11.4.10

Kedili bir yazı..



Kedili bir yazı

Cumartesi ve Pazar günlerinin mesleğimle ilgili işlerle dolup taşması, hafta içinde yetiştiremediğim okumalar ve yazmalarla geçip gidivermesi rahatsız ediyor beni uzun zamandır. Profesörlüğe hevesli olmamamın başlıca nedenlerinden biri de bu sanırım; oysa çevremdekilerin beklentisi farklı, yaptığım işlerin niteliği, niceliği ve içeriğinden ziyade, ünvanımla değerlendirilmek benim canımı sıkıyor, diğerlerine ise anlamsız ve budalaca geliyor. Oysa ben kimi konularda budala olmayı her zaman sevmişimdir...

Benim ilk mesleğimde sık sık başvurulan ve henüz kazısı yapılmamış alanlarda uygulanan "yüzey araştırması" denilen bir yöntem vardır; belirli bir alanda belli bir düzen içinde, sürekli toprak yüzeyine bakarak yürür ve rastladığınız küçük arkeolojik buluntuları toplar, torbalar, etiketlersiniz. Çanak çömlek parçaları, ağırşaklar, şanslıysanız sikkeler yolunuza çıkar ve toprağın altında olabilecekler hakkında kulağınıza ipuçları fısıldar. Bu fısıltıların değerlendirilmesi sonucunda, arkeolojik kazının yapılabileceği alanları belirler, sondajlarla bu öngörünüzü kuvvetlendirmeye çalışır, sonra da kazı açmalarınızda çalışmaya başlarsınız. Hele mimari parçalar da toprak üstünde sere serpe dağılmış bekliyorsa, işiniz daha da kolay demektir.

Öğrenciliğimde çıktığım bu "yüzey araştırmalarından birinde" fısıldayan çömlek kırıkları ile yetinmeyip, kuru bitkiler ile kurutulmaya müsait kır çiçekleri topladığımı hatırlıyorum; bu nedenle benimle "dalga geçen", hatta yaptığım işi yeterince ciddiye almadığımdan dem vuranlara gülüp geçmemi söylemişti babacığım.. Ne kadar haklı olduğunu neredeyse otuz yıl sonra bir kez daha farkettim; çevremde "işlerinden başka bir konudan" konuş(a)mayan; duvarları mesleki sorunlar / akademisyenlik hırsları / makale ve bildirilerle örülü bir hücrenin içine kapanmış bir kalabalık var. Öyle ki, konuyu kedilerden bile açsanız, dönüp dolaşıp taşlara, projelere, raporlara getiriyorlar sizi: Hani "sen yine yolunu kaybettin, asıl olman gereken yer burası" der gibiler her defasında.

Durum böyle olunca, benim bu şehirde neden bu denli sıkıldığımı / bunaldığımı, üniversitede iken neden odama kapandığımı ve Haydn'ın piyano sonatlarını dinleyerek çalıştığımı, öğrencilerin bütün yaz boyunca bir projeden diğerine koşturmalarına neden itiraz ettiğimi, anneciğimi neden çok özlediğimi, yılbaşlarında masamın üzerindeki vazoyu neden kokinaların doldurduğunu, herkes yeni yılı e-posta ile "usulen" kutlarken neden babacığımın resimlerinden kartlar bastırıp, dileklerimi uzun uzun kaleme aldığımı; Facebook'da anneciğimin ve sevgili anneannemin adına hesaplar açıp, neden onların zevkine göre çiftlikler kurduğumu, ve işte saymakla bitmeyecek diğer bütün hallerimi anlamakta cidden zorlanıyorlar.

Bu yazının başlığının "kedili bir yazı" olduğunu unuttuğumu sanmayın sakın. Akide kanepenin sırt yastıkları üzerinde huzurlu bir uykuya daldı ben bu cümleleri kurarken. Haydn onu da sakinleştiriyor anlaşılan. Pencerenin bir kanadı açık, yalnızlığını kafesine asılı aynadaki yansıması ile konuşarak gidermeye çalışan muhabbet kuşum ( Markiz) anlatıp duruyor.. Sadece penceredeki manzara "sevimsiz", Ankara'nın çirkin apartmanları, her sabah tırmanmak zorunda olduğum yokuş, sarı gri bir gökyüzü ve yolu daraltan arabalar.

Yazının içinde uyuyan bir kedi olması, bunun kedili bir yazı olması için yeterli bence..

Bitirirken de İlhan Berk'in "Şiirin Gizli Tarihi" isimli kitabından bir cümle:

"Tang çağında memurları şiir bilgilerine göre seçerlerdi." *



hk, 11.Nisan.2010


* Yıllardır gördüğüm, öğrendiğim şu ki KPSS, KPDS, ÜDS, ALES'e göre seçilen memur ve akademisyenler Tang çağı memurları ile karşılaştırılamazlar bile.

baharın işaretleri

Kimsesiz fotograflar albümü