Aklımdan, başımdan, içimden geçenleri; hatırladıklarımı, unutmak istemediklerimi, hasretini çektiklerimi, izlenimlerimi yazıyorum..
14.3.09
"Kırklı yaşları kız arkadaşlarla paylaşmak" I.
yazmak istediklerimi biliyorum da, aklımdan geçenleri imleyecek bir başlık bulmak zorladı beni bu sefer. cumartesi sabahı, saat 06.40, İzmir'den gelmiş sakızlı Türk kahvesi ve açık pencereden giren "gugucuk" ve serçe sesleri; bir de Beethoven'in 1. Senfonisi.
aslında yağmurlu hava, ama şu çok erken yaz sabahlarının serinliğini ve güneşsiz aydınlığını hatırlatan bir pencere ışığı var odada. gece uyku haliyle bugün yapacaklarımı geçirirken aklımdan, kıyı köşe "bahar temizliği"ne dair ince hesapların da önüne koyuvermişim bu yazıyı. uyanınca "hadi bakalım", dedi cümleler, "yatağın içinde oyalanma da, yaz bizi".
bir zamandır düşündüğüm bir mesele "kırklı yaşları kız arkadaşlarla paylaşmak": ilk bakışta pek sıradan ve alışıldık bir durum, hele tüm hayatını "kız arkadaşlarla konuşup, dertleşerek; içini dökerek" geçirenler için hiç de -büyütülecek bir mesele- değil..
ama farkına vardım ki, benim için öyle.
sorular:
düşündüm durdum, neden bu zamana kadar sıkıntılarımı, aklıma takılıp kalan soruları, kararsızlıklarımı bir - kız arkadaş - ile paylaşma ihtiyacı duymadım, diye. "kim vardı da hayatımı bu kadar doldurup, meşgul eden ve benim sorularımı yanıtlayan", hiç farkına varmadan hemcinslerimden bu denli uzaklaştım?
yanıtlar:
Anneciğim vardı her zaman, o benim en güvendiğim ve sevdiğim kız arkadaşımdı zaten. Annelikle arkadaşlığı birbirine karıştırmadan sürdürebilen, tanıdığım en zeki ve yetenekli kadındı.
Mesleğime gömülmüştüm, orada -cinsiyet seçimi- kabul etmeyen bir koşuşturma vardı; yaşıtlarım erkekti, onlarla birlikte büyüyordum ve bu da bana yetiyordu.
peki sonra ne oldu?
anneciğim çok yorgun düştü ve dinlenmeye karar verdi; belki de ilk kez "sadece kendini düşünerek".. gerçi bana inanılmaz güzellikte sayısız -şey- bıraktı giderken, ama işte yine de artık konuşamayacağımız ve dertleşemeyeceğimiz, gülüşemeyeceğimiz, birbirimize yaslanamayacağımız bir yere yerleşti.
ki ben de o zaman, aslında çok iyi bildiğim bir gerçeği, bu kez farklı bir biçimde / farklı bir açıdan görüp, bu kez bu müthiş yokluktan kaynaklanan boşluğun içinde dikilirken anladım: en sevdiğim ve en güvendiğim kız arkadaşım da yoktu artık.
7.mayıs.2007'den bu yana yazdığım yazılar doğrudan ya da dolaylı olarak dönüp dolaşıp hep -anneciğime- çıkıyor; okuyanlar bunun "uzun süren ve atlatmakta güçlük çektiğim bir yas dönemi" olduğunu, benim O'nunla geçirdiğim zamanın hatıralarına takılıp kaldığımı düşünüyorlar muhtemelen. düşünsünler. bir insanın annesini ve aklı erdiğinden beri -en iyi, en yakın, en sevdiği, en güvendiği çocukluk / gençkızlık / yetişkinlik arkadaşını- aynı günde kaybetmesi böyle bir şey ne yazık ki.
şimdi gelelim 40'lı yaşları kız arkadaşlarla paylaşma meselesine.
en iyi kız arkadaşını yitiren biri ne yapar?, sorusunun yanıtına ya da.
söyleyeceklerim nicedir de,
masamdan biraz uzaklaşıp, sonra kaldığım yerden yazmayı sürdüreyim.
hk, 14.3.2009
dipnot: yazının fotoğrafını kim çekti bilmiyorum, ama yazının halet-i ruhiyesini en iyi yansıtan bu resim olacaktı: hem içimdeki sıkıntıyı, hem yeşertmeye çalıştığım baharı, hem de ölümle-yaşamın sarmalını görüyorum şu gri-yeşil ve kırmızıda.
12.3.09
Cemre'ler düşerken II.
Bazen yaşamayı sevdiğim ve uzun zaman uzak kaldığım kimi adresleri ne kadar/ ne kadar özlediğimi, o yerler hakkında konuşur ya da yazarken farkediyorum. Böyle anlarda sadece fotoğraflar değil, sesler de uçuruyor insanı "olmak istediği yerlere".. Bu sabah açık bir bilinç ama kapalı gözlerle, uyku ile uyanıklık arasındaki o loş kaldırımda yürüken, kumruların peşpeşe sıraladığı "gugucuk"lar beni Karşıyaka'ya, ilkbahar ve yaz sabahlarının çok erken saatlerine, gençkızlık odama, anneciğimin dünyasına uçuruverdi.
Gözlerimi açmadım, uyanıklığın yüzleştireceği "gerçek mekân"dan bir süre daha kopuk kalmak istedim. Yatağımdan kalktım, odamın kapısından önce perdeleri açtım, kumruların gugucuklarını sayıp yaza ne kadar yakın olduğumuzu hesaplamaya çalıştım. Çocukluğumdan beri, her gece yatarken yatırdığım ve üstlerini örttüğüm bebeklerimin uçuk pembe ve hep bebek kalan yüzlerine baktım, onların hiç birine hiç bir zaman isim vermediğimi düşündüm, bunun garip bir durum olduğuna ve daha sonra üstünde düşünülmesi gerektiğine karar verdim. Kapımı açtım, koridorda denize doğru yürüdüm; muhabbet kuşları durmak bilmeden konuşurlarken, yere kadar inen pencerenin önündeki koltuğuna oturmuş, türkuvaz rengi bir iplikle dantel işleyen anneciğimin yanına gittim, yanağına ve boynuna öpücükler kondurdum. "Neden bu kadar erken kalktın çocuğum, uyuyup dinlenseydin biraz daha..", dese de, aslında "başbaşa oturup söyleşebileceğimiz için" ne kadar mutlu olduğunu biliverdim.
Regent's Park'ı yazdığımdan beri Kraliçe Viktoria'nın gül bahçesinde geziniyorum sık sık. Bu sabahki "hayal yolculuk"tan sonra karar verdim, bir dahaki sefere anneciğimi de götüreceğim. Olmak istediğim yerlerle aramdaki mesafeyi O'nun küçük ve yavaş adımları ile aşarken, güllerin isimlerini, hangi ülkelerden geldiklerini, bahçede kaç çeşit gül olduğunu, bahçıvanların onlarla ne zaman ilgilendiklerini, toprağın nasıl havalandırıldığını konuşacağız..
8.3.09
Cemre'ler düşerken..
Regent's Park, Londra
Regent's Park, Londra
Regent's Park, Londra
Cemre'ler havaya, suya ve toprağa düştüğü gibi, kalbime ve ruhuma da düşsün istiyorum bu günlerde. Evin içinde, bir tiyatro ya da opera sahnesinin - ah şimdi orada olsaydım ve hep orada kalsaydım- dedirten gerçeküstü dekorları gibi bir bahar yaratmaya çalışırken, gidemediğim ve ama yine de gitmeyi hayal ettiğim parkların içinde yürür, oturur, okur, yazar gibi hissetmeyi umuyorum.
hk, 8.3.2009