Mehtabiye dinliyorum, denizi olmayan bir kentin soğuk ve çoktan uyunmuş gecesinde.
Dün gece mehtaba dalıp hep seni andım / Öyle bir an geldi ki mehtap seni sandım / Sevgili, rüyana mı aldın beni bir dem / Öyle bir an geldi ki mehtap seni sandım.
( Beste: Semahat Özdenses, Güfte: Mahmut Nedim Güntel )
Yine bir ay olmuş yazmayalı. Kimbilir kaç kez niyetlendim oysa; aklımda birikenler her zaman uslu uslu dökülmüyor parmak uçlarımdan. Tıkanan dolmakalemler gibiyim çoğu zaman, pompalı olanlardan hem de. Mürekkep ya içimde kuruyup kalıyor, uca giden incecik kanalı da kirleterek. Ya da ben mürekkebin azaldığını farketmiyorum, yazmaya girişince kelimenin ortasında silikleşiyor harfler. Üşengeçlik de var serde, kurumuş mürekkepten arınmaya, dolmakalemin ucunu ılık su içinde bekletip, kanalın iyice açılmasını beklemeye sabrım yetmiyor. Bırakıveriyorum yazmayı.
Çamlar arasından süzülürken mehtap, neydi o akşam adalar
Hala titriyorum o geceyi anıp, neydi o sesler, şarkılar
Rüzgar, deniz, mehtap, inliyordu alem, neydi o akşam adalar
Geçti geçti yıllar, gönüllerde kalan hatıralarla şarkılar...
(Beste ve Güfte: Bimen Şen)
Düşünüyorum, bu şarkıları kimbilir ne çok dinlemiş ve söylemiştir anneannem ile dedem. Radyolu zamanlar, akşam misafirliklerinin revaçta olduğu yıllar, kışın boza içilip sarı leblebi yenilen, ilkbahar gelir gelmez kırlara, Adalar'a, Yuşa Tepesi'ne, Çamlıca'ya dostlarla pikniğe gidilen günler..
Son günlerde bir kitap hazırlığı nedeniyle, ressam olan Rifat dedemin arşivi ile haşır neşir oldum sıkça. Benim için annemle babamınkinden de uzak ve oldukça yabancısı olduğum bir geçmiş. Ancak "Filbahrili ev"de geçirdiğim zaman, büyük yağmadan kurtarabildiklerim, annemin anlattığı anı parçacıkları birleştikçe ortaya çıkan "manzaraları", kırık parçalarını birleştikçe ellerimin arasında yüzyıllar sonra biçimlenen antik çömleklere benzetiyorum.
...
Şimdiki zamanın gündelik keşmekeşine dair yazmak istemeyişim, geçmiş zaman manzaralarının güzelliğine alışan göz ve zihin için değersiz ve hatta rahatsız edici çeşit çeşit halden yorgun düşmüş olmam aslında. Harry Potter romanlarındaki "ruh emiciler" gibi içimdeki enerjiyi, yaşam zevkini, hevesi, üretkenliği yok eden karakterlerle çevriliyim.
Bu kartpostaldaki yoldan yürümek ve içinde oyalandığım şehirden uzaklaşıp gidivermek isterdim şimdi. Zira deniz yoksunu bir bozkır kentinde "mehtabiye" dinlemek, mürekkebi tazelenmiş bir dolmakalemle saman kağıdı üzerine yazı yazmaya benziyor...
hk, 29.10.2010
1 yorum:
Ah o eski günler ahhh...
"Dün gece mehtaba daldım hep, seni andım..." bizim ailede en sevilen, en duyguyla dolunup taşılarak söylenen şarkılardan birisi oldu hep, çocukluğumdan beri... Garip ama, düşünüyorum da; o bozkır şehrinde olmamıza rağmen, o namelerle ve o güzelim sözcüklerle hissedilenler; pek de değişmiyor aslında benim fikrimce... Ve lâkin; "kimi andığınız, yahut kimlerle, nereyi andığınız" bence baskın olan hissettiklerinizde... Sizin cümlelerinizle anılacak meselâ artık benim için, öyle bütünleşmiş ki zira söz ettiklerinizle; insanı uçurup bulunduğu yerden, götürüyor zaten mehtaba...
Siz hangi kâğıda ne yazarsanız yazın; kaleminiz en narin dokunuşuyla buluşuveriyor kâğıtla ve mürekkep taşacaksa bile, çiçekler konduruyor sanki, her bir sözcüğünüzün sağına ve soluna...
Kaleminizin daim, mürekkebinizin bitimsiz olması dileğimle...
Yorum Gönder