2.12.10

"Cuma" üzerine kar manzaralı bir yazı..

Fotoğraf:   A.Güven, Londra

Kar,

beni esir aldın
açamadın kapalı yollarımı
kapatamadın açık yanlarımı
bir cereyandır, sürer gider tam ensemde
uzatıp elini, pencereyi kapatamadın.

Kar,
sesin dağı aştı
beyazın toprağı aştı
saçtın saflığını dört yana
bir beni saçıp dağıtamadın
dağıttın, toplayamadın.

A. Güven

Benim olduğum şehire kış gelmedi, Aralık henüz Ekim kıvamında, eldivenler / şapkalar / atkılar / kalın kazaklar / paltolar hala naftalinli çekmece ve dolaplarda bekliyor. Yaz sıcağını sevmeyen ve her yaz o sıcağın altında, toz toprak içinde çalışmak zorunda kalan biri olarak, hiç memnun değilim bu durumdan. Sonbahar güzel olmasına güzel de, ağaçlar yapraklarından soyundu, at kestaneleri döküldü, yağmurlu günler gelip geçti, ama bir türlü hava içimizi titretecek gibi soğumadı. Oysa Avrupa'da yine kar, fırtına, soğuk hüküm sürmekte; evsizler ve sokak hayvanları için en zor günler geri geldi.

Bu yazıyı aklıma düşüren henüz sesini duymadığım, sadece fotoğraflardaki suretini gördüğüm ve ömrümün en güzel iki yılını geçirdiğim kentte yaşayan bir genç kadın: Bu sayfaya tac ettiğim fotoğraf ve şiirin sahibesi. Onunla çok sevdiğim, güvendiğim bir dostumun önerisi ile "arkadaş" olduk! 21. yüzyıl arkadaşlıkları bir garip, anneannemin / anneciğimin zamanındakilere / hatta benim çocukluğumdakine hiç benzemiyor. Görmeden görüşmeden arkadaş olmuş buluyorsunuz kendinizi, "sanal gerçekliğin" içinde salınırken, bir öne bir geriye, salıncakta kolan vurur gibi, git gide hızlanarak, bu yalnızlıktan ötekine, bakıyorsunuz bir arkadaşınız daha oluvermiş. Zira sanal evrenin kuytu köşesinden bir ses duymayı bekleyen, radarları fırıl fırıl dönüp duran; kendi sesinden başkasını duymayı özleyen zamane Robinson'larıyız artık. Duyduğumuz ses kendi sesimizin yankısı olsa da, o yankıyı bir başkasının da duymuş olabileceğine  inanmaktan vazgeçmeyen; Cuma'larını er ya da geç bulan, ama haftanın diğer günleriyle isimlendirecek can yoldaşları için de umudunu yitirmeyen Robinson'lar.

Yeni arkadaşımın yaşadığı ve benim on senede bir gidebildiğim ülkenin başkentinde de çok kar yağıyormuş; ki o kentin parkları uçsuz bucaksız, ağaçları nice, su kanalları ve gölcüklerinde dolaşan kuğu, kaz ve ördekleri pek dost canlısıdır. O parklarda uzun yürüyüşler yapmak, kulaklar ve burunlar kızarana dek yolları aşmak pek zevklidir; sonra gider içi sıcacık bir serayı andıran cafede oturur, ya çorbanızı kaşıklar / ya da kocaman bir fincan limonlu çayınızı içersiniz. Yanınızda bir arkadaşınız varsa sohbet eder, yalnızsanız ( ve içerisi çok kalabalık, dolayısıyla gürültülü değilse ) açıp kitabınızı okur, ya da çantanızdan eksik etmediğiniz defterinize içinizden geçenleri yazarsınız.

Bu sabah duyduğum bir cümleyi çok sevdim: " Yazmak içinizden geldiği gibi konuşmaktır, çünkü kimse sözünüzü kesemez.", diyordu.

Şimdi sadece geceleri soğuyan bu şehrin bir yerlerindeki evimde limonlu çayımı yudumlarken, özlediğim o uzak kentin sokaklarından geçip, evine gitmekte olan yeni arkadaşımın bu yazıyı okuyunca ne düşüneceğini merak edeceğim.

Radarlar fırıl fırıl dönmeye devam eder, telsizde bitip tükenmeyen çıtırtılar arasında hep aynı kısa cümleyi farklı sesler yinelerken: " Cuma orada mısın?"


hk, 2.Aralık.2010

baharın işaretleri

Kimsesiz fotograflar albümü