Zekai Paşa'nın bu tablosunu gördüğümde aklıma hep anneannem İclâl Hanım'ın, annesi Huriye Hanım'la birlikte oturduğu Beylerbeyi'ndeki köşk gelir. Pencerelerinden Boğaz'ın izlendiği iki katlı ahşap köşkün hikayelerini anneciğimden dinlerdim. Şimdilerde Boğaziçi Köprüsü'nün Anadolu yakasındaki trafik kontrol istasyonunun olduğu yerde imiş; bahçesinde kimbilir ne güzel ağaçlar büyümüş, onların gölgesinde ne güzel sohbetler edilmiştir.
Aklımda anneciğimin İstanbul'una dair onlarca hikaye, yüzlerce isim var. Her birini unutmadan yazmam gerektiğinin farkındayım; zira O'nun sesiyle ve nefesiyle birlikte yitmesine göz yumamam anlattıklarının.
Yazacaklarım nice aslında, ama onları unutmak kadar hatırlamaktan da korkuyorum.
hk, 11.6.2007

5.6.07

Anneler Günü, 13.Mayıs.2007


... kimi yıllar "anneler günü"nde birbirimizden ayrı düştük; ama çiçekler, hediyeler, tebrik kartları, telefon görüşmeleri hiç eksik olmadı. Anneciğim O'na yazdığım kartlardaki cümlelerimi okurken hep ağlardı; birlikte isek el ele, diz dize otururduk, vapura biner "karşı tarafa gezmeye" giderdik; konuşur konuşur konuşurduk... Anlatacaklarımız hiç bitmez, paylaşacaklarımız hiç tükenmezdi...
Bu sene de hediyelerini haftalar öncesinden seçtim ve onları 13. Mayıs'a dek açmaması ricası ile önden yolladım, zira önce yurtdışına gidecek, dönüşte Anneler Günü'nü de birlikte geçirmek üzere İzmir'de duraklayacaktım..
Son yıllarda sıklaşan yurtdışı yolculuklarına çıkarken en büyük korkum, ben "burada" değilken bana ihtiyaç duyacakları bir durumla karşılaşmalarıydı. Hep ağlayarak gidiyordum, her gün telefonlaşıyorduk, Ankara'ya döner dönmez geldiğimi haber verip, hem kendim hem anneciğimi huzura kavuşturuyordum.

Anneciğim 8.Mayıs'da yanında olacağımı bildiği halde 7. Mayıs'da uçup gidiverdi; önceden gönderdiğim hediyelerini yatak odasında, söz verdiği gibi açılmamış buldum. Herşey O'nun bıraktığı gibiydi, herşeye en son o dokunmuştu, odası da kendi gibi lavanta çiçeği kokuyordu.

Her sene "Anneler Günü"nde benim O'na verdiğim çiçekleri yerleştirdiği vazonun altına üç fotoğraf çerçevesi koyardı; "anneannem İclâl Hanım", "babaannem Merzuka Hanım" ve "Tuvan'cığı" (ağabeyim). Bu sene "Anneler Günü"nde İstanbul'daydık; anneciğim, anneannem ve Tuvan'cığı ile birlikteydi yıllar sonra, beyaz karanfil demetinin doldurduğu vazonun altında anneannemin yanında ikimizin fotoğrafı vardı bu kez. O siyah beyaz resim hediyelerinden biriydi.

Kucağıma zor sığan bir papatya buketi ile gittim Nakkaş Tepe'ye o gün, buketi üçe böldüm: Anneannem, Tuvancık ve anneciğimin başuçlarına yerleştirdim; "yeniden birlikte oldukları için ne kadar mutludurlar", diye geçirdim aklımdan.

Gözlerimi topraktan kaldırınca erguvanları, erguvan dallarının arasından Boğaz'ı gördüm. Gördüklerime ve yaşadıklarıma inanamadım..

hk, 5.6.2007

12.5.07

iyi yolculuklar sumru, görüşmek üzere...


-sumru'ya-

bir ucunu diğer ucuna
zamandan azâde
bağlayadurduğumuzdur
yolculuk:

sabırsız, tatlı yorgun
ve
hep yeni rastlaşmalara gebe.

ry / şiirhâne

...



Anneciğimi 9.Mayıs günü cennete, ağabeyimin yanına uğurladım.

Çok şaşkın, çok bitkinim.

Ne zaman döneceğimi bilemiyorum.



hk

28.4.07

İLÂN TAHTASI

İLÂN
YOLCULUK SEVENLER,
YOLCU OLMAYI ÖZLEYENLER,
AMA YOLCULUĞA ÇIKMAYA
ZAMAN, OLANAK BULAMAYAN
ya da
HÂLİ KALMAYANLAR...
GİŞESİ ÖNÜNDEKİ KUYRUĞA GİREREK
YERLERİNİZİ ŞİMDİDEN AYIRTINIZ.
KOMPARTMAN
KAMARA
ve
KOLTUKLARIMIZ
DÜŞ GÜCÜNÜZLE SINIRLIDIR!
hk, 28.4.2007

27.4.07

karartma...


... bazı akşamlar böyle gelir gökyüzüne. izlediğim ve hatta resmini küçücük zerrecikler halinde, mekanizmasını bile bilmediğim o incecik cihazın içine kaydettiğim için, hiç çekinmeden "benim gökyüzüm" de diyebilirim aslında...

bilin ki, bazen söyledikleriniz değil de, söyleyemedikleriniz / söylemeye cesaret edemedikleriniz / söylemek isteyip de "ama" dedikleriniz yüzünden bütün yaşamınızı etkileyecek hallerle yüzleşebiliyorsunuz... işte o zaman gök'yüzünüz filan kalmıyor, yerin dibine iniyor herşey, ne ağaç / ne bulut / ne çimen / ne hüt hüt kuşu / ne de yaprakları birbirine değdiren rüzgâr, her şey ama herşey kendiliğinden ve apar topar yeraltına yığılıyorlar. ne aklınız, ne ruhunuz eriyor bu olup bitiverenlere, öylece bakıp kalıyorsunuz gidiverenlerin ardından.

bilin ki, bazen sizi duymamak için kulaklarını ve hatta dudaklarınızı okumamak için gözlerini kapatıyor seslendikleriniz. böylece söylemedikleriniz yüzünden kapatıldığınız o yeraltı ülkesinde (ki, herkesin yeraltı kendine göredir: kimisinde Black Sabbath, kimisinde Edgar, kimisinde Gencebay çalar / kimisinin pencerelerinde siyah kadife perdeler, kimisinde gazete kağıdı, bazısında mor tüller asılıdır) sizin içinizde avaz avaz bağıran cümleler yankılanırlar...

Çocukluğumun karartma gecelerinde (1974 Kıbrıs Barış Harekatı'nda) siyaha gömülen nesnelerin biçimsizleştiğini, sadece mehtap ile aydınlanan sokakları, annemin ev bitkilerinin o loş, bulanık ışıkta soluk gölgelere dönüştüğünü anımsıyorum. 33 yıl sonra çocukluğumdaki o karanlığın bu kez çevremi değil de, düşüncelerimi, heveslerimi, heyecanlarımı yavaş yavaş ele geçirdiğini hissediyorum. Bunun için ne kadar üzgünüm bilemezsiniz...

Aklımın basamaklarından ruhumun yeraltına ineceğim el yordamı ile.
Ne zaman döneceğim bilmiyorum.

hk, 27.4.2007

sıkıntının ilâçları -VI- : güzel bir yemek [hindi şnitzel-pilav-sebze]

sıkıntının ilâçları -V- : yaşama, gülebildiğin yerinden tutunmak

by piyale madra

sıkıntının ilâçları -IV- : sahip olduklarının kıymetini bilebilmek / GULUMSE...

by piyale madra

25.4.07

bir dilim kara orman pastası...

bugün bir dilim "kara orman pastası" yemeğe ne dersiniz?
bir an önce noktalanması gerekli işlerin listesini
-ince uzun ve her satırı bir kaç sözcükten ibaret-
hem evde hem üniversitede
çalışma masamın tam karşısına astım:
okudukça yüreğim daralıyor,
paniğe kapılma zamanı değil (henüz), diye yineliyorum
kendi kendime (ama bu bir kandırmacadır),
aklımın benden çok daha iyi bildiğini
kendimden gizliyorum...
yazacaklarım düşüncelerimin arasından çekilip çıkartılmayı bekliyorlar,
düşüncelerim bitkin mi düşmüş ne,
yazmamak için neredeyse direniyorum.
yazsam olup bitecek:
cümleler bir sihirbazın yeninden çıkan birbirine düğümlü rengarenk eşarplar gibi
parmaklarımın ucundan kağıda dökülecekler,
ama işte ben
kendi sihirinin sihirbazı olmaktan yorgun,
belki de artık şapkamın içindeki tavşanın peşine takılıp
uzak uzak yerlerdeki kırlara gitmek istiyorum.
bir dilim "kara orman pastası"na gelince:
Mozart'ın piyano sonatlarını dinleyip annemi özlerken,
"peace rose" ile yudumlarken çayımı (bkz.hüzünlü nesneler sergisi),
üstelik olmak istediğim yerlerin hepsinden çok uzakken,
bir "teselli mükâfatı" diye geçirdim aklımdan,
"bir teselli mükâfatı"
hem yazan
hem de okuyan herkes için...
hk, 25.4.2007

24.4.07

yürümek...

burada ya da orada bir şehrin sokaklarında yürümek,
sevgili kırlangıçların akşam telaşıyla,
iyice acıktığımı hissederek,
yorgunluğa rağmen eve dönmemek için yürümek ,
sokaklarca / bloklarca / kapılarca / binalarca,
kimselerle buluşmayacağımı bilerek,
"yürüdükçeyürüdükçeyürümek"...
saçlarımı topladığım tarakları çıkardım,
bıraktım başımdaki ağrı gibi dökülsünler omuzlarıma,
Bryan Ferry dinliyorum:
" you must remember this
a kiss is still a kiss
a sigh is just a sigh
the fundamental things apply
as time goes by".
yazarken
kendikendim'le
kendikendime mi,
yoksa bana kendimi anımsatan biriyle mi
konuşuyorum bilemedim,
bilemediğim bir şeyi size nasıl söyleyeyim?
bekledimbekledimbekledim
burada
yazdıklarıma yazdıkları ile ses veren
kimse'leri göremedim,
bunun hüzünlü bir hal olacağını
ve
suskunluğa dönüşeceğini nereden bilirdim..
uyuyacağım artık.
hk, 24.4.2007

23.4.07

Piyale'nin çocukları :o))




23 NİSAN KUTLU OLSUN
sevinin küçükler
övünün büyükler
23 NİSAN KUTLU OLSUN!

21.4.07

günü kapatırken...

Büyükada gülleri, hk / Mayıs.2006
Tıklamayı sevdiklerim arasında yer alan "cafewien" blogunun sahibi
Mr.T'nin bir cümlesi ile kapatacağım bu geceyi:
"sevdiklerinize bir gül verin, gülünüz yoksa gülüverin"
hk, 22.4.2007

baharın işaretleri

Kimsesiz fotograflar albümü