7.4.09

yavaş yavaş...

...
dışarda yağmur yağıyor*
gitme vakti benim için
biraz yürüsem altında
belki yıkanır içim
...
Bu kedili fotoğrafı seviyorum / ama bilmiyorum sahibi kimdir, bütün gün yağmur yağacak, hırkamı giydim yine, tombul bardakta demli çay, yazılar / raporlar / kitaplar arasındayım.
Bu sabah pencere önündeki yaz masamda oturup mektup yazdım, dolmakalemle, fildişi rengi bir deftere, 40 yaprak / 80 sayfa o defter, her gün en az iki sayfa / 1 yaprak; ince uzun, dikdörtgen sayfalar. Klavyenin ve beğenmediğim / yanlış yazdığım her sözcüğü, ifadeyi hemen değiştirivermenin imkanı yok; çalışkan sağ elimin titrediği de oluyor üstelik.
Ama öyle olmalı, öyle yazılmalı mektup(lar), benden yazılana kalmalı.
Yağmur hiç durmadan, çay hiç durmadan.
Tembel sol elimin içinde, baş parmağımla bileğimin arasında bir heyecan kesiği / Akide ile oyun oynarken edindiğim. Sol elimi hissediyorum, acıyor çünkü.
Hissedemediklerim için telaşlanmalı mıyım / üzülmeli miyim?, diye soruyorum kendi kendime.
Cevabını veremeyeceğim sorular sormanın ne alemi var oysa.
Mektup yazmak istiyorum aslında, burada değil / soğuk ve yağmurlu -ilkbahar- penceremin önünde. Başımı kaldırsam denizi görecek gibi; ya da dede evinin bahçesindeki palmiye ağacının yaşlı yapraklarını.
Bir de dün gece üşenmedim saydım. Yazılarımın altına eklediğim "değerlendirme" kutucuklarını işaretleyen okur sayısı azami 4. Dedim ki "yorum yazmaya eli gitmeyenler, işaret koymaya da üşenmiş olamazlar ya".
Böylece kabullendim: benim 4 okurum var.
E ben de bir başıma yazdığıma göre yazılarımı, "burada 4 okura 1 yazar düşüyor" sonucuna varıp, huzura kavuştum.
yavaş*
yavaş
yuvarlanıp sallanarak
yarana otlar basarak
varacağın asude park
seni içine alacak
herşey mazide kalacak
yavaş
yavaş
yavaş
yavaş
zaten kardeş gibidir
barış ve savaş
herşey yoluna girer
yavaş
yavaş
yavaş
yavaş
hk, 7.4.2009
* yüksek sadakât, katil&maktül

3 yorum:

Sinan dedi ki...

Hırka ve yine bir çift pantufla, bilindiği gibi, eski kuşağın değişmez evsel elemanlarıydı. Eh, yaşı kemale ermeye başlayan bizim kuşak için de hırkanın ev içinde huzur veren varlığına değinmeden geçmeyeyim. Erken Lise yıllarımdan beri, hırka deyince benim aklıma öncelikle bir tek kişi gelir: Oblomov... Ruhumu allak bullak, kendimi şallak mallak edip, kalıpsızlıktan (bazıları buna "çap" da diyor) kendi özgün kalıplarını oluşturmaya giden o heyecan dolu yolculukta, kendisiyle tanışmama ölümünden yaklaşık 120 sene sonra bugün bile çok şey borçlu olduğum bir gönül adamıdır...

Hırka'nın bu çerçeve içine yerleştirdiği iki varlık daha var; ikisi de ev ve ev hayatına değgin: Bunlardan biri, köpeklerin sadakatini bencil bir oburlukla soğuran insan türümüzün adını nanköre çıkardığı kediler..Çağrılmadan gelen ve kovulmadan giden, o kişilik sahibi canlılar. Diğeri ise özellikle soğumuş (soğuk değil) ruh iklimlerini ısıtan, o diyardan bu diyara bin bir şekle giren sobalar...Yelpaze, Tambov'daki kuzinalardan, Petersburg'daki çinili örneklere kadar uzanır, malum.

Yine hayatımın ilkbaharında, yine hiçbir büyük oyuna henüz başlamamışken, bay Oblomov bana bir kişiyi daha tanıştırdı. Ne kadar mutlu edici ve mutlu olucu bir buluşmaydı...Korkutmayan saygı, zayıf olmayan yumuşak huyluluk, denizin tükenmeyen / bilme-nin ürkütmeyen / sevme-nin sahiplenmeyen / hüzünlenmenin kıskandırmayan cevherleri... hep bu iyi-olup-erken-ölen kişi tarafından masanın üstüne kondu. Adı Disconnectus Erectus idi.

Sevgili sol elim yıllardır titremiyor; adına huzur denen, duyguların barınakta olduğu durumun etkisiyle midir? Huzur, benim gibi dayaktan nasibini az olmış olanlar için varılacak son durak mıdır?

---------

"...Yazılarımın altına eklediğim "değerlendirme" kutucuklarını işaretleyen okur sayısı azami 4. Dedim ki "yorum yazmaya eli gitmeyenler, işaret koymaya da üşenmiş olamazlar ya".
Böylece kabullendim: benim 4 okurum var. "

- 5:

Yüksek bilinç, Katil ve maktul, Aşık ve maşuk.

Duyguyla kalın.

Sinan
Alsancak 19.25

hk dedi ki...

Oblomov, Disconnectus Erectus ve sevgili sol el: unutulmasa da, ötelenmiş bir "evrak-ı metruke"nin kilidini açan üç anahtar.

buradasın(ız)
tüm 5. tekil şahıslara selâm olsun.

hk.

Sinan dedi ki...

"..Atay'in kişilerinin bugün bize en yakin gelen özelliklerinden biri, hayat karşısında beceriksiz, "hayatin acemisi" olmalari. Tutunamayanlar'da Selim Işık, Tehlikeli Oyunlar'da Hikmet Benol, düşünmekten yaşamaya firsat bulamamış, "hayat bilgisi"'nden yoksun, bu yüzden de zihinlerindeki doğrularla birlikte evde kalmış, çocuk kalmış kişilerdir. Her sey çok önceden belirlenmiş gibidir: "Kitap kurdu, boş hayaller kumkuması, hayatin cılız gölgesi" Selim çocukken ne futbol takımına girebilmiş, ne sınıf mümessili olabilmiş, ne korkularını yenip çocukluk aşkının peşinden dut ağacına çıkabilmiş, ne de büyüdükten sonra, kötü yaşarım korkusuyla hayata dahil olabilmiştir. Hikmet'in içindeki çocuk da, "yaşamadığı için büyümemiş"tir. O da Selim gibi, düşünmenin kurbanı gibidir: Erkeklerin pijama ve terlikle dolaştığı, duvarlarina takvim asılan evleri gülünç bulduğu için kendine bir hayat kuramamış, sahte olurum ya da kötü yaşarım korkusuyla hiç yaşamamış, bir kere böyle düşündüğü için başka türlü düşünememiş, sırf öyle söylediği için bütün hayatını "kelimeler uğruna" harcamıştır. İçlerinden bir tek "eyyamgüder" Turgut Özben beceriklidir: Duraklara en kısa yollardan çıkabilir, dolmuşa herkesten önce binebilir; erken yaşta, öğretmenin gözüne girebilmenin bağırarak şiir okumaktan geçtiğini keşfeder; ama o da bu becerisini, "hayat pasosu"'nu Selim'i anlamaya çalıştıkça kaybedecek, bir "deliler treni"'nde bir istasyondan diğerine dolaşmayı seçecektir. O halde bir kader birliğinden söz edilebilir: Bilinç insanı hayatin dışına itecek; beceriksiz, tutuk, acemi ve işlevsiz kilacaktir...

Nurdan GÜRBİLEK-1990
(Defter Dergisi-Temmuz/Kasim)

----------

Evet, Gonçarov ve Oğuz Atay'ın (belki de şansa tam okunması gereken yeniyetmelik çağında gelivermeleri nedeniyle) derin etkileri oluyor. İçindeki çocuğu nelerin beklediğini, o çocuğun tehlikeli oyunlardan nasıl az yara alıp/vererek yaşam enerjisini çoğaltacağını, onların neden olmasıyla öğrenmeye başlamak olası.

Herkesin kendini oynarsa başarılı olacağı, "Hayat Bir Tiyatrodur" kavramı da yine o delikanlı/delibaşlı zamanlarda netleşiyor. Kendini kabul ettirmeye çalıştığın anda kaybedilen yaşamda, zaten çok büyük enerji ve özgüven gerektiren kendin gibi olmak nasıl sağlanabilir?

Güçlü olanlardan daha hızlı, ve hızlı olanlardan daha güçlü olarak...Güç ve Hız'dan ne anladığınız, bu tanımları edinmek için geçirilen yaşam deneyiminin boş ve dolu kısımlarında saklı...

Bu düsturun getirdiği rahatlama ve geniş hareket alanı, bir süre sonra başka bir alışkanlığın belirginleşmesi ile yeniden kalibre edilmesi gereken bir durum gösterebilir: Birinciliği zorla elde edemeyecek kadar gururlu, ama ikincilikle yetinemeyecek kadar kendimizi beğenmiş olmak. Bunun panzehiri ise, yaşamdaki bir türlü tasnifsel (kategorik) derecelen(dir)meyi bir kenara atmak; yoksa iş zor!

Maddi yaşam enerjisi (para) kazanmaya süreci, "en büyük hazinemizin aklımız olduğu"nu çok seyirlik bir şekilde ortaya koyuyor. "Başarılı oldu" desinler diye Güç'ün ve/veya Hız'ın kışkırtan çağrısının peşinden gidenlerin şu anda bulundukları istasyondaki halleri, "ibret olunmadan ibret alınacak" bir durum gösteriyor.. Patetik...

Gelin bütün bu yaşanmışları, bizi biz yapan unsurlar olarak tutarak, bundan sonrası için kendimize bir iyilik yapalım:



Sinan
Alsancak 01.09

baharın işaretleri

Kimsesiz fotograflar albümü