17.3.07

sessizlik...

liza del giocondo'nun elleri, leonardo da vinci


Akıl mı üstündür akıldan,
Yoksa kalp mi yetişemez kalbin telaşına ?

Sessizlik susanın mıdır sadece ?

Suskunluk kaç cümleyi düşünülmeden, kurulmadan, söylenmeden
fırlatıp atar bir kenara; kaç gülüş yitirilir / kaç kucaklaşma ertelenir /
kaç uyku kaçar kendiliğinden ?

Çare midir ?

“neden”i söylenmeyen her sessizlik “bencil” ve “öznel”dir,
sadece susanın bildiği bir gerekçesi vardır,
ezer / incitir / sindirir / silikleştirir...
Yinelendikçe hep aynı yerden açılan bir kesik gibidir; sonunda iyileşmeyen bir ize dönüşür.

Ve gün gelir, sessizlik bitse de suskunluk sürüp gider.

hk, 4.V.2006

16.3.07

Ankara Rüzgârı

ben çocukken...


Ben çocukken Nesrin Sipahi radyoda "Ankara Rüzgarı"nı söylerdi:

Pembe küçük dudağın söyledi şarkımızı
İndi bahar Ankara'nın sisli yamaçlarına
İçli sesin ah ne kadar açtı gönül yasını
Her gören ağladı, kalbini bağladı dalgalı saçlarına

Söyledim aşkımı ben, Ankara rüzgarına
Olmadı kaldı benim her hevesim yarına
Her gören ağladı kalbini bağladı dalgalı saçlarına

Önce biraz gülecek, kalbe ümit katacak
Söz verecek, gelmeyecek, hep seni aldatacak
Sev diyecek, sevmeyecek, belki de ağlatacak

Boş yere ağlama, kalbini bağlama Ankara kızlarına

Söyledim aşkımı ben, Ankara rüzgarına
Olmadı kaldı benim her hevesim yarına
Boş yere ağlama, kalbini bağlama Ankara kızlarına

Bu şarkıyı dinlerken "Ankara Rüzgârı"nın lodos, karayel, poyraz, imbat gibi, ama sadece Ankara'ya özgü bir rüzgâr olduğunu düşünür, bir rüzgâra söylenen sözlerin o esintiyle uçup gideceğini hayal eder, rüzgârın taşıdığı sözlerin dağılıp, kaybolmadan yerine nasıl ulaştığını merak ederdim. Çocuk aklım şimdikinden daha hayalperest olmalıydı. Kızıltoprak'daki dört katlı apartmanın bahçesindeki "margaritleri" toplayıp, giriş katında oturan Nezihe Teyzem'e, mutfağının bahçeye inen merdivenli balkonundan verdiğimi hatırlıyorum. Beş yaşıma kadar yaşadığım, salonu çiçek pencereli (annemin çiçekleri salkımlanan ve mis gibi kokan mum çiçeğini hiç unutmam) o güzel, aydınlık evden ayrılıp, İzmir'e taşındığımızda Nezihe Teyzem'in beyaz sabun kokan yorgun ellerini nasıl özleyeceğimi hayal edememiştim yine de.

Ankara Rüzgârı'ndan sonra "Ağla Gitar, Çal Gitar" gelir, Nesrin Sipahi "bitmesin bu serhoşluk, sürsün sabaha kadar / bu gece efkârlıyım, ağla gitar, çal çal çal gitar" diye seslenirdi.

Ben çocuktum, İstanbul'daydım, radyo ne harika bir cihazdı. Nezihe Teyzem üç kat merdiven insem kapının ardında; Rıfat dedem Bostancı'daki evinde, sarı göbekli margaritler bahçemizdeydiler. Rüzgâr yazarken a harfinin üstündeki şapka asla unutulmaz, anneciğimin bana diktiği elbiseler üstüme "şıp" diye otururdu...

hk, 16.III.2007

14.3.07

güne iyimser başlamak...

bazen çok fazla çaba göstermem gerekiyor, bazen de kendiliğimden iyimser uyanıyorum. mutlaka çaba göstermem gereken günler pazartesi, salı, çarşamba; daha huzurlu hissettiklerim perşembe ve cuma. öğrencilik yıllarımdan beri haftanın üçüncü günü eşiktir zaten, penceresiz odadan ağaçlı bir iç bahçeye uzanan ve giderek aydınlanan geçitte yürümeye başlamak gibidir çarşambalar, cuma öğleden sonraları bahçenin kapısında gülümserim.

geçmiş günü beyhude yere yâd etme,

bir gelmemiş an için de feryât etme,

geçmiş gelecek masal bunlar hep,

eğlenmene bak ömrünü berbat etme.

niceleri geldiler, neler istediler

sonunda dünyanı bırakıp gittiler,

sen hiç gitmeyecek gibisin değil mi?

o gidenler de hep senin gibiydiler.

dünyada ne var, kendine dert eyleyecek,

bir gün gelecek ki can bedenden gidecek,

zümrüt çayır üsyünde sefa sür iki gün,

zira senin üstünde de otlar bitecek...

ömer hayyam

biliyorum, hem de çok uzun zamandır : çırpınmak boşuna, herşey olacağına / ya da olmayacağına varıyor...

hk, 15.III.2007

iyi uykular ya da günaydın...

can okatan


(mışıl mışıl uyuyanlar için) gece, (uyu[ya]mayanlar için) sabah mı bu vakitler? kendi hesabıma erken uyanmayı ve yazmaya koyulmayı, gece bitkin çalışmaktan daha çok seviyorum. gün uzuyor, guguklu saatimin tahtadan kuşu on kez öttüğünde ben dört saattir masa başında oluyorum. Kahve kokusu ve Peer Gynt Suiti.

günlük'ten:

ipleri kaçırır gibiyim.

kaçırmamak için
geceleri kendi kendimle konuşuyorum.
gece olup, erken saatte (burada, en geç saat sekizde yatağa giriyorum)
yatağa girdiğimde
bir kişi yaratıyorum.
ben bir şey söylüyorum
o cevap veriyor,
böylece vakit geçiriyoruz,
eğleniyoruz!
bazı geceler kavga ediyoruz.
bazı geceler, yürümüyor, susuyoruz.
ikide bir dürtüklüyor beni:
- yazsana! diyor.

yazacağım diyorum, bir gün yazacağım.
sen yok olduğunda.

Ferit Edgü, Tüm Ders Notları, 87 (YKY, 2000)
Yapılan her ne kadar çaresizlikten ve yalnızlıktan da olsa, yaşamlarının bir döneminde bunu başkalarının da denemiş / yapmış olduğunu bilmek iyi geliyor insana...

hk, 14.3.2007

13.3.07

durağan haller II.

Magritte

Odalar arasında mükemmel bir sessizlik... küs gibiler birbirlerine.
Her biri kendi suskunluk, aydınlık ve gölgeleri içinde halinden memnun.
Pencereler açılana dek, sonra dışarıklı gürültüler içeri doluşup birikiyor; odalar ortak bir dilde kendi boşlukları, duvarları, eşyaları ile söyleşmeye başlıyorlar.

Ev içinde değişmeyen yerleri mi onları böyle sakin ve dingin yapan;
yoksa nesnelerinin dilsiz taklidi yapan duruşları mı?
Rüzgârlanan perdeyle japon feneri ve bir de saatin sarkacı devingen...
Hatta onlar da halkalarla kornişe, kordonla tavana ve minik bir vidayla saate bağlı, sözde özgürlük..

Zaten hepsi üç oda.
Biri herşey için,
biri yatağın krallığı,
üçüncüsü konuklarını özlüyor.
Onları biribirine bağlayan bir de dar, kısa koridor;
o da bir oda aslında: Yürümek, bir an önce katedilmek ve diğerlerine /
diğer bir odadakine ulaşmak için; hepsine göre en çalışkan.

Odalar mı eşyalarına alışık,
yoksa onları odalara yakıştıran mı? ... her ikisi de belki.
Çünkü bir eksilme ya da değişiklik odayı başkalaştırıyor.
Saati sol koldan sağ kola geçirmek gibi;
odanın yaşantısı yenilenince, önce eski alışkanlığı yineleyip, şaşırarak, tedirgin...
derken kabullenerek tutuk yeni adımlar.

Her oda, kapısı kapanınca bir kutu aslında.
İçindeki nesneler kadar, orada yaşananları da saklayıp koruyan,
geçmişe ait ve belleğin tutabildiğince hayal, hayalet ve an ile tıkabasa dolu.
Kişisel anımsama işaretleri için bir kumbara.

hk, 1.6.2003

11.3.07

Yolculuk II.

I.
Yalnız yolculuk etmenin edindirdiği alışkanlıkları düşünüyorum günlerdir. Evde başlayıp, otobüs ve tren garlarında, hava limanlarında mutlak bir yalnızlığa dönüşen yolculukları. Bir kentten bir başkasına, bir ülkeden bir diğerine gitmenin özgürlüğe benzer, ama yolcuyu bir o kadar da yitikleştiren maceraperest hallerini.

Gidilecek yere göre tasarlanan ayrıntıları, o ayrıntıların süregelen yaşamın ne denli dışında kaldığını, bu yüzden her yolculuk öncesinde iki farklı yaşamı planlar gibi davranmak gerektiğini, -şimdiki- yaşam ile -gelecek- yaşam arasında mekik dokuyan düşünceleri; gidilecek yerler kadar, geride bırakılacak evin ve ona ait alışkanlıkların da nasıl düzenlendiğini (bitkilerin sulanması, buzdolabında yiyecek kalmaması, evin arada bir havalandırılması, koltukların üstüne örtüler serilmesi, sabahları gazete bırakılmaması, posta kutusunda biriken fatura ve mektupların bir başka adrese yönlendirilmesi,...) getirdim aklıma.

Sonra zamanla yerleşik bir hal alan, geçiştirilemeyen endişe: Ya dönemeyecek olursam...

Zaman geçtikçe evin içinde bu endişenin derinleştiği yerler var. Bir yaşamın sahibinin ellerinden süzülüp gitmesi: Hazırlıksız, birdenbire, yolculuk öncesinde toplanan bir evin düzeniyle korunabildiği kadar; çözülmeyecek bir alfabeyle yazılmış bir kitabın onu okuyamayacak birilerinin eline geçmesi gibi.

Yolculuk, akışı ve yönü önceden belirlenmiş bir yolun iki ucu arasında yapılan bir katediş ise, yolcunun yanında götüremediği ve kendine ait her nesne de bu yola gölgesini düşürecektir.

II.
Yalnız yolculuk edenin yükü bir başkasından yardım istemeksizin taşıyabileceği nicelikte olmalıdır. Yoksa yolculuk yavaşlar, zorlaşır, başkalarına bağımlı hale getirir yolcuyu. Ayağına zincirle bağlanmış demir gülleyi sürükleyerek yol alır gibidir: Taşıdığı yük yolcunun özgürlüğünü bir ağır köleliğe çevirir.

III.
Yalnız yolcunun yanında kitabı ve defter-kalemi olmalıdır mutlaka. Dilini bilmediği ülkelerde dolaşırken konuşmanın yerini okumakla yazmak alır çünkü.
Kitabı yolcuya anlatır, yolcu da defterine.

IV.
Yalnız yolcunun adres defteri, sevdiklerinin suretleri, ev anahtarları ve dönüş bileti özenle koruması gerekenlerdir. Ama işte yine de bütün bunlar, dönüşü tasarlanmış yolculukların nesneleridir. Sadece gitmeyi aklına koyan için hepsinden vazgeçmek, ya da suretlerle yetinmek şaşırtıcı değildir.

V.
Yolcunun belki de en yalnız olduğu an, kendisini yolcu edecek birisinin olmayışına içlendiği vakitlerdir. Peronda / limanda bekleşenlere, pasaport kontrol noktasının ardında kalanlara kalabalıkta annesini yitirmiş çocuk endişesiyle bakar ve kimsesizliği yükleniverir.
Derken yerini bulur, koltuk numarası geçici bir adres gibi karşılar yolcuyu; işte o zaman ayrılmak istemediği ve bu yolculuğun uzaklığına (süre, uzaklıkla boy ölçüşemez) denk bir umarsızlıkla düşündüğü herkesle vedalaşır.

Saatine bakar, “şimdi beni düşünüyorlar mıdır?” diye geçirir aklından.

VI.
Yalnız yolcunun kalbi, az ya da çok, yolculuğun başladığı evde kalır.

hk, 10.6.2003

olmak istediğim yerler V.

muammer yanmaz, Paris

Bu sabah şemsiyem, pardesüm, atkım ve bir defter bir kalemle Strasbourg'daki o cafe'de, pencere önündeki masada oturuyor olmayı isterdim. Croissant ve kahve ile kahvaltı etmeyi, yazmayı ve çizmeyi, sonra da şehrin daha önce gitmediğim bir sanat müzesinde keşife çıkmayı isterdim. Müzeden kartpostallar almak, koleksiyon içinde en çok sevdiğim resim ve heykellere ilişkin izlenimlerimi defterime yazmak ve yağmura çıkıp şemsiyemi açmak isterdim.

Burada değil, "orada" olmak isterdim.

hk, 11.3.2007


sıkıntı, sadece sıkıntı...

"hiç insan kendinden sıkılır mı?, ilâhi çocuğum..", dedi annem bu sabah.
sabahları aynada gördüğüm çehreden sıkıldığımı biliyorum oysa, saçlarımın uzunluğundan, bedenimi yoran kilolardan, sürekli diyet zorunluluğundan, evin içinde dönüp dolaşan yalnızlık hallerinden, çalışma masamı kalabalıklaştıran kitaplardan, gözlük çerçevemden, hayalkırıklarının kalbime ve aklıma saplanıp canımı acıtmasından sıkıldım.
Ankara'dan, yağmursuz ve karsız geçen kıştan, hep aynı yüzleri görmekten, annemle babamdan uzak yaşamak halinden, insan sesi için televizyonu açmaktan, yalnız bırakılmaktan da sıkıldım.
sıkılınca ne yapar insan?
hk, 11.3.2007

baharın işaretleri

Kimsesiz fotograflar albümü