21.4.07

günü kapatırken...

Büyükada gülleri, hk / Mayıs.2006
Tıklamayı sevdiklerim arasında yer alan "cafewien" blogunun sahibi
Mr.T'nin bir cümlesi ile kapatacağım bu geceyi:
"sevdiklerinize bir gül verin, gülünüz yoksa gülüverin"
hk, 22.4.2007

buradalığımla oradalığımın arası kaç adım?


Gidemeyecegim yerlerde dolaşıyorum. Göremeyeceğim yüzler, duyamayacağım seslerin arasından telaşsız adımlarla geçiyorum: üzüm bağları ile tütün tarlalarının kıyısından, sahildeki ıssız ateşlerin ışığından, çömlekçinin bahçesine istiflediği hydriaları dolduracak suyun geldiği kuyuların yanından; labirentinde yalnızlığına bırakılmış Minotauros’un derin homurtularını dinleyip ürpererek ama yine de korkuyu yolculuğumun başlangıcında bir ev giysisi gibi üzerimden sıyırdığımı tekerleme misali yineleyerek.

Sahi oradalığımla buradalığımın arası kaç adım ?

Girit Kralı Minos’un saklayacak bir canavarı olmasaydı, mimar Daidolos sonsuz ve karmaşık koridor, dehliz ve odalardan oluşan labyrinthos’u tasarlar mıydı ? Oğlunun ölümünün bedelini her yıl Atinalı yedi delikanlı ve yedi genç kızı bu labirentte gizlediği Minotauros’a kurban vererek ödeten Kral Minos’un kızı Ariadne, kurban edileceklerin arasına karışıp canavarı öldürmeye gelen Atina Kralı Aegeus’un oğlu Theseus’a bir yumak ip vermeseydi genç kahraman yolunu yitirmeden Labyrinthos’dan dışarı çıkabilir miydi?

Yaşamın bir labirent olmadığını ve bizim bu öykünün kahramanları için anlatılan yaşam deneyimlerini kendi biricik ömürlerimize sığdırmadığımızı kim söyleyebilir?

Başkalarından ya da kendimizden saklayacak, gözden ve gönülden ırak tutmak istediklerimiz; kimi zaman onları, kimi zaman da kendimizi gizlemek için inşa ettiğimiz büyüklü küçüklü labirentler yok mu? Ve hem de her birimiz birer labirent değil miyiz zaten, bizde yolunu yitirenler, bizim varlığında yolunu yitirdiklerimiz hiç mi olmadı / olmayacak?
Minotauros’un kapatıldığı labyrinthos’daki yalnızlığına düşmediğinizi, ya da gün gelip o yalnızlığı istemediğinizi söyleyebilir misiniz? Hani alışkanlıkların, çevrenin, birlikteliklerin, sorumlulukların, kuralların değişmez ve belirleyici düzeninden kaçıp, onların sizin peşinizden gelemeyeceği, gelse de sizi bulamayacağı bir ıssızlık hayal etmediniz mi hiç ? O ıssızlığı, haritasını yalnızca kendinizin bileceği bir labirentin kuytu, loş ve dışarının seslerini geçirmeyen bir odasında yaratmayı kaç kez düşlediniz kimbilir...

Yitimlerin bedelini başkalarına, onların canını yakacak yitimlere çevirenler hiç mi olmadı yakın ve uzak geçmişimizde? İlk tarafları ölümlülük ilkesine boyun eğmiş anlaşmazlıkların kuşaklar boyu sürecek çoğul ve çoğalan ölümsüz nefretlere dönüştüğünü, insanın kendi eliyle yarattığı canavarlara değil yılda ondört, günde onlarca kurban sunduğunu hangimiz inkâr edebiliriz?
Theseus’un cesareti ile çağdaş Minotauros’larla savaşan, onları yok etmek için çabalayanların girmek zorunda olduğu labirentleri inşa edenler çoktan yenilerinin duvarlarını örmeye başlamadılar mı başka coğrafyalarda? Canavarı yoketmeyi göze alanların labirentte yolunu yitirmemesi için iplik yumakları hazırlamadı mı kimilerimiz?

Mitolojide binlerce yıl öncesine dair söylenenlerin bugünün toplumu, teknolojisi, olanakları, kuralları ile giderek daha kalabalık ve yalnız, daha yorgun ve acımasız bir çeşitlemesinin yaşandığını farketmek için kaç deneyime daha gereksinimimiz var?

Gidemeyeceğim yerlerde dolaşıyorum. Nereye çıktığını bilmediğim ara sokakların, dokunamayacağım sıcalıktaki lav ve küllerin arasından telaşsız adımlarla geçiyorum: zeytin ağaçları ile mor süsenli bahçelerin kıyısından, dağlardaki ıssız ateşlerin kırmızı gölgelerinden, taş işçilerinin tapınak kabartmaları için mermer işledikleri düzlüğün ortasından...
Vardığım yerde bir zamanlar Minotauros’un kapatıldığı labirent işte: Theseus’un bir ucunu girişinde bıraktığı ipliği yeniden sararak ilerliyorum, -içeri girdiğim kapı çıktığım olmayacak bu yüzden-; zira yürüyüşüm bittiğinde bana yol gösteren iplik avucumda büyüyen bir yumaktır artık .
İpliğin belleğine değil, kendi insan duyarlılığıma güveniyorum.

Sahi buradalığımla oradalığımın arası kaç adım ?
hk, 5.5.2002

AJANDA


İstanbul'da 2. Lale Devri, Nisan 2006, Tophane


Ajanda için “unutulmaması için gerekli notları yazmaya yarayan takvimli defter, andaç” diyor Türk Dil Kurumu Sözlüğü.
Ben de ajanda sözcüğünün aklıma getiriverdiklerini yazıyorum önce, alt alta; zira her birinin yanına da çağrıştırdıklarını kondurmak niyetim, hani bir resmin taslağından başlayıp, yavaş yavaş ayrıntılarına/ gölgelerine / renklerine değinmek gibi, öyle ki resim belirginleştikçe yaratıcısını bile hayrete düşürsün ve gülümsetsin bizi...

Unutmak: Bir eylemin unutulacağından emin ve bundan çekinerek unutmamayı istemektir ajandanın varlık nedenlerinden ilki ve belki de en önemlisi.

Anımsamak: Unutulmuş, tamamen akıldan çıkmış/çıkabilecek bir bilginin kısa /yakın vadede kullanılma gereğidir anımsamayı var eden, ajanda anımsatıcıdır böylece. Ama anımsama sonra, çok sonra da olabilir; eski ajandalar bir günlük gibi karıştırıldığında, yıllar sonra o kısacık notlar, yer / kişi isimleri, saatler, işler ve güçler dökülür ortaya.

Söz vermek: Kendi kendine de söz verebilir ajandanın sahibi, bir başkasına da. Ajanda verilen sözün tutulmasını sağlayacak olandır. Söz önce sahibine, sonra da ajandaya verilmiştir bu yüzden.

Tasarlamak: Ajanda kullanmak, geleceği tasarlamaktır aslında, o tarihte kimlerle / neler olabileceğini bilmeden, belli bir zaman aralığını biçimlendirmektir. Öncesi sonrası belirsiz bir belirginleştirmedir tasarlamak.

Düzenlemek: Yaşamı düzenlemeyi amaçlar ajanda, dağınık, savruk, unutkan olmayı önlemek için bir araçtır. Düzensizlikten zarar gören, ya da yorgun düşenin kendi üstünde kurmaya çalıştığı disiplinin iyi niyet işaretidir. Yoldaştır, ama o adımları önceden bilir ve zamanı gelince sahibine “haydi, şimdi” diye fısıldar.

Karar vermek: Sahibinin kendi kendine veya başkaları ile birlikte, gelecek için küçüklü büyüklü kararlar vermesini gerektirir ajanda. Geleceği tasarlamanın, yaşamı düzenlemenin zorunluluğu bu kararlar ile daha da belirginleşir. Bu yüzden kararsız olanı zorlayan, kararsızlığı sevmeyen bir cisimdir ajanda.

Belirlemek: Belirsiz bir geleceğin içinde gelecek parçacıklarını belirginleştirmektir ajanda kullanmak. Belirleme önceden yapıldığı için, zamanı geldiğinde belirleneni yaşamak da kolay değildir ama. Zira önceden tasarlanan ve ajandaya yazılan eylem tasarlandığı anda ne kadar uygun, hoş, gerekli, önemli, yaşamsal görünse de sahibine, tasarlandığı ile gerçekleştirileceği tarih arasındaki sürede değişebilir insan, düşünceleri / ruh hali / koşulları başkalaşabilir. Bu yüzden belirlenenin “günü geldiğinde” uygulanabilirliğine ilişkin her karar ajanda ile sahibi arasında saklı kalmak üzere alınır.

Zamanı yönetmek: Zamanı yönetme çabasıdır sahibinin bu takvim defterin yapraklarına bazen günler öncesinden ekledikleri. Zamanın başına buyruk, pervasız, akışkan, cüretkâr hallerini kontrol etme, ehlileştirme, kendi egemenliğinde tutma gayretidir yazılan her satır. Ajandanın sayfalarındaki cümleler zamanın uçuk kaçık huyuna karşı alınmış önlemdir bu yüzden.

Kaydetmek ve belgelemek: Ajandaya kaydedilen her not önce geleceğe, sonra geçmişe ait bir belge olup çıkar. Ajandanın ilk gününü yaşayıp bitiren için hem önünde ve hem de ardında bekleyen işler, buluşmalar, sözler, kutlamalar, ziyaretler ve daha nicesidir ajanda. Belgelerin saklandığı önce gelecek günleri düzenleme çabasında bir akıl defteri, o günler yaşandıktan sonra ise bir anı defterine dönüşür. Takvimi 31.Aralık gününü gösteren her ajanda bir anılar defteridir artık, geleceğini tüketmiş, geçmişe kanıt olmaktan başka işlevi kalmamış bir günlük.

Ajandasının yoldaşlığına ayak uyduran kişi, sözünde duran, zamanı yönetecek kadar kararlı olabilen, unutmaktan çekinen, anımsamayı ve anılarını seven, tasarladıklarını yaşamayı bir yük olarak görmeyendir. Takvim ve saatlerle barışıktır, köstekli takvim saatini kurmayı hiç unutmaz.

Defterlerimiz takvimli, takvimlerimiz defterli olsa, yaşadıklarımızı anımsar, yaşayacaklarımızı unutmazdık hiç.

Ya unutmak istediklerimiz?

hk, 28.11.2004

baharın işaretleri

Kimsesiz fotograflar albümü