28.2.07

olmak istediğim yerler IV.


"annem için"


I. ... hangi tuşa, ne uzunluk ve şiddette, ne zaman basacağını bilen ellerdi onunkiler; gün boyunca yaptığı işlerin yorgunluğunu ve sıradanlığını inkâr ederdi piyano çalarken.
Sümbül ve nergis kokan kış günleriydi. Ufacık bir kız çocuğuydum.
Siyah ve vakur konsol piyanonun kapağı açılır, kapağın iç kısmındaki menteşeli küçük raf indirilir, bu incecik rafa nota kitabi yerleştirilirdi.
Hafif ve daima İstanbul’u anımsatan kâfuru kokusu gelirdi içinden.
Tuşların üzerini kaplayan yünlü, ince uzun bir örtü, kenarları siyah çizgili, kırçıllı.

Çocuk aklım derdi ki: “Tuşlar piyano çalınmadığı zaman üşümesin.”

II. Kimi tuşları kaplayan incecik fildişi rengi plakaların üstünde yalnızca benim sezebildiğim izler vardi: Hafif hareler, minyatür ırmaklar, rüzgara kapılıp giden bulut parçacıkları, dağ çiçeklerinin taç yaprakları, sanki. Notalar o izlere karşı gelir, ya da, benim tuşlar üzerinde sezebildiğim izler güzel sesler çıkarırdı.

III. Tuşlar piyanonun bana görünmeyen iç derinliğinde çapraz uzanan tellere dokunurdu.
Birbiri ardına ve parmakların bilge telaşıyla inip kalkan onlarca ahşap çekiç...
Uçlarına küçük keçe parçaları yapıştırılmış. Her çekiç darbesi bir heceydi; heceleyen, tuşa dokunan parmak; heceler birleşince duyulan sözcükleri aklımda tutmaya çalışırdım, sözcükler çoğalır, dinlediğim en güzel cümleleri kurardı.
Başkalarının yazdığı kitapları okur gibiydi annem, yüksek sesle okur gibi, yazılanlar ne denli anlamlı / içli / neşeli / kederli / coşkulu olursa olsun, nasıl okunduğuydu can alıcı olan. Annem okurken yazı olduğundan daha da güzelleşirdi.

IV. Nota kitabının yaslandığı piyanonun siyah mobilyasi, ince ve altın yaldızla işlenmiş girlandlarla bezeliydi. Artık olmayan şamdan kollarının zerafetini tamamlamak için belli ki...
Hep o şamdanları, onlara konulacak mumların renklerini ( altın rengi, fildişi, tutun sarısı...); mum ışığının notaları aydınlatmaya yetip yetmeyeceğini; mum damlacıklarının şamdanın küçük kasesinden taşıp tuşlara akma ihtimalini düşünürdüm.
Bir de o mumlarin ışığında annemin yüzünün nasıl görüneceğini...

V. Anneme ait onlarca yüz ifadesi vardır çocukluğumdan anımsadığım, ama işte o’nun kendi kendisiyle / kendi öyküsel geçmişiyle / belleğindeki o en güzel anılarla buluşup, onlarla başbaşa kaldığı sayılı zamanların ifadesiydi benim belki de en sevdiğim: Piyano çalarkenki hali...

Gözlerini iki mezur arasındaki anlık boşluklardan, hiç bitmeyecekmiş gibi uzanan nota satırlarından ayırmadan gülümseyen yüzü. Benim göremedigim yerleri / hiç bilmediğim bir yüzü seyrediyormuş gibi; hiç duyamayacağım sesleri dinliyormuş gibi hem de. Piyanonun yanındaki koltuğa kıvrılır, başımı yastığa dayar, gözlerimi ayırmadan onu izlerdim.
Ömrümün en huzurlu zamanları, ama kısacık...

VI. Piyanonun üstünde yerleri hiç değişmeyen fotoğraf çerçeveleri; küçük gümüş biblolar, melek kanatlari uçmaya hazir bir şamdan, anneannemin çok sevdigi ponpon tomurcuklu kuru çiçekler, siyah ahşap kutusunun içinde dilsiz bir metronom.

VII. Piyanonun üstünde yerleri hiç değişmeyen fotoğraf çerçeveleri; küçük gümüş biblolar, melek kanatları uçmaya hazır bir şamdan, anneannemin çok sevdiği ponpon tomurcuklu kuru çiçekler, siyah ahşap kutusunun içinde dilsiz bir metronom.

Piyano çalarken, sanki bütün bu ses dışı ayrıntılar, annemin bakmadığı, ancak o’nu izleyenin görebileceği nesneler; ışığın ıssızlaştırdığı gölgeler; mevsim çiçeklerinin rahiyasi; yastığın giderek ısınan pamuk yumuşaklığı; kıpırtısız gövdemin uğuşan dokuları...
Hepsini, çocuk olmanın güçlendirdiği bilinç dışı sezgilerle birer birer kaydettim.

Diyeceğim, şimdi, annemin çocukluğuma piyano çaldığı o güzel yaş’a ulaşmışken, yazdığım ve söylediğim herşey bana o konsol piyanonun kıyısında öğretilmiştir.

VIII. ...ve belki de büyüdüğüm için, artık piyano çalmıyor annem.

hk, 3.4.2003

Bu sabah anneciğimin piyanosunun yanıbaşındaki koltukta oturmak ve Mozart'ın piyano sonatlarını onun parmaklarından dinlemek istiyorum...

hk, 28.şubat.2007

26.2.07

dünyanın ertesi güne bırakılan işleri

“Dünyanın ertesi güne bırakılan işlerini ben bitiriyorum her akşam.”, ş.hatipoglu
1. Ertesi güne bırakılan işler: Önceden bilinip de bugüne sığdırılamayan mı?
Bugün (ve hatta yarın da belki) yapılmasa da olur, dediklerimiz mi?
Tamamlanması için birisini, başka bir şeyin gerçekleşmesini, bir eylemin bitişini gerektiren mi? Aslında yapmayı hiç istemediğimiz, ama mecbur bırakıldığımız mı?
Son anda çıkagelen, beklenmeyen ve yetiştirilemeyen mi?
Dünyanın ertesi güne bırakılan işleri, bugün yaptıklarımızdan daha mı az öncelikli?
2. Yarına bırakılan tüm işlerin, çoktan –dün olan- günün saatlerinden artık ve bu yüzden de yerini ve zamanını şaşırmış, “yersiz-yurtsuz” ve huzursuz olduklarından eminim. Zira planlı yaşayanın hergünü, önceden tasarlanmış ve kimbilir kimlere, hangi koşullara, olasılıklara göre günevinin yirmidört odası arasında paylaştırılmış işleri barındırır. Ertesi güne kalan her iş bu odaların hiç birine sığmamış, ya da her birinden atılmış; ev sahibine de başedilmesi güç bir tedirginlik kalmıştır.
“Bugün de yapamadım”, dersiniz kendi kendinize. Oysa yarının işleri bellidir zaten, onların arasına / düzeni bozmayacak bir biçimde yerleştirilmesi gerekir: Bu yüzden, yarına bırakılan / kalan her iş biraz sığıntı, diğerlerinin yanında eğretidir. Üstelik geciktirildiği için, o günün işlerinden önce düşünülmesi, bitirilmesi, unutulması isteğini taşır, bu da hep biraz sabırsız yapar, hem onu ve hem de sahibini.
3. Belki de en ürkütücü ve umarsız olan, ertesi gün gerçekleştirilse de “artık çok geç” dediğimiz işlerdir.
4. Günlerini tasarlamadan yaşayan içinse “ertesi güne bırakılan” hiçbir iş yoktur.
Yaşam –rastgele- ve kendi eserikliği içinde süregelir, telaşsızdır, huzursuzluk duymaz, endişelenmez; hergün kendinden sonraki bütün günleri de kapsar, yekpâredir. Ömür tek bir gün gibidir.
5. Bazen de ertesi güne bırakılan işin içeriğidir onu yarına bırakmamıza yol açan. Bugün yapılması aslında içtenlik ve heyecanla istenir, ama işte... ‘ama’lar işi yapması beklenenin elini kolunu bağlar, içini daraltır, istemediği halde istemediği hallere düşürür, oluruna bırakmaktan başka umarı olmasa da aklına ve yüreğine bir diken gibi batar. Belki de bu yüzden, “yarına bırakılan işler” içinde en zor olanı, sahibinin inisiyatifi ve gönüllülüğüne rağmen yapılamayandır. ‘ama’ların o acımasız ve anlayışsız engeline takılan tedirgin yürek kendince ve masum bir teselli yaratır: Zamanı henüz gelmedi, der. Zaman’ın gelmesini beklemek ise yarın’ın ne zaman olacağına dair bir meraktır. İçinde hem bitip tükenmez bir umut, hem de belirsizlikle beslenen bir umutsuzluk barındırır. -zamanı- kendiliğinden gelir ve fısıldar mı kulağına “işte şimdi!”, diye;yoksa ömrü tek bir güne dönüştürerek tuzağa mı düşürür bekleyeni, işte bunu ancak Tanrı bilir.
6. Dünyanın ertesi güne bırakılan işlerinden biriydi bu mektubu yazmak, yazdım, şimdi huzur içinde uyuyabilirim.
hk, 23.5.2003

evcini'nden empanada

"
Uzun zamandır (8.Şubat'tan bu yana) sesi soluğu çıkmayan sevgili EVCİNİ sümbülleri ve enginarları ile geri dönmüş. Yokluğunda EVCİNİ'nin sayfalarından heveslenip İspanya, Portekiz, Arjantin ve Latin Amerika ülkelerinin mutfaklarında hazırlanan " empanada" tarifini uyguladım geçen hafta. Fırından çıkan böreklerin görüntüsü ve kokusu o kadar şahaneydi ki, incecik ve çıtır hamurlu empanadalardan birini yemeden edemedim (oysa karbonhidrat yasaklıyım) , ama yine de bu şahane börekler planladığım üzere, annemle babamın sofrasını şenlendirmeye gittiler.
Kolaycave değişik içlerle hazırlanabilecek bu börek için ( peynirli ıspanaklı çeşitlemesi aklımda) benim "tıklamayı sevdiklerim" listemin başındaki http://www.evcini.com adresine konuk olmanız yeterli...
Geçen hafta boyunca yazmak istediğim pek çok düşünce gelip geçti aklımdan, onları sıraya koydum (yazıları tamamlayacak resimleri hazırlamalıyım önce), zira kimileri güncelliklerini yitirseler de kayıtlara geçmeyi hakedecek kadar değerli izlenimlerdi.
Yağmursuz, karsız, kupkuru Ankara'nın gökyüzünde görünmeyen bulutların beni mutsuz ettiğinden eminim artık.
hk, 26.şubat.2007

baharın işaretleri

Kimsesiz fotograflar albümü