Aklımdan, başımdan, içimden geçenleri; hatırladıklarımı, unutmak istemediklerimi, hasretini çektiklerimi, izlenimlerimi yazıyorum..
31.12.09
sevgili ikibindokuz, ben gidiyorum..
5.12.09
Zehra Çiftlikte II.: En sevilen komşu çiftlik
Aralık ayına başlamak her zamanki kadar güzel ve hüzünlü. Henüz başında bile olsam günlerin bir akarsu gibi akıp gideceğinin ve uykusuz kalsam da Aralık'ın erken sabahlarına / geç gece vakitlerine yetişmekte zorlanacağımın farkındayım. Eskiden yılbaşının yegâne heyecanı "evime" gitmekti; gece otobüsüyle ve genellikle karlı bir Ankara'dan lodoslu ve yağmurlu İzmir'e varmak...
Ev dediğim bir apartmanın 5.katındaki daire; sabah ne kadar erken varırsam varayım köşe penceresinde anneciğimin güzel yüzünü gördüğüm yer. Asansörün kapısı bizim katta açılır açılmaz dünyanın en çok sevilen çocuğu olduğumu hissettiren o müthiş sevinç ve hasret ile karşılanacağımı bildiğim mekân. Küçük bavulumun içi hediyelerle dolu, el çantamın içinde oyuncak ayım Kentoş, uykusuzluktan sersemlemiş, karnım aç ve evimde olmanın mutluluğu ile ruhum hafiflemiş başlardı gün, daima..Aralık ayı "evime gittiğim" en mutlu zamanın anılarıyla geçecek yine. "Evim" deyince ilk aklıma düşen İzmir'deki aile evim oldu her zaman; İstanbul'daki "pembe panjurlu evim" ise daha da eskiye uzanan sihirli bir yol. İkisi arasında söze dökülmesi pek de kolay olmayan bir fark vardı benim için, hani kendi kendime bile açıklayamadığım. Ta ki bir kaç hafta önce Paşabahçe mağazasında rastladığım pişmiş topraktan bir duvar süsü, aklımı başımdan alana dek: "Home is where your mom is.", diye yazıyordu üstünde. Hiç tereddüt etmeden aldım ve kasaya gitmeden önce mağazanın içinde ağlayarak bir kaç kez tur attım. Sabah saatleriydi, tenhaydı ortalık neyse ki. Karton kutusunun içindeki bu küçük duvar süsünü göğsüme bastırdım, dünyanın en değerli bilgisini kucaklar gibi: " Ev annenin olduğu yerdir."
Anneciğimin olduğu ve benim için hala yaşadığı yer İzmir'deki evim. Aralık ayı gelince her zamankinden daha çok özlediğim, penceresinde anneciğimin gülümsediği, yılbaşı geldi mi mutfağında bal kabağının piştiği, vazolarını kokinaların, sümbüllerin ve nergislerin doldurduğu evim.
Zehra'nın en sevdiği çiftlik komşusu Sumika, yılbaşının yaklaşmakta olduğunu bildiği için bal kabakları büyütmekte bugünlerde; zira O'na göre yeni yıl girer girmez yenilen kabak tatlısı her günün ağız tadıyla geçmesi için bir temennidir...
"Evim annemin olduğu yerdir."
hk, 5.12.2009
Zehra Çiftlikte I. : Pembe panjurlu ev
Sadece Türk filmlerinin repliği midir "pembe panjurlu bir ev düşü" ?
Yanılmıyorsam eğer, evlenmeye niyetli sevgililerin her ikisi de fakirse kurulur böyle bir düş.. Bir de eğer kız fakir oğlan zengin ise ( zira ya fabrikatör oğlu, ya Avrupa'da eğitimini yeni tamamlamış ve gelecek vadeden bir mühendis ya da doktordur, üstelik bursla değil, baba parası ile öğrenim görmüştür), ve kız oğlanın ailesi tarafından istenmeyen "gelin adayı" ilan edilmişse, oğlan ailesine boyun eğmediği ve aşkından vazgeçmediği için alçakgönüllü ve tokgözlü sevgilisinin düşüne "iştirak edecek", bahçe içinde -pembe panjurlu bir ev- sahibi olmakla yetinecektir. Ancak her nedense bu hayal hiç bir zaman gerçekleşmez. Filmin sonunda bahçe içinde, tek katlı bir ev beklenir hep; oğlan pencerelerin kepenklerini pembe yağlıboya ile boyarken, kız da içeriden camları silmelidir oysa. Hatta pembe çiçekli basmadan perdeler dikmelidir "Zetina" dikiş makinesinde ( ki o da her gelin kızın rüyasıdır); dikiş makinesi anneden yadigar kalmıştır ( gelin kızın annesi bir süre önce veremden öldüğü için terzilik yaparak büyüttüğü kızının mürüvvetini göremeyecektir ne yazık ki; ama dikiş makinesi gelin kızın yegane çeyizidir).
Zehra da kendi çiftliğinin bir köşesine "pembe panjurlu bir ev" konduruverdi. Türk filmlerindeki o evi vadeden biri ile hiç karşılaşmadığı için belki de, koskoca çiftlik arazisinin bir köşesinde sessiz sedasız yükseliverdi evin duvarları. Bahçesinde pembe güller, vişne ağaçları olan bu evin sadece panjurları değil, tüm cephesi de pembeye boyandı üstelik.
Yalnız yaşamanın şartlarından biri fazla hayal kurmamak; ya da kurulan hayallerin "gerçekleşme olasılığı"nı yüksek tutabilmek için, beklentileri makûl oranda azaltmak..
Pembe panjurlu ev hayalini "bir sevgili ile" geçirilecek günlerle özdeşleştirmekten vazgeçer geçmez, pembe panjurlu ev hayalini gerçekleştirme şansı da kuvvetleniyor bu yüzden.
Zehra'nın aklına uydum, Bostancı'daki evimin panjurlarını pembeye boyayacağım...
hk, 5.12.2009
29.11.09
Kahve fincanındaki şehir
Floransa, Arno Nehri
Bütün bunları Floransa'ya hiç gitmemiş ve o fincanı bir başkasının belleğindeki izinden keşfetmiş bir zihnin yazdığını unutmayın. Gerçekler hiç de anlattığım gibi olmayabilir...
hk, 29.Kasım.09
"Çiftlikkent" ruhu üzerine..
Bu yazıyı bir girizgâh kabul edebilirsiniz.
Sumika'nın çiftliğinde ilk gün
Akçaağaçlar ve içinde şurup biriken kovalarım..
Edindiğim izlenim, Suret defteri'nde arkadaşım olup da, her gün gördüğüm, ya da sık sık haberleştiğim kişilerden bir kısmının bu sanal gerçekliğe hiç de azımsanmayacak bir zaman ayırdıkları, çiftliklerinin üzerine titredikleri, topraklarını genişletmek; çiftlik işleyişi ile ilgili yenilikleri izlemek, hatta zaman zaman çiftlik içindeki yerleşim düzenini yenilemek için gayret gösterdikleri yolunda. Kendimi de zaman zaman bu sınıf içine yerleştirsem de, bendeki ruh halini "oyun oynama" eyleminin ötesine geçen bir "kurguculuk - yaratıcılık" girişimi olarak nitelendiriyorum.
15.11.09
İyi ki doğmuşken...
4.11.09
Schloss Leopoldskron Mektupları 3.
Schloss Leopoldskron Mektupları 2.
Schloss Leopoldskron Mektupları 1.
Üç gündür salonları, kütüphanesi, merdivenleri, bahçesi ve hatta ormanında gezinip durduğum bir evdeyim. Tarihçesi, yaşadıkları, yaşattıkları, ilk sahipleri, mimarı, ağaçları, gölündeki kazları, heykelleri ile uzak ve yabancı bir dünyayı temsil eden bu evde yaşarken kendimi hiç de konuk gibi hissetmediğimi farkettim.
Konuk gibi hissetmemenin ötesinde, Ankara'daki küçük, kısıtlı ve sevimsiz sosyal çevrenin dışına çıkmaktan, "demokratik açılım"la ilgili söylemleri dinlememekten, 3.sayfa cinayet haberleri ile şişirilmiş tv haberlerini izlememekten, toplumun H1 N1 aşısı ile ilgili endişelerini düşünmemekten, üniversitedeki elektrik tesisatı arızalarına katlanmak zorunda kalmamaktan ve daha saymakla bitiremeyeceğim yüzlerce deli saçmasından haberdar olmaksızın yaşamaktan son derece mutluyum.
Bu manzaranın içindeyken duyduğum mutsuzluk ve sıkıntının derecesi, o manzaranın dışına çıkınca hafiflese de, geri dönmek zorunluluğu beni ürpertiyor ve hem aklımı / hem de ruhumu usandırıyor.
27.8.09
"Yalnızlık Kederi" ile yolculuk
Yolculuğu yalnız yapmak daha dikkatli kılıyor beni, kendimi korumak/ kollamak konusunda daha özenli davranmamı sağlıyor hatta. Daha hafif valizler hazırlıyorum, fazla yüklerimi kargoyla gideceğim adrese gönderip / hamallıktan kaçınıyorum; havaalanına erken gidip bir fincan kahve içerek evden çıkana dek süren koşuşturmanın yorgunluğundan kurtuluyorum, uzun zamandır okumayı istediğim bir kitabın kapağını açmayı çıktığım yolculuğa bırakıyorum; böylece olabildiğince “özelleştiriyorum” yolculuğun “seferîlik halini”..
Zira bir havaalanı ile diğeri arasındaki tüm alan ve eylemler, - bekleme, yeme-içme, yolculuk, alışveriş - , yolculuğun başlangıç noktasını oluşturan ev ile, hedefteki ev ya da otel arasında yaşanılan özgürlüğü temsil ediyor. Bu alanlarda “yersiz, adressiz, eşyasız ve kimsesizim”, yaşam rutini dışına çıkmak / kendimle başbaşa kalmak için harika bir fırsat...
Bu yolculuğa çıkarken varış noktasında halletmem gereken işler konusunda endişelerim vardı; doğrusunu söylemek gerekirse “istemeye istemeye” gidiyordum. Kısa bir uçuş, sadece 35 dakikalık, öyle ki yola çıkılan ve varılan kentte şehir ile havaalanı arasında yapılan yolculuklar daha uzun sürüyor. Valizim sadece 12.3 kg. ağırlığındaydı, ondan kurtulunca bilgisayar ve kitaplarımı taşıyan çantamla kitap mağazasına yöneldim ve uzun zamandır okumak istediğim Fazıl Say’ın “Yalnızlık Kederi” isimli kitabını satın aldım; 188 sayfa. Kapağında piyano taburesine dizlerinin üstünde “tünemiş”, dirsekleri bacaklarına yaslı, başı piyanoya doğru eğilmiş ve bu yüzden de “kamburu çıkmış” ve ellerini (sol elden yola çıkarak farzettiğim bir simetri bu) kulakları hizasında, tarifi pek zor bir yumuşaklıkta tutan bir Fazıl var. Bu fotoğrafı saatlerce seyredebilir, ayrıntılardan yeni ve küçük öyküler çıkarabilirim. Eskiden yaptığım gibi, “bana görüneni kısa paragraflar halinde ve hayal ettiğimce yazma oyunu”nu oynamak için mükemmel bir resim.. Kitapta yazılı olanları bilmeden sadece bu fotoğrafa bakarak, Fazıl’ın söylemiş olabileceklerini düşünürken Japon turistlere pasaportlarını dağıtıyor rehber, yolcuların isimlerinin sonuna hep aynı heceyi ekliyor, ismi okunanlar mekanik, yapmacık bir saygı ve telaşla ayağa kalkıp koyu bordo kapaklı pasaportlarını alıyorlar. Gürültücüler, birbirlerinden uzaklaşmıyorlar, ama birbirleri ile de ilgilenmiyorlar. İçlerinden kaçı Say’dan haberdardır, O’nun herhangi bir yorumunu ya da bestesini dinlemiştir diye geçiyor aklımdan. Rehber uzun bir konuşma yapıyor ve kalkıp gidiyorlar; yollarını kaybetmekten korkan bir balık sürüsü gibi hızlı, küçük adımlarla; isimlerini duyduğum ama bir daha hiç karşılaşmayacağım bu insanları, az sonra okumaya başlayacağım kitabın cümlelerine dalar dalmaz unutacağım.
Kapı çağrısı yapılıyor, oysa daha 25 dakika var uçağa binmek için. 106 numaralı kapıya yönlendiriliyorum, benimle birlikte / benden önce gelen yolcularla birlikte bir görevi yerine getirircesine beklemeye başlıyoruz. Kitabımın ( Fazıl’ın kitabının *) çantamda olması içimi rahatlatıyor birden; sanki tüm olumsuz olasılıkları ortadan kaldıracak ve beni kötülüklerden koruyacak bir muska gibi. O kitap yanımda ve sözcükleri gözlerimin önünde olduğu sürece herşey yolunda gidecek. Neden böyle hissettiğimi bilmiyorum, kitabın tek bir sayfasını bile açmış değilim henüz.
( Kitabım diyorum, ama o 188 sayfa aslında Say’ın değil midir ? Onun kitabı değil mi “Yalnızlık Kederi” ? O yaşamadı mı yazdıklarını ? Benim ve tüm okuyucularının yaptığı yaşanmış, duyumsanmış, düşünülmüş, belleğe kaydedilmiş olana tanıklık etmek değil midir aslında ? Yazılanlar üzerinde düşünmek ve onları içselleştirmek gayreti ile eşdeğer bir bağ değil midir burada söz edilen ? Yazılanlar okuyucu tarafından içselleştirildikçe Fazıl’ın kitabı, okuyucunun da kitabı olmaz mı bir anlamda ? Tıpkı mektuplar için söylediklerim gibi: “Yazma sürecinde yazarınındır mektup, ama zarflanıp postaya verildiği an artık sadece okuyucusunun.” Bu yüzden Fazıl’ın kitabı aslında “baskı sayısı x her baskıda ciltlenen kitap sayısı” niceliğinde okuyucuya ulaşmış ve bu basit matematik işleminin sonucunda ortaya çıkan rakam kerre içselleştirilmiş olmalıdır ( kitabı ödünç alarak okuyanları bu hesabın dışında tutuyorum).
Uçak Van’dan gelmiş, Ankara’dan yolcularını alıp İstanbul’a gidecek. Sadece beşte biri boş koltukların, onları da Ankara’dan binenler dolduruyor. Uçuş görevlisi koridorda bıkkın bir eda ile acil durum çıkışlarını gösteriyor; tekrarı İngilizce olan bu uyarılar silsilesi anlaşılması mümkün olmayan bir telaffuzla yapılıyor. Uçak çoktan kalkış pistine yöneldi bile; ön sırada oturan genç çiftin gürbüz ve sarışın bebeği, kucaktan kucağa dolaştırılıyor. Aklım Ankara’dan uzaklaşmaya hazır; dört haftadır ameliyatlı ön bacaklarını bir sincap gibi havaya kaldırarak, arka bacakları üzerinde duran ve boynuna geçirilen koruyucu yakalıkla ters çevrilmiş bir abajuru andıran Akide’yi de arkamda bırakarak, nasıl çözeceğimi bilemediğim sorunlar yumağına doğru havalanıyorum.
Artık Fazıl’ın cümlelerini okumaya başlayabilirim:
“ Ruhun dip noktasındaki yaşamın kıyısı
Arınmak...
Evrenin diğer ucuna bir çırpıda uçabilmek
Yaşamın uzun çizgisinde
Hür olmak...”
hk, 21.8.2009
14.8.09
bir proje mevsimi daha kapanırken...
7.8.09
bulutlu
19.Mayıs'dan bu yana yazmıyorum, oysa "yasemin mevsimi"dir şimdi İzmir'de.
Olan "şeyler"i aklımda evirip çevirince düşündüm de, -iyi ve güzel- olarak anımsanabileceklerin azlığıydı belki de yazmamı engelleyen. Olan oluyor, herşey de olacağına varıyor. Ben her defasında endişelendiğim, üzüldüğüm, hayal kırıklığına uğradığım, kara kara düşündüğümle kalıyorum.
Başkalarının yol açtığı üzüntüler, sıkıntılar bir yana beni korkutan iki deneyim yaşadım; ilki bir gece vakti kendi başıma geçirdiğim -kalp spazmı-, ikincisi ise, Akide'ciğin 5 kat yükseklikten bahçeye düşüp, ön bacaklarını kırması idi. O küçük bedeni kucağıma alıp, ağlayarak merdivenleri tırmanırken aklımdan geçenler; O'nu uzmanlara emanet edip eve dönerken duyduğum tarif edilmez üzüntü, başbaşa geçirdiğimiz yedi ay boyunca birbirimize olan düşkünlüğümüzün ardından Akide'yi yitirme korkusu...
Bu zor dönemin arkeolojik kazı projesi ile örtüşmesi, arazide çalışma zorunluluğu, peşpeşe gelen yolculuklar, düşüncelerimin ev - Akide - üniversite - kazı alanı arasında bölünmesi de "yazı yazma" eyleminden uzaklaştırdı beni.
Bulutlu bir dönemdi ve zaten sevmediğim yaz mevsimini daha da mutsuzlaştırdı.
Sonbahara yaklaştıkça rahatlayacağıma inandırdım kendimi; şimdi dört gözle kış'ı, evle üniversite arasındaki rutini, akşam anahtar kilitte dönerken çıngırağını çıngırtadarak kapıya koşan Akide'min güzel yüzünü bekliyorum..
79 gün boyunca susunca, "bulutlu da olsa bir yazı yazmalıyım", dedim kendi kendime. Hepsi bu.
hk, 7.8.2009
19.5.09
19.5.1954
9.5.09
annem, anne annem ve bitenlere bir ek
Geçen zamanın niceliği değil bana bu yazıyı yazdıran, ya da yazmayı özleyişim filan. Hiçbiri değil. Sadece kendi belleğime düştüğüm bir kaç kısa ve önemli notu kayıt altına almak.
Filbahri çiçeği
10.Mayıs'da bu defa papatyalarımla gittim onlara: Annem, anne annem, anne annemin yanıbaşında Tuvan'cık. Hepimiz için " anneler günü" idi ne de olsa. Anne annemle Tuvan'cık anneme komşular, aralarında merdivenli bir yol sadece. Onların bahçesini ot bürümüştü, temizledim, çapaladım, suladım. Sonra üçü de papatyalarını kucakladılar. Öylece oturdum, öylece sustular...
Eskiden yaşadıkları ve şimdi benim olan o güzel eve dönerken, dedim ki kendi kendime: "Annemin gidişiyle benim için -anneler günü- de yok artık".
hk, 16.5.2009
1.5.09
"mavi panjurlu ev"
Fotoğraftaki evin gerçek değil de, bir hayalin kurgulanmış görüntüsü olduğunu düşünmek için neden bu kadar çok sebebim var:
1. Gerçekleşemeyeceğine kanaat getirdiğim hayaller kurduğum için mi?
2. Kurduğum hayallerin gerçekleşmesi benim gayret ve olanaklarımı aşan koşulları gerektirdiği için mi?
3. Hayallerin sınır bilmezliği gerçeklerin sınır koyuculuğu ile çatıştığından mı?
4. Gerçekler ile hayaller arasında aşılması olanaksız ve pek derin / pek büyük / pek uzak boşluklar olduğundan mı?
5. Gerçekler hayalleri ürkütüp kovaladığından mı?
6. Hayaller gerçekleşecek olsa, gerçek hallerinin hayal edildiklerinden farklı olacağından ve hayalkırıklarının düşüncelerime / kalbime sırçalar gibi saplanacağından korktuğum için mi?
7. Kurduğum hayalleri gerçekleştirecek hevesim, gücüm, heyecanım her geçen gün azaldığından mı?
Soru işaretleri çoğaltılabilir kuşkusuz, sorular soruların mıknatısıdır zaten, zihin bir başlamaya görsün, peşpeşe, geveze bir kuş gibi söylenir durur kendi kendine. Üstelik soruları sormakla yetinmez, yanıtları da duymak ister. Ki yanıtların her biri, soruyu sorana, onun kendine yönelik sorgusuna dair birer bilgi paketidir. Bilgi paketleri açılır, "biliniverenler" bazen aklı, bazen ruhu, bazen de kalbi kamaştırır:
Bilgi acıdır, bilmek acıtır.
Hayaller ve gerçekler arasında bir ip cambazının temkinli ve dengeli adımları ile yürümek hiç kolay değildir.
Hayal gerçeğe katlanmayı, gerçek ise hayal ederken kaybolmamayı sağlar.
Mavi panjurlu ev'i görünce bunlar düştü aklıma, söylemeden edemedim.
hk, 1.Mayıs.2009
19.4.09
telve
Anneciğim akşamüzeri oldu mu, anneannemin pirinç mangalında kömür ateşi yakardı ben çocukken. Kışın ve soğuk havada bile üşenmez, balkonda kömürlerin kor olana dek yanmasını bekler, sonra da üstlerini hafifçe külleyip mangalı içeri alırdı. Bir tepsinin içinde iki kişilik bakır bir cezve, biri orta boy, diğeri minyatür ( olsa olsa iki yudumluk) kahve fincanları, kahve ve şeker kavanozlarını getirir; mangalda Türk kahvesi pişirirdi. Benim fincanım minyatür ve mavi minelerle süslü olandı; iki grisiniyi kahveye batırarak yememe izin vardı, telveye de dokundurmazdı. O ağır ağır yudumladığı kahvesiyle tek bir -Gelincik-, sonraları -Bahar- sigarası tüttürürdü.
11.4.09
kimyasal analiz
8.4.09
Piknik
Bir de unutmadan: Gelincikler koparıldılar mı hemen solar / yapraklarını dökerler, bu yüzden en iyisi onları kırda bırakmak / izlemektir. Papatyaların taç yapraklarını sevgisinden emin olamadığınız kadın / adamlar için yolmak ise, düşünebilme yeteneğinden yoksun bırakılmış bitkilerin dahi kabullenemeyeceği bir akılsızlıktır.
Cengiz usta'nın ezberimdeki şiiri ile bitiriyorum "piknik" hayalimi :
gibi *
bir damla ile seviştiniz mi
bir papatya ile ya da
sarı tozlar dudaklarınızda
hk, 8.4.2009
* Cengiz Bektaş, Zeytinli Fırın Sokağı, Cem Yayınevi 1981
7.4.09
yavaş yavaş...
6.4.09
Aile yadigârı yüzükler
II.
III.
Aile yadigârı yüzükler ilk sahibelerinin beğenilerine sunulmuş (sevgililer, nişanlılar, eşler tarafından) hediyeler olabileceği gibi; onların kişisel kararı ile alınmış olmaları da mümkündür.Yapıldıkları dönemin modası kadar, kendilerini yaratanın becerisini, sanat gücünü, ustalığını da yansıtırlar; bu yüzden hem her aile için "biricik", hem de farklı ailelerin alçakgönüllü hazinelerinde "birbirinin eşi, ya da çok benzeri" olduklarını bilmezlikten gelerek bekleyen "kızkardeşler" gibidirler.
IV.
Yine de "aile yadigârı bir yüzüğün" belleğinde, yeni sahibeleri tarafından kullanılmanın bu değişikliklerden daha içsel bir anlamı vardır: Kim ne derse desin, onlar en çok kuyumcudan çıkıp da,muhafazaları ilk kez açıldığında karşılaştıkları kadının çehresini severler.
Her yeni sahibe niceliği değişse de içeriği hep aynı kalan bir hayal kırıklığıdır bu yüzden.
V.
VI.
VII.
hk, 29.3.2003, parmağımda kendimden yadigar siyah taşlı bir yüzükle.
5.4.09
akıl akıldan üstündür, ya kalp kalpten?
yaz köşesi'nden ilk yazı
"Aklımdan her zaman geçerdi. Kalemi kağıdı kaptığım gibi iskelenin kapısındaki gazinoda denize karşı oturup bir aşk hikayesi yazayım dedim. Ne zamandır yazamadım.
Denize, çamlara, yelkenlilere karşı bir sevgi hikayesi, yalandan bir kadın yaratayım, varsın olmasın dünya yüzünde ne çıkar. Hayalden daha güzeli mi olur. İşte altı buçuk vapuru geldi. Zor ama karşılıklı bir aşk olsun. Sevilecek yerim yok ki sevsin beni. Onun da pek sevilecek yeri olmasın isterse... Ama seveyim.
Vapurdan çıkınca yüreğim çarpsın. Bu vapurdan çıkmayınca öteki vapuru bekleyeyim.
..."
Sait Faik Müzesi Arşivi No.61 , Büyüyen Eller - Sait Faik Abasıyanık , YKY 2007
Yaz köşesinden ilk yazımı, penceremde olsun istediğim görüntüyle uyumlu bir öykü taslağı ile bitirmek istedim. Sahi ne işim var Ankara'da benim ?
hk, 5.4.2009
4.4.09
bu köşe kış köşesi, şu köşe yaz köşesi
Kitaplarımın sayısı arttıkça, onları nasıl saklamam / korumam / dizmem / gruplandırmam gerektiğini düşünüyorum; benimkiler ne ki, ya babacığımın kitapları... Bazen öyle geliyor ki bana, aile yadigarı olan arşivi değerlendirmeye / yazmaya / belgelemeye / kataloglamaya şimdi başlasam, ömrüm ancak yeter sonuçlarını görmeye.
Birazdan bu pencereyi kapatıp, yaşam odamı alt üst edecek değişiklikler yapmaya gideceğim. Bu sırada -gözden çıkaracaklarıma- , kapının önüne koymak istediklerime de karar vereceğim. Kullanmadığım, artık kullanmak istemediğim, ya da benim için hayatı "kalabalık" eden nesneleri bir kumbarada biriktireceğim. Bu nesneleri kumbaraya atarken, her birinin "bendeki öyküsünü" yazmayı da ihmal etmeyeceğim. Kumbara "birfincanyaseminçayı"na eklenecek. Kumbarada birikenlerden sevip, beğendiği olanlar bana haber uçurur ve beğendikleri nesneye kendilerince bir değer biçmeye üşenmezlerse, nesne onların olacak. Böylece ben tenhalaşırken, okurlar kalabalıklaşacak...
Akşama / sabaha, içinde köşe kapmaca oynadığım yaşam odamın -yaz köşesinden- yazmak hevesi ile gidiyorum; "tebdil-i mekânda ferahlık vardır" sözünü hayata geçiremeyen herkese önerilir, yaşadığınız odadaki eşyaların yerlerini değiştirin / bahar geldi - yaz kapıda / denize karşı olmasa da pencerelerinize yanaşın. Hiç olmadı pencere önüne sıralanmış sardunya saksılarına daha yakın olur, çiçekleri ile gözgöze gelirsiniz..
hk, 4.3.2009
3.4.09
müze dediğin...
Toplantı bittiğinde öğrencilerim -Hocam, neden hiçbir şey söylemediniz?", diye sordular. "Konuşmacılara söyleyebileceklerimin altı saat boyunca dile getirilen pek çok saptamayı çürütecek içerikte olacağını, zira söze - sizin müzeleriniz değil, koleksiyonlarınız var- diye başlamam gerekeceğini", anlattım onlara. İlk kez -dolaylı bir yoldan değil de-, kendi kulakları ile duyup, gözleri ile görerek farkettiler bu ülkede devlet (ve üniversite) müzeciliğinin ne menem bir şey olduğunu. Sanırım bir adım, hatta bir kaç adım birden yaklaştık birbirimize.
mekanik at
Toplantı salonundan çıkarken şaşkındım aslında, "bilimin, araştırmanın, eğitimin" çekirdeği üniversitelerin -müzeciliğe yaklaşımlarının müzecilik biliminden alabildiğine uzak olması- ne garipti.
Bir gün böyle geçti, ben günü geçemedim dahahk, 3.4.2009
Son not: Yazıyı aralayan resimler Londra'daki Victoria&Albert Müzesi Koleksiyonu eserlerine aittir.
2.4.09
3 x 10 standardı
dolu dolu geçen yaşamlarını, mutluluklarını, uğraşlarını, sevgililik hallerini, becerilerini, yaptıkları sporları, daima fit ve enerjik oluşlarını, içtikleri şarapları, dinledikleri müzikleri, izledikleri filmleri ( karşılaştırmalı olarak), okudukları kitapları, gittikleri ülkeleri, katıldıkları dans yarışmalarını, kırdıkları rekorları anlatıp duruyorlar.
öyle ki, okuduklarım aklıma (duyduğumda kulaklarıma ve sahibine inanamadığım) bir cümleyi getiriyor sürekli: "keşke on kilo daha zayıf, on santim daha uzun, on yaş daha genç olsaydın".
Piyale Madra'nın bu karikatürü "3x10" olarak özetlediğim eril beklentinin hangi hallerde önemini yitirdiğini açıklamıyor mu aslında?
başkalarının yazılarını okurken ( kabul etmeliyim ki, Türkçesi güzel / düşünce ve saptamaları güçlü / anlatımı renkli / okuyucuyu sürükleyen / etkileyen işler hepsi de ), yazı sahiplerinin her tür "yüksek" beklentiyi karşılayabilecek donanıma sahip olduğu hemen anlaşılıyordu...
ister istemez "demek ki", dedim kendi kendime, "bulunmaz hint kumaşı değilmişsin"
Jane Lund, portrait of a woman
bu kırılganlığa yol açan bedenin ve aklın yaşı büyürken, ruhun genç kalmasıdır belki de , kimbilir.
ama düşünüyorum da, şimdikinden on yaş daha genç ve yirmi kilo daha zayıfken bile boyum aynıydı: demek ki beklentiye zemin oluşturan ölçütleri asla yerine getiremeyen biri olmuşum hep. on sene önce yazmak istiyor, yazamıyordum üstelik. tenis oynamaya, kayak yapmaya, dans yarışmalarına katılacak kadar tango bilmeye, 38-40 beden giysiler giymeye, yüksek topuklu ve dekolte ayakkabıların içinde şahane adımlar atmaya, üç lisanı mükemmel konuşmaya, bir yandan zengin ve mükellef sofralar kurarken, diğer taraftan kariyer yapmaya ve Mozart'ın piyano sonatlarını çalmaya yetecek enerjim, zamanım, yeteneğim, olanağım ve hevesim de olmadı hiç.
Bu yüzden karar verdim, H'de sahip olduklarım ve H'nin yazdıklarıyla yetineceğim yine:
Ne kadar sıkıcı, sıkıntılı, durağan ve yalnız biri olduğumu aklımdan çıkarmadan tabii.
hk, 2.4.2009
31.3.09
yanılsamalar
bardağı andırır cam bir vazonun içinde, bir kaç parmak suyla canlı duran boynu bükük bir kaplanpost. üstüste binmesi istenen görüntüler öyle ustalıkla hesaplanmış ki, uzak arkadaki kadının dönerken havada dalgalandırdığı eteği gibi duruyor çiçeğin yaprakları.
işte bir fotoğraf daha, bu da aynı sanatçının olmalı.
her iki kadında da bedenler ile çiçeklerin örtüşmesi gerçek ve gerçeküstü bir görüntü yaratıyor. kimse onların taç yapraklarından yapılmış birer etek giydiğini inkar edemez ve yine de bir sonraki karede kadınlar o çiçekleri vazodan çıkarıp dudaklarına götürseler, fotoğrafı izleyenler az önceki algılamaya yol açanın fotoğrafçının bir oyunu olduğunu söylerler.
yaşamda böyle ne çok yanılsamaya kapıldığımı farkettim yakın zamanda. hatta bu yanılsamaları başkalarının değil, kendi maharetimle kendimin yarattığını da anladım. yıllara yayılmış, ustalıkla ve incelikle hazırlanmış yanılsamalar bunlar. -kandırmaca- ya da -hile- de denebilir tabi.
"yakın alanda şimdiki zaman görüntüleri ile, uzak alanda miş'li gelecek zaman hayalleri."
bir masal gibi anlatmışım kendime, anlattığım masallara da bir güzel inanmışım. kendi masallarımla uyumuşum yani, e hal böyle olunca yarattığım masal kahramanları da ben onlara can-ı gönülden inandığım sürece, düşündüğüm / güvendiğim / sevdiğim / özlediğim gibi olmuşlar. aslında öyle olmasalar da, uzak arka alanda birer -flu- siluet iken, benim gözüme öyle görünmüşler.
bir başka deyişle, onlar uzak arka planda -öylece dururken- ben hiç durmadan ruhlarını / düşüncelerini / niyetlerini / eylemlerini olduğundan farklı gösteren çiçekler yerleştirmişim cam vazoların içine. ne zaman ki çiçekler solmuş, taç yaprakları dökülmüş, masallar da tükenmiş.
masal kahramanları gerçek üstü'nden inip, uykudan uyanmış H'nin önüne gelivermişler...
gökten üç elma düşmemiş.
zaten düşse de elmaların çürük olma ihtimali çok yüksekmiş.
amasya elması seven masal prensi bu yüzden masaldan kaçmış.
***
yanılsamalarınızdan kurtulun bir an önce, canınızı yakmayın.
hk, 31.3.2009