12.8.11

As time goes by

http://youtu.be/k66caTwo40Q

Gece ile sabahı birleştiren yağmurun serinliği var bugün Ankara'da. Hava bulutlu / serin, ağaçlar yıkandı, gökyüzü hafifledi, insanlar nefes aldı derin derin. Dün gece caddeden ve karşı yokuştan akan sel gibi yağmur suyuna; fındık büyüklüğündeki yağmur tanelerinin sokak lambasının portakal renkli ışığını delik deşik eden şiddetine; bir anda parlayıp, geceyi gümüş bir ışıkla tamamen aydınlatan yıldırımlara, homurtulu gök gürültülerine rağmen karşı apartmanın 3. kat balkonunda yere serili kilimin üzerinde oynayan küçük oğlan içeri girmedi. Sadece arada bir heyecanla ve avaz avaz bağırarak içeri koştu, sonra yine küçük kiliminin üstündeki oyununa geri döndü.
Ben kollarımı pencere pervazına dayayıp, saçlarım / omuzlarım ve yüzümün ıslanmasına aldırmadan yağmuru izledim, bir de o oğlan çocuğunu.. Bryan Ferry - as time goes by- derken olup bitti bunlar, zamanın geçip gittiğini hissettim: Sürtünerek, tenimi gıdıklayarak, usulca, ılık bir dokunuşla geçip gidiverdi yine. Zamanı kedimin yerine koyup, kucağıma almak ve kalbinin atışlarını yavaşlatmak istedim. Yapamadım. Beceremeyeceğim işler arasına koydum bunu da.
...
you must remember this
a kiss is still a kiss
a sigh is still a sigh
the fundamental things apply
as time goes by
...
Pencereyi açık bırakıp, masamın başına dönünce gördüm ki gece gecikmiş epeyce, oysa D.C'de henüz akşamüzeri. Kahve içmeyi göze alamadım, sabahın erken ve kimsesiz saatlerine bıraktım fincanın sıcaklığını.
Gece uzasın, uyku kısalsın olabildiğince, sabahlar çok erken başlasın, herkes mışıl mışıl uyurken.

Sonra benim gecemin yağmur sağanağına O'nun çay kokusu karıştı. Başını kaldırınca geyiklerle, sincapları mı görüyordu bilemem, ama aynadaki suretinin artık gülümsemediğini farketmişti, sıkıntılıydı. Kalayım mı yanında?, diye sordum, çayından büyük bir yudum alıp, "kal", dedi. Konuşmaya başladık, zaman akıp kaçıverirken, ardına bile bakmadan giderken kurduk cümlelerimizi. Acıyorduk, ama ne birbirimize ne de kendimize, sadece zamanı böyle hoyratça harcayışımıza içerliyorduk..
...
you must remember this
a kiss is still a kiss
a sigh is still a sigh
the fundamental things apply
as time goes by
...
Onun da artık kullanamadığı, ama özlediği halleri sakladığı bir bellek deposu olduğunu öğrendim konuşurken. Deponun anahtarının nerede olduğunu bilmediğini, bu yüzden de o anahtarı kaybetmesinin imkansızlığını anlatıyordu. Belki henüz farketmemişti: Depolayan / hayatımızdan o halleri kaldırmaya mecbur olan kendimizdik, ama işte deponun kapısını bir başkası açacaktı. Zira depolarken hissedilen hayalkırıklığı ve yılgınlık, o hallersiz yaşamaya da alıştırıyordu insanı, ruhun içine yerleştirilmiş ufak bir algılayıcı mekanizma marifetiyle. Kişiyi depodan uzak tutmaya, belleğin o kuytu köşelerinde dolaşmaktan men etmeye yarayan bir direnç mekanizması. Bir kaç minik vidayla birbirine tutturulmuş beş çarklı bir mekanizma.

Bellek saklayıveriyor, derine / öteye / uzağa atıveriyor; böylece deponun tüm boşlukları çok istense de kullanılamayan duygular, jestler, hayaller, dileklerle tıka basa doluyor. Ta ki bütün o halleri geri çağıracak, onları paylaşmaya hazır ve değer biri çıkıp gelene dek. Deponun kapısına takılı asma kilidin çilingiri işte o!

Bunları anlattım ona, dinledi, çayını yudumladı, pencereden bulutsuz gökyüzüne ve ortancaları yemelerinden korktuğu geyiklere baktı. " Dışarıda hava çok güzel, ben yürümeye gidiyorum", dedi.
" Peki", dedim. Yeniden yağmurlu pencereme döndüm ben de.
...
you must remember this
a kiss is still a kiss
a sigh is still a sigh
the fundamental things apply
as time goes by
...
Işıksızdı evler, karşı balkondaki oğlan çocuğu çoktan yatağında; uzak mahallelerden yankılanan sahur davulunun sesi geldi, yağmur zamanı önüne katıp, dalga dalga aktı asfaltın üstünde.

O yürürken kendi kırlarında, ben uyudum.



hk, 12.8.2011

Hiç yorum yok:

baharın işaretleri

Kimsesiz fotograflar albümü