9.12.06

neden yazıyorsunuz?

" İçimden geldiği için yazıyorum! Başkaları gibi normal bir iş yapamadığım için yazıyorum. Benim yazdığım gibi kitaplar yazılsın da okuyayım diye yazıyorum. Hepinize, herkese çok çok kızdığım için yazıyorum. Bir odada bütün gün oturup yazmak çok hoşuma gittiği için yazıyorum. Onu ancak değiştirerek gerçekliğe katlanabildiğim için yazıyorum. Ben, ötekiler, hepimiz, bizler İstanbul’da, Türkiye’de nasıl bir hayat yaşadık, yaşıyoruz, bütün dünya bilsin diye yazıyorum. Kağıdın, kalemin, mürekkebin kokusunu sevdiğim için yazıyorum. Edebiyata, roman sanatına her şeyden çok inandığım için yazıyorum. Bir alışkanlık ve tutku olduğu için yazıyorum. Unutulmaktan korktuğum için yazıyorum. Getirdiği ün ve ilgiden hoşlandığım için yazıyorum. Yalnız kalmak için yazıyorum. Hepinize, herkese neden o kadar çok çok kızdığımı belki anlarım diye yazıyorum. Okunmaktan hoşlandığım için yazıyorum. Bir kere başladığım şu romanı, bu yazıyı, şu sayfayı artık bitireyim diye yazıyorum. Herkes benden bunu bekliyor diye yazıyorum. Kütüphanelerin ölümsüzlüğüne ve kitaplarımın raflarda duruşuna çocukça inandığım için yazıyorum. Hayat, dünya, her şey inanılmayacak kadar güzel ve şaşırtıcı olduğu için yazıyorum. Hayatın bütün bu güzelliğini ve zenginliğini kelimelere geçirmek zevkli olduğu için yazıyorum. Hikâye anlatmak için değil, hikâye kurmak için yazıyorum. Hep gidilecek bir yer varmış ve oraya —tıpkı bir rüyadaki gibi— bir türlü gidemiyormuşum duygusundan kurtulmak için yazıyorum. Bir türlü mutlu olamadığım için yazıyorum. Mutlu olmak için yazıyorum.", dedi Orhan Pamuk.

Konuşmanın özellikle bu bölümünü dinlerken salıverdim gözyaşlarımı. Söylediklerinin içtenliğine, saflığına, doğruluğuna ve içselliğine mi; yoksa sayıp döktüğü nedenlerin arasında kendime ait olanları peşpeşe duyuverişime mi dayanamamıştı yüreğim, bilemedim..

Sonra kendi yazma nedenlerim arasında üç cümlenin diğerlerinden öne çıktığını farkettim, ama yine de birini en başa koymalı ve hatta sözcüklerinin yerlerini değiştirmeliyim:

"Yalnız kalmak için yazıyorum" yerine
Yalnız kaldığım (bırakıldığım) için yazıyorum,

Hepinize, herkese çok çok kızdığım (ve bunu yüzünüze söyleyemediğim) için yazıyorum.

Bir türlü mutlu olamadığım için yazıyorum.

hk, 9.12.2006

3.12.06

gibi...

I.
Arka bahçeye dikilmiş ortancalar gibidirler, güneş almadıkları için
bir türlü pembeleşemeyen.

II.
Dallarında kuruyan ve hiç bir eve / demliğe / hastaya yar olmayan
ıhlamur çiçekleri gibi hem de: Yalnizca kokuları ile anımsanacak.

III.
Yillarca bakılmamış fotoğraflar gibi: Tarihin, arka plandaki yüzlerin
ve yerin çoktan unutulduğu.

IV.
Modası geçse de bir türlü atılamayan giysiler gibidirler: Bir
zamanlar -en çok sevilen- , özel günler için özenle saklanan,
eskimemesi için üzerine titrenen.

V.
Okunmaya başlanmış ve bilinmeyen ( ya da artık önemsenmeyen) bir
nedenle yarım bırakılmış, bu yüzden de sayfaları açılmadan kalmış
kitaplar gibidirler.

VI.
Gönderilmemiş mektuplar gibi sonra: Dolmakalemle yazılmış,
yapraklarının arasına kuru çiçekler yerleştirilmiş, hafifçe lavanta
kokan.

VII.
“Yağmur yağacak” dedirten, sonra da nereden çıktığı belirsiz bir
rüzgarla dağılıp gidiveren bulutlar gibi.

VIII.
Sabah uyanmak ve nedeni belirsiz, bu yüzden de anlamsiz bir hüzün
duymak gibi: Bir türlü geçiştirilemeyen bir keder.


Bunca gibi’yi “ilk aşklar” için yazdım.




hk, 5.7.2003

30.11.06

pimpirik


"sakin bir şekilde oturup düşün, hayatını pim ve piriklerden ayıkla", dedi bir dostum. ben de kendi kendime "hadi bakalım şimdi ayıkla pirincin taşını", diye geçirdim aklımdan.

öyle ya, çocukluğum ve ilk gençliğim bir yana konulsa bile, 25 sene boyunca pimpiriklerim ile birlikte yaşamış, onları benimsemiş, çoğaltmış ve giderek gözlerimin rengi, uykumun azlığı, sesimin duruluğu gibi benim olan bu nesnelere alışmış iken, birdenbire elime bir cımbız alıp, kimileri aklıma kimileri de ruhuma batan bu pimpirikleri diken gibi ayıklamaya kalkışmak hiç de kolay değildi...

pimpiriklilik halinin içine sığan ve şimdiye dek endişe/ tedirginlik / huzursuzluk / rahatsızlık duymama yol açan konuları / durumları / halleri geçirdim aklımdan. ve aslında her birinde pimpiriklenmekte haklı olduğumu, zira pimpiriklendiğim hiçbir durumun, düşündüğümün aksine sonuçlanmadığını farkettim...

pimpiriklenmek bir önsezi / öngörü hali olduğuna, pimpiriklenen kişiyi temkinli / hazırlıklı olmaya yönelttiği için belki de, bir tür savunma mekanizması gibi çalıştığını yadsımamak gerek. yine de denebilir ki , sürekli "zarar göreceğini, incitileceğini, aldatılacağını, güveninin sarsılacağını" düşünerek yaşamaya yol açmaz mı bu hal sonunda?

paranoyak değilim, pimpiriklerimin beni tamamiyle ele geçirmesine izin verdiğim dönemler çok nadir ve kısa süreli olmuştur yaşamımda; ve ne yazık ki, bu yoğun pimpiriklilik hallerinin her birine neden olan durumlar "tam da korktuğum biçimde" gelişmiş ve sonuçlanmıştır daima...

yine de pimpiriklenmeleri doğrulayan deneyimlerin "önyargı"ya dönüşmesine izin vermemek gerek.

cımbızı attım elimden, pimpiriklerimi rahat bıraktım.
ve ben bunları yazarken sabah ezanı okundu,
evler, sokak, ağaçlar belirginleştiler yavaş yavaş,
keşke kimseyle konuşmasam / kimseyi görmesem / kimse de beni aramasa bugün, dedim
bütün bu dileklerin boşa çıkacağını bile bile üstelik.

denizi vapurlu bir pencerenin önünde olsaydım,
önümde bir bardak demli çay,
ne isterdim ki başka...

hk, 30.11.2006

26.11.06

Kıbrıs limonları...

Limonlu çay yanında portakal kokulu bir kek tarifi vereceğim bugün; Pazar öğleden sonrasına ev içi renklerini veren solgun güneş sarısından esinlendim:

Sonbahar keki

2 portakal
2 yumurta
1 bardak toz şeker
1/2 su bardağı süt
1/2 su bardağı ayçiçek yağı
3 1/2 su bardağı un
1 paket vanilya / 1 paket kabartma tozu
100 gr. çekilmiş fındık

Portakalların kabuklarını beyazları ile birlikte keserek soyduktan sonra, dilimleyerek mutfak robotundan geçirip, püre haline getireceğiz. Diğer tarafta ise yumurta, yağ, şeker, sütü karıştırıcı ile iyice çırptıktan sonra, bu karışıma un - vanilya - kabartma tozunu katıp halledeceğiz. Bu kek karışımına portakal püresini ve çekilmiş tuzsuz fındığı da ekleyip karıştırmaya devam edeceğiz. Kek karışımını yağlanmış kalıba döküp, kalıbımızı da 170 C dereceye ayarlanmış (ayar 5) fırında 30-35 dakika boyunca pişireceğiz.

Keki fırından çıkarınca iyice soğumasını beklemeyi unutmayın (öyle güzel kokuyor ki, sabırsızlanma olasılığınızı gözardı etmiyorum), sıcakken kalıptan çıkarma girişimi parçalanması ile sonuçlanacaktır (tecrübe ile sabittir).

Şekeri ve tadı az, portakal tadı ve hatta acısı kuvvetli, çok hafif ve lezzetli bir kek oluyor.
Çay ile olduğu kadar kahve ile de müthiş bir ikili oluşturuyorlar!

Afiyet şeker olsun efendim :o)

hk, 26.11.2006

25.11.06

dört yapraklı yonca


Uzun zaman oldu yazmayalı, unuttuğumdan değil / ne yazacağımı bilemediğimden de değil / bu pencerenin önünden kalkıp başka yerlere, biraz daha uzaklara gittiğimden sadece.
Dün sabah yürüdüğüm yollarla, yarın yürüyeceğim sokaklar birbirinden ne kadar uzak oysa; ama hepsini yürüyen ben olduğum ve onlar belleğimde birbirini izleyen yerler edindikleri için Ankara'daki evimin kapısından çıkınca Bostancı'daki dedeevinin bahçesine adım atmak, ya da Girne'de denize inen ara sokaklardan birine çıkıvermek istiyorum. Belleğim zaman çizgisi üzerine yerleşen farklı mekanların en sevdiğim parçalarını biraraya getirerek beni mutlu etmek istiyor sanki. kuşkusuz özlem de karışıyor belleğin bu beyhude çabasına ve uzun zamandır en çok Bostancı'da olmak istiyorum.
Keşke bir başka şehirdeki bir başka evde yaşamak isteyip de, bir başka şehirin bambaşka bir evinde yaşamak zorunda kalmak halini anlatabilseydim.

Yoncaları seyretmeye doyamadığım için fotoğraflarını çektim bu kez. Toprağın olduğu her yerden fışkırmışlardı Girne Kalesi'nde. Parmaklarım mı tembel, düşüncelerim mi yorgun bilmiyorum, ama belleğimin hilelerine kanıp, bu kentte değilmişim gibi hayal kuracağım biraz.

Yonca tarlasında "dört yapraklı bir yonca aramak" gibi geliyor bana yaşam bu sıralar , bulamayacağımı bile bile oyalanıyorum.

hk, 25.11.2006

15.11.06

yolculuk...

bugün ben doğdum,
ben bugün doğdum,
bugün doğdum ben!
15.Kasım.2006, hk.

10.11.06

İstanbul'u düşünürken...


259 yıl önce, 19.Ekim.1745’de ölen Jonathan Swift’in romanındaki doktor Gülliver’i dinleyenler, ne Lilliput ülkesindeki cücelere, ne de kazazede olarak onların eline düşen seyyahın başına gelenlere inanmışlardı. Keşke bir fotoğraf makinesi olsaydı Gülliver’in, belki o zaman önce düşman, sonra iyi birer dost olan cücelerin varlığını kanıtlayabilirdi kendi dünyasındakilere.


Gülliver’in cücelerle dostluğu süredursun, “Mekanik sanatı”nın bir başka ustası Baron von Kempelen, Swift’in ölümünden sadece 24 yıl sonra 1769’da, Avusturya İmparatoriçesi Maria Theresa’nın hizmetinde bir mühendis iken “konuşan ve düşünen bir otomat” yapmak için harekete geçiyordu. “Satranç Oynayan Türk” adını verdiği bu tenekeden otomatın içi silindir ve çarklarla döşeliydi, oyuncusu ise gerçek büyüklükte olup tahtadan yapılmış, ayakta duran, başı sarıklı, önü ve kolları kürklü kaftan giymiş, bıyıklı ve oyunu sol eliyle oynayan bir Osmanlı figürü idi. Başı boynunun içindeki mil sayesinde sağa sola dönüyor, gözleri yuvaları içinde oynuyor, eğer rakip oyuncu şahı tehdit edecek bir hamle yapacak olursa uyarıcı bir ses çıkarıyordu. Kempelen otomatı tekerlekler üzerinde satranç oynanacak mekana getirip, oyun başlamadan önce kimi kapakları açıp, çekmeceleri açıyor, makinenin yalnızca bir yerinden çarklar ve tekerlekler görünüyordu. Oysa Kempelen’in “Satranç Oynayan Türk”ü aslında oyun masasının içine saklanarak oturan Johann Allgaier isimli cüce bir satranç ustasıydı. Satranç figürlerinin her biri tahtadaki bir deliğe oturtulduğundan, her delik dişli çarklarla satranç figürlerinin yerlerini makineye iletiyor ve içerideki oyuncu da karşı hamleyi yapıyordu. Aldatmacası ortaya çıkan Kempelen’e ne oldu bilmiyorum ama, 1820’de Amerika’ya gönderilen “Satranç Oynayan Türk”, sonraki yıllarda çıkan bir yangın sırasında yokolup gitmiş ne yazık ki.


22.Ekim’de “Bağbozumu Fırtınası” diye yazıyor Saatli Maarif Takvimi’nde, 23.Ekim’de güneş “Akrep Burcu”na girdi.
Ve 124 yıl önce aynı gün, 23.Ekim.1880’de Pierre Loti’nin romanına konu ettiği sevgilisi, “Aziyade”si İstanbul’da öldü. Gerçek adı Julien Viaud olan Loti şöyle diyor onun için:
Günümüz Türk kadınlarının unutmaya yüz tuttuğu uzun etekli bir ceket giymişti. Eflatun ipekten ceketinin üstü pembe güllerle süslüydü. Sarı ipekten bir pantolon, yaldızlı terlikler içindeki küçük ayaklarının bileklerine kadar iniyordu. Lame Bursa bezinden gömleği, gülsuyu kokan amber rengi dolgun kollarını açıkta bırakıyordu. Esmer saçları sekiz parça halinde örülmüştü. Bu örgüler o kadar kalındı ki, içlerinden ikisi Parisli zarif bir kadının mutlu olması için yeterli olurdu. İnsan bu inci tanelerini, bu kasılmış kırmızı dudakları ve olgun bir kirazın etinden yapılmışa benzeyen diş etlerini öpmek için ruhunu satabilirdi.”


İstanbul’daki haftasonunun üzerinden neredeyse bir ay geçti, ben o şehri her sabah düşünmekten vazgeçemedim. Gençliğini özlerken yaşlılığını reddeden, görmüş geçirmiş bir hanımefendi gibiydi yine. Bu sefer de Aziyade’nin hayaleti ile karşılaşmadım ama, Pierre Loti’nin Osmanlı giysileri içindeki siyah-beyaz suretinin bir tıpkıbasımını alıp sakladım yolculuk kitabımın içinde. Takvim 25.Ekim’de “suların soğuyacağını” haber verdi, 30.Ekim’in de “Nineler Günü” olduğunu öğrendim. Aklıma İ.Ö 4. yüzyılda yaşamış Erinna’nın dizeleri geldi:

“yumuşak sesli, beyaz saçlı kadınlar
yaşlılığın çiçekleri gibi...”

Derken düşündüm, hani eğer yeterse ömrüm, bugünden otuz yıl , hatta daha da güzeli kırk yıl sonra ben de nine olacağım. 2034 ile 2044 arasında bir sonbahar günü, İstanbul’da, ninemin filbahri, erguvan ve mor salkımlarıyla sevdiği evinin penceresinden sokağa bakacağım. Bahçe kapısı açılsın, diye geçecek içimden. Belki de bahçe kapısının üstüne sesi evin her yerinden duyulacak bir çıngırak asacağım.


Geçmişi anımsar gibi bakabilmeli bazen geleceğe kişi, zira her şey göründüğünden daha yakın.


hk, 31.10.2004







6.11.06

MAĞARA

mağaranın duvarına
hayvanları taştan oydum
kükrediler karanlıkta
türkülerle karşı koydum
karanlıktı mağara
ışığı taştan oydum
üşüyordum
bir de güneş koydum
aşk oydum mağaranın duvarına
aşk oydum
ağrıdı taşlar
yarıldı mağara
ben doğdum
b.ecevit, 1970

28.10.06

kedimsi uysallık...

Aydın Türker, Pendik -İstanbul, 2006
susayım, söylenmemiş sözüm kalsın yarına...
iyidir bugünden yarına birşeyler bırakmak
güne hep bir –amaç- ekler,
hem birbirine bağladığı günleri de
yalnız koymaz bellekte.
susayım
-bugün artığı- yazılmamış cümlelerle gelirim,
(yoksa dün mü demeliydim, geceyarısını geçiyor zaman)
onları yazınca da -sonraki günden- ödünç alırım kelimeleri.
günübirlik değilim ki ben.
hk, 2002

27.10.06

yağmur ve yansıma..

muammer yanmaz, londra - 2006
dün akşam yağmurla birlikte yürüdük.
pardesümü, mahzun tavşanlı çantamı,
şalımı ıslatıp, saçlarımın dalgalarını çoğalttı.
ama hiç konuşmadık.
hk, 26.10.2006

24.10.06

Hoca Ali Rıza ve bir kayık gezintisi...

Hoca Ali Rıza'nın bu resmini görünce hep iki düşünce gelip takılıyor aklıma; bu mağaranın nerede olduğunu ve sanatçının bu yeri nasıl bir tesadüfle bulduğunu merak ediyorum. Böyle bir mağara bir sandal gezintisi sırasında keşfedilmiş, içine girilip, oradan izlenilen manzara ile büyülenilmiş yer olmalıdır: "Ressam gördüğünden bir zevk alır. Ruhu mütehasis olur. Güzel resimden güzel bir manzara karşısında gibi ruhu mütelezziz olur.", der zira Hoca Ali Rıza.
Sanatçının kayığa binip, kıyı boyu kürek çekerek / ya da kayıkçı ile sohbet ederek denizde resim yapmaya gidişini hayal etmek ne kadar heyecan verici. Bir çantanın, ya da sepetin içine yerleştirilmiş boya ve fırçalar, bezir yağı, paçavralar, palet ve kağıt ya da kumaşa sarılmış tuval.
O mağaraya kimbilir kaç kez böyle kayık gezileri düzenlenmiş ; bu resim günün hep aynı saatleri arasında çalışılmak koşuluyla kaç günde tamamlanmıştır? ( "Aleumum tabiattan resim yaparken iki saatten fazla çalışmamalı. Hem mahzurları vardır; hem de ışıkların, gölgelerin yerleri değişir.", der Hoca Ali Rıza) Dönüş yolculuklarında boyaları kurumamış tuvalin zarar görmemesi için, ne kadar özenle çekilmiştir kürekler.
Ve uzaklardan geçen o yelkenlinin içindeki adam, mağaradaki sandalında resim yapmakta olan Hoca Ali Rıza'nın ufkundan kayıverirken, asla tanıyamayacağı nice insanın belleğinde tanıdık bir biçim olarak iz bırakacağını nasıl bilebilir...
hk, 23.10.2006

21.10.06

oyuncak ayı ile uyumak...

Annem tığ ile üç renk yünden bir şal ördü bana. Şalım bugün geldi, ben de oyuncak ayılarım Kentoş (büyük, yelekli ve çapkın bakışlı olan) ve Felix'i (Berlin'li, ekose tulumlu ve küçük olan) yanyana, şalımın önüne oturtup, akşam güneşinin en tatlı ışığı altında resimlerini çektim.

Sonra düşündüm, "oyuncak ayı'ya sarılarak uyumak" bir çocukluk alışkanlığı ile açıklanabilir denli basit midir?

Yıllarca kucaklanan bir oyuncak ayı, ne zaman sandığa kaldırılır ?

Uyurken "birine" sarılmak isteyen, o "biri" ile karşılaşamaz, ya da o "birini" bulsa bile onunla uyuyamazsa -oyuncak ayısı- nı kucaklamaya devam mı edecektir?

Oyuncak ayı, "uyurken sarılmak istenecek denli sevgili olabilen" birinin yerini doldurabilir mi?

Merak ettim.

hk, 21.10.2006

17.10.06

H usulü uydurmasyon sebze çorbası



Dostlarım arasında benim gibi "tek kişilik sofra" kuranlar az değil, hele bir de iş dönüşlerinde (kış akşamları) sıcak çorba sevmeyen yoktur, eminim. Bu yüzden, "H usulü uydurmasyon sebze çorbası tarifi"ni vermeye kararlıyım. Eğer benim gibi 5.22'de gözünüzü açıp, bir daha da uyuyamayanlardansanız, sabah evden çıkmadan pişirip, akşam çorbanızı hazır bulabilirsiniz. Ama akşam eve aç ve yorgun gelmişseniz, üstelik de benim kadar sabırlı ve kararlı değilseniz, bu çorbayı yaparken "ay nereden kalkıştım bu işe", diyebilirsiniz; zira önce sebzeleri ayıklayıp, doğrayacağız; sonra da büyük bir tencereye koyup pişireceğiz.
H usulü uydurmasyon sebze çorbası:
Bunlarsız olmaz:
1 adet pırasa (pür-hassa)

1 adet büyükçe patates

1 adet orta boy soğan

1 adet orta büyüklükte kereviz

2 adet orta büyüklükte havuç

1/2 tablet et suyu

1 çorba kaşığı z.yağlı luna


2 çorba kaşığı un

3 çorba kaşığı yoğurt

1 yumurta
Nasıl yapacağız bu çorbayı, neyi neye katacağız?
Bütün sebzeleri bir güzel ayıklayıp, havuç ve pırasaları halka halka ( 0.5 cm kalınlığında); patates, soğan, kerevizleri küp küp (1 cm3) doğrayacağız. Hepsini büyük bir tencerenin içine doldurduktan sonra, 1 çorba kaşığı z.yağlı luna (sıvı yağ da kullanabilirsiniz elbette, ama 2 kaşık), 1/2 tablet et suyu ve 5 bardak su ve biraz da tuz ekleyip pişirmeye başlayacağız.

Çorbamızın sebzeleri pişerken :

  1. kitap okumak isterseniz: Enis Batur, Gönderen (Sel Yayınları); Ferit Edgü, Tüm Ders Notları (YKY); Benlik, Oruç Aruoba (Metis Yayınları); Ayfer Tunç, Taş-Kağıt-Makas (YKY)

  2. Internette küçük bir gezi yapmak isterseniz: http://www.sanalmuze.org/koleksiyon/

  3. Arkadaşlarınıza küçük e-kart sürprizleri yapmak isterseniz: www.hallmark.com

30-40 dakika sebzelerin pişmesi için yeterli olacak; biz de 3 çorba kaşığı yoğurt, 2 çorba kaşığı un, 1 yumurtayı tel çırpıcı ile iyice karıştırdıktan sonra ve bu karışımı pişirdiğimiz sebzelere yavaş yavaş ekleyip, sebzelerle iyice hemhal olmasını sağlayacağız. Tencerenin kapağını kapatıp, ateşi kısarak 5 dakika daha pişirdikten sonra, çorbamız hazır!

Eğer çorbanın çok koyu olduğunu düşünürseniz (ki, ben kıvamlı çorbaları seviyorum) dilediğiniz kıvama gelene dek sıcak su katarak, karıştırmanız yeterli olacaktır.

Biraz da karabiber serpince "H usulü uydurmasyon sebze çorbanız"ı kaşıklayabilirsiniz artık.

hk, 17.10.2006

16.10.06

İstanbul'da bir haftasonu


Pazar sabahı uyanmaya isteksiz İstiklâl Caddesi'nde yürüdüm, kahvenin tadı buruk buruktu, yudumlarken K dergisinin ikinci sayısını okudum (hepsini değil, sadece Agatha Christie ve Halikarnas Balıkçısı ile ilgili yazıları) ve saat on buçukta otelde olmam gerektiğini düşündüğüm için Tünel'e doğru yürürken fazla oyalanmadım. O saatte açık olan kitapçılar peşpeşe ve sanki raflarındaki kitapların okunmasını umursamayan / hatta onlardan bir an önce kurtulmayı uman tezgâhtarları ile başbaşaydılar. Kitapların sergilenişindeki sıradanlık ve düzensizlik isteksizliği çağrıştırdı. Kitapların yazarlarını düşündüm, yazının üretilme sürecini, bir kitabın sayfalarını var eden cümlelerin kuruluşunu, sözcüklerin seçimini: Ortaya çıkan iş'in böyle savrukça, sıradan ve niteliksiz bir işporta malı gibi sergilenmesine yazıklandım.
İstiklâl Caddesi'ne uçuşan ve çocukluğumdan bildiğim İtalyanca bir şarkının sözleri, -ciao cara come stai-, bir gece önceki mutsuzluğun üzerini örter gibi oldu. Iva Zannicchi'nin sesi. Roberto'yu Peppino di Capri söylüyordu. Kitaplardan elimi çektim; bu ne kadar uğraşsam da içselleştiremeyeceğim İstanbul ziyaretinden bana kalan -hoş bir şey- olsun diye "nostalgia della Italia" albümünü satın aldım. Sözlerini anlamadığım, ama sözcüklerinin ahengini sevdiğim şarkıları -orada duruşumu uzatan (bir şarkı daha dinlemek için), orada olduğum sürece beni mutlu eden (mutlu olmak bu kadar kolay işte)- başka yer ve zamanlarda da dinlemek istedim.
KÜP
Mücadele Çıkmazı'nın açıldığı caddeden
ne zaman geçsem, ahşap bir evin penceresinde
ifadesi yıldan yıla kendiliğinden sertleşmiş
bir kadın görüyorum -kıpırdamıyor
yerinden Eleni Katoğlu, kıpırdamıyor
yüzünde tek bir sinir ucunun çalışmadığı
tek bir kas ve taşlaşmış gözbebeğinde ışık,
neden gitmemiş de o kalmış anlamaya
çalışıyor, ne kadar ödemesi şart, bakıyor
durmadan pencereden ve anımsıyor
sıradan bir filmde duymuş olduğu sözleri:
Eskiden kalbi kırıldığı için ölen kadınlar
varmış - bomboş zamanda içi dolan küp.
Enis Batur, Doğu-Batı Dîvanı
Şiiri okuyunca düşündüm de, o eski zamanlarda yaşamış olsaydım, ölmüştüm çoktan.
hk, 17.10.2006

9.10.06

9.Ekim, "Dünya Posta Günü" için...




“Sesinin sesini özlüyorum.
Gözümün önündeki yüz hiçbir şey demiyor bana." , İzumi Şikibu

I.
Yalnızlığın önüne geçilemez hallerinden biri olmalı, hep bir
yerlerden / birilerinden haber beklemek. Üstelik artık postacı yolu
gözlemek de yok, teknolojinin soğuk ve metalik nefesiyle geliyor
mektuplar, kartpostallar, fotoğraflar, karalamalar, birkaç cümlelik
notlar...
Oysa onun uğrayacağı günleri ve saati biliyorduk eskiden. Zamanı
geldiğinde umutlanıyorduk bir kez; sonra beklenti tedirginliğinden
kurtulup, rahatlıyorduk. Ara zamanlarda kendi yalnızlığına dönüyordu
her ruh.

Artık her an her şey değişebilir.
Günlük iletiler için belirlenmiş “teslimat saatleri” yok.
Ölüm haberi de, indirim ilanları da, terkeden sevgili mektubu da,
banka hesap bildirimleri de aynı anda gelebilir: Sabahın iki
buçuğunda (uykusuzluk da yalnız yaşamanın hallerinden biridir, bu
saatte uyanık olmaya şaşırmamalı), sırayla ve küçük bir “ok
işareti”nin çıkardığı o mekanik –tık- sesiyle...
Her an, her türlü acıya, kötümserliğe, hayal kırıklığına hazır olmak
gerek...

Hazırlıksız yakalanmak çağında yaşıyoruz.
Her an her şey değişebilir ve olanları bildirmek için birileri zaten
orada beklemektedir.

II.
Giderek daha da tenhalaşıyor yaşam.
Hem yalnızlığımızı gözetmeye, onu özgürlüğümüzün güvencesi olarak
korumaya çabalıyoruz, hem de bu çabayla çelişen birliktelik düşleri
kuruyoruz.
Yitirmeyi göze alamadığımız, korktuğumuz / nefret ettiğimiz ve
koruduğumuz bir hal yalnızlık.

Yanından ayırmadığın cep telefonunun ışıklı penceresinde, ya da
bilgisayar ekranının sağ alt köşesinde beliriveren o minicik zarf
işareti: İçeriğini öğreninceye dek (bazen öğrendikten sonra da)
sürecek bir sevinç. Hepsi o kadar işte.

Yalıtılmış ama iletkenliği sınırsız birer minyatür gezegen
yarattığımız.
Bencil iklimler biteviye.

III.
Bir sabah uyanmak,
ve o küçük zarfları gönderene dokunmak istemez miydin?


hk, 7.7.2003

8.10.06

Mozart ve annemin piyanosu

B.Krafft, 1819

Mozart'ın piyano, keman ve çello için bestelediği "piyano trioları": 1786-1788 yılları arasında yazdığı bu notaların "The Mozartean Players"ın yorumunu dinlerken, bugüne dek hep olduğu gibi dinginlik, hüzün ve yalnızlığın uykuya benzer boşluğunda salınır gibiyim... belki de, Mozart'ın kaleminden dökülen tüm piyano eserleri, özellikle de piyano sonatları beni çocukluğumun loş akşamlarına götürdüğü içindir, gözlerim dolu dolu, hiç kıpırdamadan dinliyorum. O'nun müziği sessiz kalınmak istenen, sözcüklerden iyice uzaklaşılan, aklın ve ruhun kendi kendini örtünmek istediği zamanlar için birebir...

1786'da üçüncü oğlu Johann Thomas Leopold bir aylıkken ölmüş; 1787'de baba Leopold hayatını kaybetmiş ve Prag'da Don Giovanni operasının büyük bir zafere dönüşen prömiyeri yapılmış; 1788'de ise aynı eser dokuz kez sahnelendikten sonra Viyana Operası programından başarısız bulunarak kaldırılmış. Aynı yılda Mozart Yaylı Çalgılar Dörtlüleri'nden K515 ve 516 ile 39., 40. ve 41. Senfonileri'ni yayınlatmakta güçlük çekiyormuş.

I. ... hangi tuşa, ne uzunluk ve şiddette, ne zaman basacağını bilen ellerdi onunkiler; gün boyunca yaptığı işlerin yorgunluğunu ve sıradanlığını inkâr ederdi piyano çalarken. Sümbül ve nergis kokan kış günleriydi. Ufacık bir kız çocuğuydum. Siyah ve vakur konsol piyanonun kapağı açılır, kapağın iç kısmındaki menteşeli küçük raf indirilir, bu incecik rafa nota kitabi yerleştirilirdi. Hafif ve daima İstanbul’u anımsatan kâfuru kokusu gelirdi içinden. Tuşların üzerini kaplayan yünlü, ince uzun bir örtü, kenarları siyah çizgili, kırçıllı.

Çocuk aklım derdi ki: “Tuşlar piyano çalınmadığı zaman üşümesin.”

II. Kimi tuşları kaplayan incecik fildişi rengi plakaların üstünde yalnızca benim sezebildiğim izler vardi: Hafif hareler, minyatür ırmaklar, rüzgara kapılıp giden bulut parçacıkları, dağ çiçeklerinin taç yaprakları, sanki. Notalar o izlere karşı gelir, ya da, benim tuşlar üzerinde sezebildiğim izler güzel sesler çıkarırdı.

III. Tuşlar piyanonun bana görünmeyen iç derinliğinde çapraz uzanan tellere dokunurdu. Birbiri ardına ve parmakların bilge telaşıyla inip kalkan onlarca ahşap çekiç... Uçlarına kuçuk keçe parçaları yapıştırılmış. Her çekiç darbesi bir heceydi; heceleyen, tuşa dokunan parmak; heceler birleşince duyulan sözcükleri aklımda tutmaya çalışırdım, sözcükler çoğalır, dinlediğim en güzel cümleleri kurardı. Başkalarının yazdığı kitapları okur gibiydi annem, yüksek sesle okur gibi, yazılanlar ne denli anlamlı / içli / neşeli / kederli / coşkulu olursa olsun, nasıl okunduğuydu can alıcı olan.

Annem okurken yazı olduğundan daha da güzelleşirdi.

IV. Nota kitabının yaslandığı piyanonun siyah mobilyasi, ince ve altın yaldızla işlenmiş girlandlarla bezeliydi. Artık olmayan şamdan kollarının zerafetini tamamlamak için belli ki... Hep o şamdanları, onlara konulacak mumların renklerini ( altın rengi, fildişi, tutun sarısı...); mum ışığının notaları aydınlatmaya yetip yetmeyeceğini; mum damlacıklarının şamdanın küçük kasesinden taşıp tuşlara akma ihtimalini düşünürdüm.

Bir de o mumların ışığında annemin yüzünün nasıl görüneceğini...

V. Anneme ait onlarca yüz ifadesi vardır çocukluğumdan anımsadığım, ama işte o’nun kendi kendisiyle / kendi öyküsel geçmişiyle / belleğindeki o en güzel anılarla buluşup, onlarla başbaşa kaldığı sayılı zamanların ifadesiydi benim belki de en sevdiğim: Piyano çalarkenki hali... Gozlerini iki mezur arasındaki anlık boşluklardan, hiç bitmeyecekmiş gibi uzanan nota satırlarından ayırmadan gülümseyen yüzü. Benim göremedigim yerleri / hiç bilmediğim bir yüzü seyrediyormuş gibi; hiç duyamayacağım sesleri dinliyormuş gibi hem de. Piyanonun yanındaki koltuğa kıvrılır, başımı yastığa dayar, gözlerimi ayırmadan onu izlerdim.

Ömrümün en huzurlu zamanları, ama kısacık...

VI. Piyanonun üstünde yerleri hiç değişmeyen fotoğraf çerçeveleri; küçük gümüş biblolar, melek kanatlari uçmaya hazir bir şamdan, anneannemin çok sevdigi ponpon tomurcuklu kuru çiçekler, siyah ahşap kutusunun içinde dilsiz bir metronom.

VIII. Piyano çalarken, sanki bütün bu ses dışı ayrıntılar, annemin bakmadığı, ancak o’nu izleyenin görebileceği nesneler; ışığın ıssızlaştırdığı gölgeler; mevsim çiçeklerinin rahiyasi; yastığın giderek ısınan pamuk yumuşaklığı; kıpırtısız gövdemin uğuşan dokuları... Hepsini, çocuk olmanın güçlendirdiği bilinç dışı sezgilerle birer birer kaydettim.

Diyeceğim, şimdi, annemin çocukluğuma piyano çaldığı o güzel yaş’a ulaşmışken, yazdığım ve söylediğim herşey bana o konsol piyanonun kıyısında öğretilmiştir.

IX. Ve belki de büyüdüğüm için, artık piyano çalmıyor annem.

hk, 3.4.2003

7.10.06

ertesi güne bırakılan işler

“Dünyanın ertesi güne bırakılan işlerini ben bitiriyorum her akşam.”, ş.hatipoğlu

1....ertesi güne bırakılan işler: Önceden bilinip de bugüne sığdırılamayan mı?

Bugün (ve hatta yarın da belki)yapılmasa da olur, dediklerimiz mi?
Tamamlanması için birisini, başka bir şeyin gerçekleşmesini, bir eylemin bitişini gerektiren mi? Aslında yapmayı hiç istemediğimiz, ama mecbur bırakıldığımız mı?
Son anda çıkagelen, beklenmeyen ve yetiştirilemeyen mi?

Dünyanın ertesi güne bırakılan işleri, bugün yaptıklarımızdan daha mı az öncelikli?

2.Yarına bırakılan tüm işlerin, çoktan –dün olan- günün saatlerinden artık ve bu yüzden de yerini ve zamanını şaşırmış, “yersiz-yurtsuz” ve huzursuz olduklarından eminim. Zira planlı yaşayan’ın hergünü, önceden tasarlanmış ve kimbilir kimlere, hangi koşullara, olasılıklara göre kendi günevinin yirmidört odası arasında paylaştırılmış işleri barındırır. Ertesi güne kalan her iş bu odaların hiç birine sığmamış, ya da her birinden atılmış; ev sahibine de başedilmesi güç bir tedirginlik kalmıştır. “Bugün de yapamadım”, dersiniz kendi kendinize. Oysa yarının işleri bellidir zaten, onların arasına / düzeni bozmayacak bir biçimde yerleştirilmesi gerekir: bu yüzden, yarına bırakılan / kalan her iş biraz sığıntı, diğerlerinin yanında eğretidir. Üstelik geciktirildiği için, o günün işlerinden önce düşünülmesi, bitirilmesi, unutulması isteğini taşır, bu da hep biraz sabırsız ve umarsız yapar, hem onu ve hem de sahibini.

3.Günlerini tasarlamadan yaşayan içinse “ertesi güne bırakılan” hiçbir iş yoktur. Yaşam –rastgele- ve kendi eserikliği içinde süregelir, telaşsızdır, huzursuzluk duymaz, endişelenmez; hergün, kendinden sonraki bütün günleri de kapsar, yekpâredir. Ömür tek bir gün gibidir.

4.Bazen de yarına bırakılan işin içeriğidir onu yarına bırakmamıza yol açan. Bugün yapılması aslında içtenlik ve heyecanla istenir, ama işte... ‘ama’lar işi yapması beklenenin elini kolunu bağlar, içini daraltır, istemediği halde istemediği hallere düşürür, oluruna bırakmaktan başka umarı olmasa da aklına ve yüreğine bir diken gibi batar. Belki de bu yüzden, “yarına bırakılan işler” içinde en zor olanı, sahibinin inisiyatifi ve gönüllülüğüne rağmen yapılamayandır. ‘ama’ların o acımasız ve anlayışsız engeline takılan tedirgin yürek kendince ve masum bir teselli yaratır: Zamanı henüz gelmedi, der. Zaman’ın gelmesini beklemek ise yarın’ın ne zaman olacağına dair bir meraktır. İçinde hem bitip tükenmez bir umut, hem de belirsizlikle beslenen bir umutsuzluk barındırır.
-Zamanı- kendiliğinden gelir ve fısıldar mı kulağına “işte şimdi!”, diye; yoksa ömrü tek bir güne dönüştürerek tuzağa mı düşürür bekleyeni, işte bunu ancak Tanrı bilir.

5.Dünyanın ertesi güne bırakılan işlerinden biriydi bu mektubu yazmak, yazdım, şimdi huzur içinde uyuyabilirim.

hk, 23.5.2003

sardunya uykusu


Şirin, İffet ve Funda'ya...

"Rüyada sardunya görmek", uzun zamandır ayrı kalınan bir arkadaşı misafir etmek anlamına geliyormuş. Eğer böyle ise, uyumadan önce sardunyalarıma baksam uzun uzun, uykuya dalarken de çok uzun zamandır görmediğim, sardunya sever arkadaşlarımı düşünsem bir bir, çıkagelirler mi dersiniz?

hk, 7.10.2006

sardunya aklı

Sakız sardunyalarımdan biri karşı sokağın meyva ağaçlarına özenip, yapraklarından bir kaçını birden sarartmaya karar verdi... Ama aklı karışık olmalı, zira ağaçların hangi bahardaki hallerini taklit edeceğini tamamen şaşırmış, bir yandan da durmadan çiçek açıyor.

hk, 7.10.2006

5.10.06

Nietzche'den

kendi kendime konuştum bazen evimde
hem kızdım, hem güldüm halime
sonra dedim ki: "söz ver kendine,
denizleri seviyorsan, dalgaları da seveceksin
sevilmek istiyorsan, önce sevmeyi bileceksin
uçmayı seviyorsan, düşmeyi de bileceksin
korkarak yaşıyorsan, yalnız hayatı seyredersin."

Nietzche

3.10.06

haller II.


...geçen sene bana verilen en güzel armağanlardan biriydi bu çay fincanı: hem içinde (dibinde), hem de tabağının orta yerinde kabartma pembe bir yürek var. Fincanın altında ise tabaktaki kabartma yüreğin üzerine oturacak biçimde çukurlaştırılmış bu yüreğin bir eşi; böylece hem taşırken fincan kaymıyor, hem de fincan tabakla buluşunca "kalp kalbe karşı" gelmiş oluyor...
Uzun gövdeli, tek kulplu çay fincanlarımı da seviyorum ( Lösev yararına yılbaşlarında satışa çıkarılan biri kar tanecikli, diğeri her renkten laleli fincanlarımı daha da fazla hatta), ama içi çayla dolu iken tek elle zaptedilmesi biraz zor bu açık ağızlı, bu yüzden de çayın rengini ve kokusunu müthiş çekici kılan fincanımı diğerlerine göre biraz daha aristokrat buluyorum. Onu savruk kullanmam olanaksız, çay ya da sütlü kahve tabağının ve fincanın iç yüzeyindeki pürüzsüz fildişi rengini, daha da önemlisi o kabartma pembe yürekleri lekelemesin diye, hemen yıkıyor ve kurulayıp kaldırıyorum.
Oysa yarın bile benim olmayabilir bu fincan.
Çünkü yarın ben olmayabilirim artık.
Ben olmayınca, o fincan da "kimsenin" oluverir:
Bunu bilerek ve kendime anımsatarak yaşıyorum.
Aslında benim değil ki hiçbir şey,
ve bu yüzden de zaten benim değil mi herşey...
Bir koltuğum vardı, babaevinden getirmiştim Ankara'ya,
ilk gençlik, üniversite yıllarımda yatak odamın en sevgili eşyalarından biriydi.
mavi kadife ile kaplıydı.
Ne zaman ki oturma odam için bir kanepe aldım ve döşemelik kumaşının değişmesi gerekti,
çok yağmurlu bir günde döşeme ustasının kamyonetine yüklenip giderken,
iki gözüm iki çeşme
mavisi solgun ve kadifesi eprimiş o koltuğun arkasından ağladım.
O zaman bilmeliydim
hiç bir şeyin olduğu gibi kalmayacağını
kalsa da "eskisi gibi" olamayacağını,
ama,
işte böyle
öğreniyor insan...
hk, 4.10.2006

1.10.06

Ekim'in ilk Pazar günü, öğleden sonra...

Bu Pazar öğleden sonra, bulutlarla rüzgarın hiç aralıksız itişip kakıştıkları gökyüzünde, kısacık bir an için parlayıveren güneşin resmidir bu. Pencere içi bitkileri, ki onlar aydınlıktan pek de okunaklı değildirler aslında: İki saksı Sakız sardunyası (Büyükada'dan özenle taşınmıştır Ankara'ya), iki saksı kedi tırnağı (annemin ta İzmir'den getirdiği ve hiç durmadan çiçek veren neşeli kardeşler), bir saksı "çıtır" (çiçekli bitkileri kıskanıp, küstüğünü düşünüyorum) ve bir de her daim cefakâr kaktüslerim.

Aslında, yastıklara gömülüp her renkten ebrulî yün ile Gülnaz'a hediye olacak yeleği bitirmek istiyorum, ama ne var ki evcimen hallerden ziyade, akademisyen ciddiyetine gereksinim duyulan bir "yazıp çizme" faaliyeti içindeyim.

Yün yumağı da orada, yastıklar da, sardunyaların şarap rengi çiçekleriyle göz-yaprağa gelmek için başımı hafifçe sağa çevirmem de yetecek; ama işte ben hala kanun ve yönetmeliklerden bahseden bir paragrafla oyalanıyorum.

Ekim'in ilk günü için bir dize geldi aklıma:
"Didikliyor ekim bulutları; yüzümün yüzündeki aynası." (Güven Turan, 101 Dize)
Sahi, geçen sene bugün, bu saatlerde ne yapıyordum ben?
hk, 1.10.2006


resmin belleği I

Boşluğu biçimlendiren mermerin,
derinlik ve yükseklik arasına ustalıkla yerleştirilmiş oylumun,
bir sonbahar gününde sadece İstanbul’a has öğle ışığının,
duvarın ve boyanın,
bir de çocukluğunun geçtiği kuytu Afrika köyündeki en yaşlı ağacın gövdesine yaslanır gibi duran küçük uşağın aklından geçenleri merak ediyorum.

Mermerin,
oylumun,
gölgenin,
duvarı yaşatan boyanın
ve resimdeki zenci çocuğun belleği ile ilgilenenler için bu başlık:
Harfler orada hep / sözcükler söyleyenleri kadar dinleyenlerinin de olacak...

hk, 1.10.2006

30.9.06

haller

durağan haller'e dair...

Odalar arasında mükemmel bir sessizlik... küs gibiler birbirlerine.
Her biri kendi suskunluk, aydınlık ve gölgeleri içinde halinden memnun.
Pencereler açılana dek, sonra dışarıklı gürültüler içeri doluşup birikiyor; odalar ortak bir dilde kendi boşlukları, duvarları, eşyaları ile söyleşmeye başlıyorlar.

Ev içinde değişmeyen yerleri mi onları böyle sakin ve dingin yapan;
yoksa nesnelerinin dilsiz taklidi yapan duruşları mı?
Rüzgârlanan perdeyle japon feneri ve bir de saatin sarkacı devingen...
hatta onlar da halkalarla kornişe, kordonla tavana ve minik bir vidayla saate bağlı,
sözde özgürlük..

Zaten hepsi üç oda.
Biri herşey için,
biri yatağın krallığı,
üçüncüsü konuklarını özlüyor.
Onları biribirine bağlayan bir de dar, kısa koridor;
o da bir oda aslında: Yürümek, bir an önce katedilmek ve diğerlerine /
diğer bir odadakine ulaşmak için; hepsine göre en çalışkan.

Odalar mı eşyalarına alışık,
yoksa onları odalara yakıştıran mı? ... her ikisi de belki.
Çünkü bir eksilme ya da değişiklik odayı başkalaştırıyor.
Saati sol koldan sağ kola geçirmek gibi;
odanın yaşantısı yenilenince, önce eski alışkanlığı yineleyip, şaşırarak, tedirgin...
derken kabullenerek tutuk yeni adımlar.

Her oda, kapısı kapanınca bir kutu aslında.
İçindeki nesneler kadar, orada yaşananları da saklayıp koruyan,
geçmişe ait ve belleğin tutabildiğince hayal, hayalet ve an ile tıkabasa dolu.
Kişisel anımsama işaretleri için bir kumbara.

hk, 1.06.2003

"Eymir'de sonbahar"

Eymir'in kıyısında yürürken, sazlara ve sazların sınırladığı durgun, serin, ağır suyun karayı ayırıp bölen sakinliğine alışıyorum. Hep aynı manzara, hep aynı yürüyüş içinde, hep aynı saatte kalabilmeyi istiyorum; kimi anlar geçilmeyecek denli huzurlu zira.
Yürüyüş uzun olduğunda, taze demlenmiş çay ve peynirli sigara böreği ile küçük bir akşam kahvaltısı yapmak güzeldir daima. Göle yakın oturunca, su yılanları / kurbağalar / balık yavruları / gölgeler / su kıpırtıları / su halkaları / çürümüş bitkileri izleyerek suskunlaşabilirim. İki bardaktan fazla çay içemeyeceğimi, sigara böreklerini paylaşacağımızı ve beşinci böreğin ikiye bölüneceğini, kollarımı masaya yaslayıp / düşüncelerimin kendini yineleyen ısrarından kaçamayacağımı biliyorum.
Eymir'de sonbaharı özledim, sonbaharı özledim,
sigara böreği sarıp çay demleyeyim en iyisi...

Müzeyi yalnız gezmek...

İSTANBUL LALESİ
Çok uzun zaman önce gibi geliyor, oysa sadece ilk bahardı.
Lalelerin kıyısından yürüyüp geçtiğim bir öğleden sonra, müzenin Karaköy rıhtımına bakan büyük pencerelerinden denizi seyretmeye doyamamıştım.
Bir müzenin mağazasında kaç kez kararsız dolaştığımı düşünüyorum şimdi, hep güzel "şeyler" vardır orada; hep yalnız gezilmiştir müze, hep "biri" yanınızda olsun, hayretle izlediğiniz / beğendiğiniz / hayran kaldığınız eserleri görsün, onun da onlara dair anıları / izlenimleri olsun istersiniz. Sonra da bu "yalnızlığı" hafifletmek, kendinizi teselli etmek ve bu geziyi öykülerken yanınızda "ona" verecek delilleriniz / "onda" kalacak ve "ah keşke ben de seninle olsaydım" dedirtecek "şeyler" bulmak için çırpınırsınız.
Oysa, müzeyi kendi adımları / kendi gözleri ile gezenin belleğindeki
"özgün yapıt"la karşılaşma coşkusu eksiktir hep; replika aslının heyecanını veremeyecek kadar
yapmacık ve sıradandır zira.
Nasıl lalelerin karşısında durup, renklerini şeffaflaştıran öğle güneşinin sıcaklığını hissetmek olası değilse bu fotoğrafla, müze ziyaretinin ardından özenle seçilen bir hediye de, aslının varlığını ve hala orada olduğunu anımsatmaktan öteye gidemez. Ta ki, müzeyi kendi yorgun ayakları ve meraklı gözleri ile dolaşıp, yıllardır masanın üstünde duran o replikanın aslı ile karşılaşana dek...

baharın işaretleri

Kimsesiz fotograflar albümü