Bu akşam kendi kapımın eşiğinde elimdeki anahtarı kilide doğru uzatırken geldi aklıma, "açıl susam açıl", diyen Ali Baba'nın hikayesi. Bir mağaranın önünde durur gibiydim, içeride paha biçilmez hazineler...
Altın küplerinden, mücevherlerden söz etmiyorum elbette, içeride sadece benim olan / sadece benim için değerli bir sürü "şey", her birinin hikayelerini yaşayan ve yazanın da yalnızca kendim olduğunu bildiğim için böyle hissediyordum. Kapı açıldığında evin sıcağından hafif bir dalga sarıverdi beni, bir an önce üstümdeki giysilerden soyunmak ve duvarların arasındaki koşulsuz yalnızlığıma kavuşmak için sabırsızlandım. Uzun süren tek başınalık vazgeçilmez bir alışkanlığa, isimlendirmesi zor bir huzur ve rahatlık duygusuna dönüşüyor zamanla. Ev, kırk haramilerin gizli ve hazinelerle dolu mağarası kadar korunaklı bir sığınak olup çıkıveriyor. İçindeki eşyalar, duvarlarındaki resimler, raflarındaki kitaplar, çerçevelerindeki fotoğraflar, belleğindeki yüzler ve sesler ile tıka basa dolu bir sığınak; çoğu zaman tek kişilik ve iki kedilik bir yer. Her akşam kendi kapımın önünde durup, anahtarın kilitte dönüşünü tarifi zor bir rahatlama hissi ile izlerken, dışarıdan içeriye / kalabalıktan tenhaya, cümlelerden suskunluğa, yorgunluktan bitkinliğe giriveriyorum.
Orada ( şimdi olduğum yerde ) zamanın çok uzun ve renkleri solmuş bir uçurtma kuyruğu gibi akıp gitmesini izlemekten başka bir şey yapamasam da, burada ( şimdi olmadığın yerde ) senin gelmeni beklerken, " açıl susam açıl " demeyi hatırlayacağını umuyorum.
Zira böyledir hayat, kimine sığınağın kapısını açan sözcükleri fısıldar / kimilerini ise sığınağın yoluna bile yaklaştırmaz. Ketumdur, ürkektir, incitilmekten korkar. Usulca dokunur, için için ağlar, durgun ama berrak bir su gibidir, gönlü oldu mu ne seni üzer / ne beni yorar.
" Açıl susam açıl "
hk, 21.01.2013