2.4.09

3 x 10 standardı

279. kayıt, 2.nisan.2009, 23.07



ne kadar sıkıcı, sıkıntılı, durağan, yalnız bir birey olduğumu düşünmekteyim.
resimdeki hayali kırların yeşilini, somon rengi bulutların arkasında ışıldayan
hayali güneşi ve onların üstünden kayıp gidecek balonları bu yüzden sevdim.


son günlerde -başkalarını okumaya-, onların yaşadıklarını, düşündüklerini, yazdıklarını, sevdiklerini, yaptıklarını izlemeye başladım. ya da "başlamıştım" diyelim, zira gördüklerim ve okuduklarım -kendime karşı hoşgörüsüzlüğümü arttırmaktan başka bir işe yaramadı-; ben de bu cesaret kırıcı serüvenden vazgeçip, kendi kuytu dünyama döndüm.

dolu dolu geçen yaşamlarını, mutluluklarını, uğraşlarını, sevgililik hallerini, becerilerini, yaptıkları sporları, daima fit ve enerjik oluşlarını, içtikleri şarapları, dinledikleri müzikleri, izledikleri filmleri ( karşılaştırmalı olarak), okudukları kitapları, gittikleri ülkeleri, katıldıkları dans yarışmalarını, kırdıkları rekorları anlatıp duruyorlar.

öyle ki, okuduklarım aklıma (duyduğumda kulaklarıma ve sahibine inanamadığım) bir cümleyi getiriyor sürekli: "keşke on kilo daha zayıf, on santim daha uzun, on yaş daha genç olsaydın".

Piyale Madra'nın bu karikatürü "3x10" olarak özetlediğim eril beklentinin hangi hallerde önemini yitirdiğini açıklamıyor mu aslında?

başkalarının yazılarını okurken ( kabul etmeliyim ki, Türkçesi güzel / düşünce ve saptamaları güçlü / anlatımı renkli / okuyucuyu sürükleyen / etkileyen işler hepsi de ), yazı sahiplerinin her tür "yüksek" beklentiyi karşılayabilecek donanıma sahip olduğu hemen anlaşılıyordu...

ister istemez "demek ki", dedim kendi kendime, "bulunmaz hint kumaşı değilmişsin"

Jane Lund, portrait of a woman

bu kırılganlığa yol açan bedenin ve aklın yaşı büyürken, ruhun genç kalmasıdır belki de , kimbilir.

ama düşünüyorum da, şimdikinden on yaş daha genç ve yirmi kilo daha zayıfken bile boyum aynıydı: demek ki beklentiye zemin oluşturan ölçütleri asla yerine getiremeyen biri olmuşum hep. on sene önce yazmak istiyor, yazamıyordum üstelik. tenis oynamaya, kayak yapmaya, dans yarışmalarına katılacak kadar tango bilmeye, 38-40 beden giysiler giymeye, yüksek topuklu ve dekolte ayakkabıların içinde şahane adımlar atmaya, üç lisanı mükemmel konuşmaya, bir yandan zengin ve mükellef sofralar kurarken, diğer taraftan kariyer yapmaya ve Mozart'ın piyano sonatlarını çalmaya yetecek enerjim, zamanım, yeteneğim, olanağım ve hevesim de olmadı hiç.

Bu yüzden karar verdim, H'de sahip olduklarım ve H'nin yazdıklarıyla yetineceğim yine:

Ne kadar sıkıcı, sıkıntılı, durağan ve yalnız biri olduğumu aklımdan çıkarmadan tabii.

hk, 2.4.2009


8 yorum:

Sinan dedi ki...

Güzel ve yalnız ülkemizin geçerli koşulları altında, Yaşamın kendisi bir Pazar Yeri'ne [her anlamda :-)] benzetildiği anda, bu yaşamın geneli de "Ne vermek istiyorum" ile "Ne almak istiyorum" arasındaki hayhuy ile akıp gidiyor.

Gelişmiş (birçok bakımdan) ülkelerdeki yaşamlara imrenmek bundan, bir kez daha Gezen ve Bilen mutlu olamıyor bu coğrafyada... Hoş oralar bu aralar düşme sinyalleri veriyor olsa da, bireyi haklarıyla yüceltip merkeze koyan yaşam/yönetim bilinç ve pratiği hala egemen, malum.

Özelde ise, kişinin her gittiği yere kendisini DE götürdüğünden yola çıkarak mekansal çözüm arayışlarının, kişi(lik) eksenli arayışlar karşısında başarılı olamadıkları görülüyor, bu bapta.

Kişi eksenli sosyal etkileşimlerde de herkesin kendi kilidini açan anahtarı bulup, genel anlamda Para olayını da (atfedilen önem bazında) aştığında, dünyadan alabileceğini almaya başlandığı söyleniyor.

İkili ilişkilerde ise bu kadar okunan roman ve hikayenin, bu kadar hatırlanan şiir ve ezginin, bu kadar içselleştirilen felsefe ve davranış biçiminin, önemli bir başarı ve mutluluk rehberi/nedeni/sonucu olmak gerekir.

Çözüm üretmeye çalışmak cüretinde elbette değilim, bu konuda bir bireyin başka bir bireye yol gösterme durumu bile hayli iddialı bir yaklaşım olur. Bu konudaki reçete kabilinden yayınlanan tonla kitabı da bırakalım naif amerikalılar para verip okusun.

"Ey insanlar, zırhım yok, kale duvarlarım arkasından seslenmiyorum; gelin beni arzu ettiğiniz gibi kullanın, istediğinizi alın, ben yine de kendimi üretirim, kendimle barışık haldeyim, düşmekten korkmam ayağa kalkamamaktan korkarım, beni tüketemezsiniz!" düsturuyla yola çıkanların yaşamda biraz daha mutlu olduklarını görüyorum.

Mutlu olmanızı dilerim, mutluluklardan mutlu oluyorum çünkü.

Sinan
Alsancak 17.48

hk dedi ki...

"...gelin beni arzu ettiğiniz gibi kullanın, istediğinizi alın, ben yine de kendimi üretirim, kendimle barışık haldeyim, düşmekten korkmam ayağa kalkamamaktan korkarım, beni tüketemezsiniz!", diyerek yaşadığım yılların ardından, beni kullananlardan ve kendimden öğrendiklerimdir:
1. kimsenin seni arzu ettiği gibi kullanmasına izin vermeyeceksin.
2. iyi niyetli ve ama temkinli olacaksın.
3. kendine güveneceksin.
4. kendini küçümsemeyeceksin.
5. kendinden hoşnut olmanın bir yolunu bulacaksın.
6. seni mutsuz, huzursuz eden, endişelendiren ve üzen insanlardan uzaklaşacak ya da onlarla arana mesafe koyacaksın.
7. kendini kimseyle karşılaştırmayacak, sadece kendinle rekabet edeceksin.

Bir de diyeceğim ki Sinan, babamı yitirdiğim güne dek (Eylül.2008)
-öncelikli olan başkalarının mutluluğuydu-, onları mutlu ederek mutlu oluyordum (bu alışkanlığı anneciğimi mutlu ederek ve onun o tanımsız mutluluğuna tanıklık ederek kazanmıştım). Ama sonra öğrendim ki meğer -böyle başkaları için tükenerek ve sürekli üreterek (yeniden tüketilmek için) yaşamak hiç de akıllıca değilmiş. Vazgeçtim.
Mutlu olmanın başka yolları da olmalı elbet.

Sinan dedi ki...

Selamlar yeniden,

Değerli anne ve babanın vefatları için geç kalmış başsağlığı dileklerimi sunmak isterim.

Her zamanki gibi, kişisel deneyimlerime dayanarak, küçük bir katkıda bulunayım;

Nasıl ancak hiçbir şeye yaramayan şey güzelse, ne yazık ki akıllıca olan şeyler de mutluluk anahtarı olamıyorlar. Burada kasdettiğim elbette deliliğe övgü değil (yapanlar var hatta sevdiğim bir kitabı da var), aklın yerine duyguları öne alarak, yaşamın akıl bazında bir bilançosuna bakmamak.

Mutlu olmanın ve mutlu etmenin herhalde evrendeki insan sayısı kadar farklı tanımı vardır. Bunun tanımı konusunda bir ortakgörüş sağlanacağını hiç sanmam.

1. Insanların seni, *senin uygun gördüğün kadar* kullanmasına izin vereceksin. İş hayatında da, özel hayatta da (maalesef). Sert tabir affola, çoğunlukla almadan vermiyorlar. Marifet, iltifata tabi değil bu ülkede. Vermeyi sorgulamadığın zaman bu diken artık acıtmıyor. Zaten veren, verdiğini düşünmeden verdiği için mutlu olur ve bu sayede mutlu eder. Içinden bir ses "Basta!" diyorsa, kendi bütünlüğünü korumak gerek.Tersi, yukarıda bahsettiğim alışverişin dipsiz kuyusu.

2.Iyi niyetsiz olmayı zaten kimse önermiyor, temkinli olmanın gri alacakaranlığına girmek isteğe bağlı.

3. Kendine güven karşıdakini ezdiği anda rahatsızlık verir. İş hayatındaki otorite gibi, adından ve kendinden bahsedilmeden varolması gereken unsurlardan biri.

4. Kendini biraz küçümsemek (öğrenilmiş değil, içselleşmiş alçakgönüllülük) karşıdakini iyi hissettirir, cesaretlendirir; başka türlü kaçabilecek fırsatların doğmasına yardımcı olur.

5. Elbette ki kendimizden hoşnutuz... Tersi için bir neden mi var?

6. Masabaşı işlerinden bu nedenle hayatım boyunca hep kaçtım; "keçinin sevmediği ot burnunun dibinde biter" örneği, şansa kalmış iyi iş arkadaşları... ya da mutlaka birileri kötü polisi oynamayı seviyor. Özel hayat... zaten kendi egemenlik alanımız. Gözden ırak, gönülden de ırak oluyor (çoğunlukla)?.

7. Günlük ortak çıkar olmayınca, maddi rekabet zaten yok oluyor. "O ne giymiş bu ne takmış"'la zaten ilgilendiğimizi varsaymıyorum.. Kendinle rekabetin bile bu "age of reason" da geçerli olmadığını düşünmekteyim. Hedonist keyiflere dalmadan, başkasının rahatını kaçırmadan ve başkasına yük olmadan geçinip gidiyoruz işte.

Başka ne istiyorum acaba?

Iyi akşamlar

Sinan
Alsancak 21.09

hk dedi ki...

Başsağlığı dileğiniz için teşekkür ederim, onların eksikliğini doldurmaya çalışmaktan vazgeçip, o yokluğu kabullenmeyi becerinceye kadar çok zordu hayat. Gerçi hala da pek kolay olduğu söylenemez ama.

Tek bir cümle kuracağım: Duyguları aklın önüne aldığım tüm durumlarda zararlı çıkan ben oldum, akıllandım. Artık sadece "Akide" ile ilgili konularda duygusal davranıyorum :o))
Ben kendi mutluluk denemelerimi sürdürürken, farkettim ki "yazmak beni mutlu ediyor, okunmak / yazdıklarım üzerine söz söylenmesi daha da mutlu ediyor"..

3x10 standartlarına değinen olacak mı, şimdi bunu merak ediyorum..

Sinan dedi ki...

Hemen değinmeye başlıyorum.

:)

c u soon

Sinan

Sinan dedi ki...

Öncelikle belirteyim, ben Audi A4'un 4x4 Tiptronic standardlarını tercih ediyorum.

Şaka bir yana değil, çünkü asıl şaka gibi alıntıyı yukarıda belirtmişsiniz. Bu cümlenin bende yarattığı kaosu düzenleyebilmek için mesajı yeniden okumam gerekti.

En son söyleyeceğimi en başta söyleyeyim; işte size duyguların akıl ile ölçülmeye/bağdaştırılmaya zorlanmasının olanaksızlığı ya da absürdlüğüne ilişkin bir uç örnek.

Şimdi izninizle şöyle bir senaryo yazayım: Böyle bir sözü söyleme olasılığım bulunacak (haşa) kadar yakın olduğum bir hanım için, yine nacizane kişisel yaklaşımım çerçevesinde, duygularımı her halde şu şekilde ifade ederdim:

Öncelikle Zaman "geçmiyor", geçen Biz'iz. Başı ve sonu olmayan bir olguyu geçiyor diye algılamak, insan aklımızın en büyük yanılsamalarından biri. O şekilde, geçen biz isek, ve bizde birlikte olmak için bir ortak istek varsa, ha on yıl önce, ha sonra... On yıl öncenin de on yıl sonrası olmayacak mı?

İkinci olarak, on santimetre konusunda bu sözü söyleyen kişiye şunu sormalı: "Sen on santimetre daha uzun boylu olmak için ne yaptın?"... Insanları kategorize etmenin, kendince idea'lar üretip bunların tutsağı bir yaşam sürerek mutluluğu "stratejik bazda" ıskalamanın garantili yolları...

Konu ister istemez yine hafiften kişiselleşecek, umarım samimiyetim mazur görülür; bu konu ile ilgili neşriyatın 'story teller' i olmaktansa daha özgün bir ekleme yapmak istiyorum:

Bir insana verilen değer, o insanın görünür görünmez bütün varlığının karşıdaki kişi üzerinde yarattığı izlenimle algılanır. Bu değer hiç bir zaman matematiksel olarak ölçülebilen, nesnel bir lab değeri olamaz. Bu değer, değer verilen kişinin aksi yönde bir çabası olmadıkça varlığını sürdürür. [bkz. Kalpte yer işgal etme olayı :)) ]. Böyle bazı değerlerin bu şekilde zamanın sınavından yıpranmadan geçtikleri söylenmektedir.

Zaman içinde geçerken, genellikle erken gelenin erken gitmesi gibi, o sevgili bedenimiz de bazı "wear and tear" etkilerine uğruyor. Ne gam? Birlikte olunurken alınan haz, o kişiye verilen değerle doğrudan bağlantılı değil mi? Sevişmenin algısı parmak uçlarında değil mi? Ruh ve beden paylaşımından bahsederken ne zamandan beridir ondalık sistemden söz edilir oldu?

Sahip olduğumuz onca değerin, onları algılayıp değer verecek insanlar olmadığı sürece ne yazık ki hiç bir değeri yok. Bu tıpkı zekayı takdir etmek için zeki olunması gerektiğine benziyor. Bu anlamda toplumun zeka takdirinin çok yüksek olmadığını (hiç bir saldırganlık göstermeden) düşünüyorum. Tersi örnekler beni çok daha mutlu ederdi. Herkes çocuğum zeki olsun diye yapmadığını bırakmaz, sonra karşılarına zeki bir insan çıktı mı ondan nefret eder. Zeki olanların da zeki olduklarından dolayı kendilerini bir şey sanmamaları da, tevazu gereği. Zeki olduklarının bilincinde olan insanlar, yalnızlıklarından kurtulmak ve diğer insanları etkilemek adına, ikili ya da toplumsal ilişkilerde bu yönlerini daha da açığa çıkarmak istiyorlar, ama bu yaklaşım tam da ters bir tepki yaratıyor; diğerleri saygı duyarak ya da içten içe ezilerek/kızarak onlardan uzaklaşıyorlar.

Benim için hiç bir şey aydınca parlayan bir çift güzel göz ve yaşam köprüsünü uzatan o biçimli dudaklardan daha etkileyici olamaz...Hele bir de karşınızdaki değerli insanın akıl ve yürek dolabına girdiniz mi...

Burada artık kesmeli..

Sinan

Alsancak 22.50

hk dedi ki...

3x10 standardı ile ilgili değinmeleriniz beni müthiş gülümsetti ( bu iyi bir şey).

Bir de söylemeden edemeyeceğim, "okurlarımın Türkçe'yi böylesine yetgin kullanması ve -gönderme yaptıkları yazıyı gölgede bırakacak bir mükemmeliyet ile- yorumlaması" beni mutluluktan ürpertti.

Hani akıllanmış olmasam (!) - akıl ve yürek dolabımın kapılarını- ardına kadar açabilirdim :)

Daha sık ve uzun uzun yazmanız dileği ile.

Sinan dedi ki...

"3x10 standardı ile ilgili değinmeleriniz beni müthiş gülümsetti ( bu iyi bir şey)."

-Çok sevindim.. teşekkürler.

"...Bir de söylemeden edemeyeceğim, "okurlarımın Türkçe'yi böylesine yetgin kullanması ve -gönderme yaptıkları yazıyı gölgede bırakacak bir mükemmeliyet ile- yorumlaması" beni mutluluktan ürpertti..."

-Bir içten teşekkürle daha belirteyim ki, motive edenin payı hiç de azımsanmayacak boyutta.

"...Hani akıllanmış olmasam (!) - akıl ve yürek dolabımın kapılarını- ardına kadar açabilirdim :) ..."

-Sözü bile gerçeği kadar mutlu edici.

"...Daha sık ve uzun uzun yazmanız dileği ile."

-Benden de sizin için aynı umutlarla...

"Bir gün böyle geçti, ben günü geçemedim daha."

-Mutlu geçeceğiniz bir hafta sonu dilerim ;-)

Sinan
03.48

baharın işaretleri

Kimsesiz fotograflar albümü