Aklımdan, başımdan, içimden geçenleri; hatırladıklarımı, unutmak istemediklerimi, hasretini çektiklerimi, izlenimlerimi yazıyorum..
9.12.06
neden yazıyorsunuz?
Konuşmanın özellikle bu bölümünü dinlerken salıverdim gözyaşlarımı. Söylediklerinin içtenliğine, saflığına, doğruluğuna ve içselliğine mi; yoksa sayıp döktüğü nedenlerin arasında kendime ait olanları peşpeşe duyuverişime mi dayanamamıştı yüreğim, bilemedim..
Sonra kendi yazma nedenlerim arasında üç cümlenin diğerlerinden öne çıktığını farkettim, ama yine de birini en başa koymalı ve hatta sözcüklerinin yerlerini değiştirmeliyim:
"Yalnız kalmak için yazıyorum" yerine
Yalnız kaldığım (bırakıldığım) için yazıyorum,
Hepinize, herkese çok çok kızdığım (ve bunu yüzünüze söyleyemediğim) için yazıyorum.
Bir türlü mutlu olamadığım için yazıyorum.
hk, 9.12.2006
3.12.06
gibi...
Arka bahçeye dikilmiş ortancalar gibidirler, güneş almadıkları için
bir türlü pembeleşemeyen.
II.
Dallarında kuruyan ve hiç bir eve / demliğe / hastaya yar olmayan
ıhlamur çiçekleri gibi hem de: Yalnizca kokuları ile anımsanacak.
III.
Yillarca bakılmamış fotoğraflar gibi: Tarihin, arka plandaki yüzlerin
ve yerin çoktan unutulduğu.
IV.
Modası geçse de bir türlü atılamayan giysiler gibidirler: Bir
zamanlar -en çok sevilen- , özel günler için özenle saklanan,
eskimemesi için üzerine titrenen.
V.
Okunmaya başlanmış ve bilinmeyen ( ya da artık önemsenmeyen) bir
nedenle yarım bırakılmış, bu yüzden de sayfaları açılmadan kalmış
kitaplar gibidirler.
VI.
Gönderilmemiş mektuplar gibi sonra: Dolmakalemle yazılmış,
yapraklarının arasına kuru çiçekler yerleştirilmiş, hafifçe lavanta
kokan.
VII.
“Yağmur yağacak” dedirten, sonra da nereden çıktığı belirsiz bir
rüzgarla dağılıp gidiveren bulutlar gibi.
VIII.
Sabah uyanmak ve nedeni belirsiz, bu yüzden de anlamsiz bir hüzün
duymak gibi: Bir türlü geçiştirilemeyen bir keder.
Bunca gibi’yi “ilk aşklar” için yazdım.
hk, 5.7.2003
30.11.06
pimpirik
"sakin bir şekilde oturup düşün, hayatını pim ve piriklerden ayıkla", dedi bir dostum. ben de kendi kendime "hadi bakalım şimdi ayıkla pirincin taşını", diye geçirdim aklımdan.
öyle ya, çocukluğum ve ilk gençliğim bir yana konulsa bile, 25 sene boyunca pimpiriklerim ile birlikte yaşamış, onları benimsemiş, çoğaltmış ve giderek gözlerimin rengi, uykumun azlığı, sesimin duruluğu gibi benim olan bu nesnelere alışmış iken, birdenbire elime bir cımbız alıp, kimileri aklıma kimileri de ruhuma batan bu pimpirikleri diken gibi ayıklamaya kalkışmak hiç de kolay değildi...
pimpiriklilik halinin içine sığan ve şimdiye dek endişe/ tedirginlik / huzursuzluk / rahatsızlık duymama yol açan konuları / durumları / halleri geçirdim aklımdan. ve aslında her birinde pimpiriklenmekte haklı olduğumu, zira pimpiriklendiğim hiçbir durumun, düşündüğümün aksine sonuçlanmadığını farkettim...
pimpiriklenmek bir önsezi / öngörü hali olduğuna, pimpiriklenen kişiyi temkinli / hazırlıklı olmaya yönelttiği için belki de, bir tür savunma mekanizması gibi çalıştığını yadsımamak gerek. yine de denebilir ki , sürekli "zarar göreceğini, incitileceğini, aldatılacağını, güveninin sarsılacağını" düşünerek yaşamaya yol açmaz mı bu hal sonunda?
paranoyak değilim, pimpiriklerimin beni tamamiyle ele geçirmesine izin verdiğim dönemler çok nadir ve kısa süreli olmuştur yaşamımda; ve ne yazık ki, bu yoğun pimpiriklilik hallerinin her birine neden olan durumlar "tam da korktuğum biçimde" gelişmiş ve sonuçlanmıştır daima...
yine de pimpiriklenmeleri doğrulayan deneyimlerin "önyargı"ya dönüşmesine izin vermemek gerek.
cımbızı attım elimden, pimpiriklerimi rahat bıraktım.
ve ben bunları yazarken sabah ezanı okundu,
evler, sokak, ağaçlar belirginleştiler yavaş yavaş,
keşke kimseyle konuşmasam / kimseyi görmesem / kimse de beni aramasa bugün, dedim
bütün bu dileklerin boşa çıkacağını bile bile üstelik.
denizi vapurlu bir pencerenin önünde olsaydım,
önümde bir bardak demli çay,
ne isterdim ki başka...
hk, 30.11.2006
26.11.06
Kıbrıs limonları...
Sonbahar keki
2 portakal
2 yumurta
1 bardak toz şeker
1/2 su bardağı süt
1/2 su bardağı ayçiçek yağı
3 1/2 su bardağı un
1 paket vanilya / 1 paket kabartma tozu
100 gr. çekilmiş fındık
Portakalların kabuklarını beyazları ile birlikte keserek soyduktan sonra, dilimleyerek mutfak robotundan geçirip, püre haline getireceğiz. Diğer tarafta ise yumurta, yağ, şeker, sütü karıştırıcı ile iyice çırptıktan sonra, bu karışıma un - vanilya - kabartma tozunu katıp halledeceğiz. Bu kek karışımına portakal püresini ve çekilmiş tuzsuz fındığı da ekleyip karıştırmaya devam edeceğiz. Kek karışımını yağlanmış kalıba döküp, kalıbımızı da 170 C dereceye ayarlanmış (ayar 5) fırında 30-35 dakika boyunca pişireceğiz.
Keki fırından çıkarınca iyice soğumasını beklemeyi unutmayın (öyle güzel kokuyor ki, sabırsızlanma olasılığınızı gözardı etmiyorum), sıcakken kalıptan çıkarma girişimi parçalanması ile sonuçlanacaktır (tecrübe ile sabittir).
Şekeri ve tadı az, portakal tadı ve hatta acısı kuvvetli, çok hafif ve lezzetli bir kek oluyor.
Çay ile olduğu kadar kahve ile de müthiş bir ikili oluşturuyorlar!
Afiyet şeker olsun efendim :o)
hk, 26.11.2006
25.11.06
dört yapraklı yonca
Dün sabah yürüdüğüm yollarla, yarın yürüyeceğim sokaklar birbirinden ne kadar uzak oysa; ama hepsini yürüyen ben olduğum ve onlar belleğimde birbirini izleyen yerler edindikleri için Ankara'daki evimin kapısından çıkınca Bostancı'daki dedeevinin bahçesine adım atmak, ya da Girne'de denize inen ara sokaklardan birine çıkıvermek istiyorum. Belleğim zaman çizgisi üzerine yerleşen farklı mekanların en sevdiğim parçalarını biraraya getirerek beni mutlu etmek istiyor sanki. kuşkusuz özlem de karışıyor belleğin bu beyhude çabasına ve uzun zamandır en çok Bostancı'da olmak istiyorum.
Keşke bir başka şehirdeki bir başka evde yaşamak isteyip de, bir başka şehirin bambaşka bir evinde yaşamak zorunda kalmak halini anlatabilseydim.
Yoncaları seyretmeye doyamadığım için fotoğraflarını çektim bu kez. Toprağın olduğu her yerden fışkırmışlardı Girne Kalesi'nde. Parmaklarım mı tembel, düşüncelerim mi yorgun bilmiyorum, ama belleğimin hilelerine kanıp, bu kentte değilmişim gibi hayal kuracağım biraz.
Yonca tarlasında "dört yapraklı bir yonca aramak" gibi geliyor bana yaşam bu sıralar , bulamayacağımı bile bile oyalanıyorum.
hk, 25.11.2006
15.11.06
10.11.06
İstanbul'u düşünürken...
Ve 124 yıl önce aynı gün, 23.Ekim.1880’de Pierre Loti’nin romanına konu ettiği sevgilisi, “Aziyade”si İstanbul’da öldü. Gerçek adı Julien Viaud olan Loti şöyle diyor onun için:
“Günümüz Türk kadınlarının unutmaya yüz tuttuğu uzun etekli bir ceket giymişti. Eflatun ipekten ceketinin üstü pembe güllerle süslüydü. Sarı ipekten bir pantolon, yaldızlı terlikler içindeki küçük ayaklarının bileklerine kadar iniyordu. Lame Bursa bezinden gömleği, gülsuyu kokan amber rengi dolgun kollarını açıkta bırakıyordu. Esmer saçları sekiz parça halinde örülmüştü. Bu örgüler o kadar kalındı ki, içlerinden ikisi Parisli zarif bir kadının mutlu olması için yeterli olurdu. İnsan bu inci tanelerini, bu kasılmış kırmızı dudakları ve olgun bir kirazın etinden yapılmışa benzeyen diş etlerini öpmek için ruhunu satabilirdi.”
yaşlılığın çiçekleri gibi...”
Derken düşündüm, hani eğer yeterse ömrüm, bugünden otuz yıl , hatta daha da güzeli kırk yıl sonra ben de nine olacağım. 2034 ile 2044 arasında bir sonbahar günü, İstanbul’da, ninemin filbahri, erguvan ve mor salkımlarıyla sevdiği evinin penceresinden sokağa bakacağım. Bahçe kapısı açılsın, diye geçecek içimden. Belki de bahçe kapısının üstüne sesi evin her yerinden duyulacak bir çıngırak asacağım.
6.11.06
28.10.06
kedimsi uysallık...
27.10.06
yağmur ve yansıma..
24.10.06
Hoca Ali Rıza ve bir kayık gezintisi...
21.10.06
oyuncak ayı ile uyumak...
Sonra düşündüm, "oyuncak ayı'ya sarılarak uyumak" bir çocukluk alışkanlığı ile açıklanabilir denli basit midir?
Yıllarca kucaklanan bir oyuncak ayı, ne zaman sandığa kaldırılır ?
Uyurken "birine" sarılmak isteyen, o "biri" ile karşılaşamaz, ya da o "birini" bulsa bile onunla uyuyamazsa -oyuncak ayısı- nı kucaklamaya devam mı edecektir?
Oyuncak ayı, "uyurken sarılmak istenecek denli sevgili olabilen" birinin yerini doldurabilir mi?
Merak ettim.
hk, 21.10.2006
17.10.06
H usulü uydurmasyon sebze çorbası
Çorbamızın sebzeleri pişerken :
- kitap okumak isterseniz: Enis Batur, Gönderen (Sel Yayınları); Ferit Edgü, Tüm Ders Notları (YKY); Benlik, Oruç Aruoba (Metis Yayınları); Ayfer Tunç, Taş-Kağıt-Makas (YKY)
- Internette küçük bir gezi yapmak isterseniz: http://www.sanalmuze.org/koleksiyon/
- Arkadaşlarınıza küçük e-kart sürprizleri yapmak isterseniz: www.hallmark.com
30-40 dakika sebzelerin pişmesi için yeterli olacak; biz de 3 çorba kaşığı yoğurt, 2 çorba kaşığı un, 1 yumurtayı tel çırpıcı ile iyice karıştırdıktan sonra ve bu karışımı pişirdiğimiz sebzelere yavaş yavaş ekleyip, sebzelerle iyice hemhal olmasını sağlayacağız. Tencerenin kapağını kapatıp, ateşi kısarak 5 dakika daha pişirdikten sonra, çorbamız hazır!
Eğer çorbanın çok koyu olduğunu düşünürseniz (ki, ben kıvamlı çorbaları seviyorum) dilediğiniz kıvama gelene dek sıcak su katarak, karıştırmanız yeterli olacaktır.
Biraz da karabiber serpince "H usulü uydurmasyon sebze çorbanız"ı kaşıklayabilirsiniz artık.
hk, 17.10.2006
16.10.06
İstanbul'da bir haftasonu
9.10.06
9.Ekim, "Dünya Posta Günü" için...
Gözümün önündeki yüz hiçbir şey demiyor bana." , İzumi Şikibu
I.
Yalnızlığın önüne geçilemez hallerinden biri olmalı, hep bir
yerlerden / birilerinden haber beklemek. Üstelik artık postacı yolu
gözlemek de yok, teknolojinin soğuk ve metalik nefesiyle geliyor
mektuplar, kartpostallar, fotoğraflar, karalamalar, birkaç cümlelik
notlar...
Oysa onun uğrayacağı günleri ve saati biliyorduk eskiden. Zamanı
geldiğinde umutlanıyorduk bir kez; sonra beklenti tedirginliğinden
kurtulup, rahatlıyorduk. Ara zamanlarda kendi yalnızlığına dönüyordu
her ruh.
Artık her an her şey değişebilir.
Günlük iletiler için belirlenmiş “teslimat saatleri” yok.
Ölüm haberi de, indirim ilanları da, terkeden sevgili mektubu da,
banka hesap bildirimleri de aynı anda gelebilir: Sabahın iki
buçuğunda (uykusuzluk da yalnız yaşamanın hallerinden biridir, bu
saatte uyanık olmaya şaşırmamalı), sırayla ve küçük bir “ok
işareti”nin çıkardığı o mekanik –tık- sesiyle...
Her an, her türlü acıya, kötümserliğe, hayal kırıklığına hazır olmak
gerek...
Hazırlıksız yakalanmak çağında yaşıyoruz.
Her an her şey değişebilir ve olanları bildirmek için birileri zaten
orada beklemektedir.
II.
Giderek daha da tenhalaşıyor yaşam.
Hem yalnızlığımızı gözetmeye, onu özgürlüğümüzün güvencesi olarak
korumaya çabalıyoruz, hem de bu çabayla çelişen birliktelik düşleri
kuruyoruz.
Yitirmeyi göze alamadığımız, korktuğumuz / nefret ettiğimiz ve
koruduğumuz bir hal yalnızlık.
Yanından ayırmadığın cep telefonunun ışıklı penceresinde, ya da
bilgisayar ekranının sağ alt köşesinde beliriveren o minicik zarf
işareti: İçeriğini öğreninceye dek (bazen öğrendikten sonra da)
sürecek bir sevinç. Hepsi o kadar işte.
Yalıtılmış ama iletkenliği sınırsız birer minyatür gezegen
yarattığımız.
Bencil iklimler biteviye.
III.
Bir sabah uyanmak,
ve o küçük zarfları gönderene dokunmak istemez miydin?
8.10.06
Mozart ve annemin piyanosu
I. ... hangi tuşa, ne uzunluk ve şiddette, ne zaman basacağını bilen ellerdi onunkiler; gün boyunca yaptığı işlerin yorgunluğunu ve sıradanlığını inkâr ederdi piyano çalarken. Sümbül ve nergis kokan kış günleriydi. Ufacık bir kız çocuğuydum. Siyah ve vakur konsol piyanonun kapağı açılır, kapağın iç kısmındaki menteşeli küçük raf indirilir, bu incecik rafa nota kitabi yerleştirilirdi. Hafif ve daima İstanbul’u anımsatan kâfuru kokusu gelirdi içinden. Tuşların üzerini kaplayan yünlü, ince uzun bir örtü, kenarları siyah çizgili, kırçıllı.
Çocuk aklım derdi ki: “Tuşlar piyano çalınmadığı zaman üşümesin.”
II. Kimi tuşları kaplayan incecik fildişi rengi plakaların üstünde yalnızca benim sezebildiğim izler vardi: Hafif hareler, minyatür ırmaklar, rüzgara kapılıp giden bulut parçacıkları, dağ çiçeklerinin taç yaprakları, sanki. Notalar o izlere karşı gelir, ya da, benim tuşlar üzerinde sezebildiğim izler güzel sesler çıkarırdı.
III. Tuşlar piyanonun bana görünmeyen iç derinliğinde çapraz uzanan tellere dokunurdu. Birbiri ardına ve parmakların bilge telaşıyla inip kalkan onlarca ahşap çekiç... Uçlarına kuçuk keçe parçaları yapıştırılmış. Her çekiç darbesi bir heceydi; heceleyen, tuşa dokunan parmak; heceler birleşince duyulan sözcükleri aklımda tutmaya çalışırdım, sözcükler çoğalır, dinlediğim en güzel cümleleri kurardı. Başkalarının yazdığı kitapları okur gibiydi annem, yüksek sesle okur gibi, yazılanlar ne denli anlamlı / içli / neşeli / kederli / coşkulu olursa olsun, nasıl okunduğuydu can alıcı olan.
Annem okurken yazı olduğundan daha da güzelleşirdi.
IV. Nota kitabının yaslandığı piyanonun siyah mobilyasi, ince ve altın yaldızla işlenmiş girlandlarla bezeliydi. Artık olmayan şamdan kollarının zerafetini tamamlamak için belli ki... Hep o şamdanları, onlara konulacak mumların renklerini ( altın rengi, fildişi, tutun sarısı...); mum ışığının notaları aydınlatmaya yetip yetmeyeceğini; mum damlacıklarının şamdanın küçük kasesinden taşıp tuşlara akma ihtimalini düşünürdüm.
Bir de o mumların ışığında annemin yüzünün nasıl görüneceğini...
V. Anneme ait onlarca yüz ifadesi vardır çocukluğumdan anımsadığım, ama işte o’nun kendi kendisiyle / kendi öyküsel geçmişiyle / belleğindeki o en güzel anılarla buluşup, onlarla başbaşa kaldığı sayılı zamanların ifadesiydi benim belki de en sevdiğim: Piyano çalarkenki hali... Gozlerini iki mezur arasındaki anlık boşluklardan, hiç bitmeyecekmiş gibi uzanan nota satırlarından ayırmadan gülümseyen yüzü. Benim göremedigim yerleri / hiç bilmediğim bir yüzü seyrediyormuş gibi; hiç duyamayacağım sesleri dinliyormuş gibi hem de. Piyanonun yanındaki koltuğa kıvrılır, başımı yastığa dayar, gözlerimi ayırmadan onu izlerdim.
Ömrümün en huzurlu zamanları, ama kısacık...
VI. Piyanonun üstünde yerleri hiç değişmeyen fotoğraf çerçeveleri; küçük gümüş biblolar, melek kanatlari uçmaya hazir bir şamdan, anneannemin çok sevdigi ponpon tomurcuklu kuru çiçekler, siyah ahşap kutusunun içinde dilsiz bir metronom.
VIII. Piyano çalarken, sanki bütün bu ses dışı ayrıntılar, annemin bakmadığı, ancak o’nu izleyenin görebileceği nesneler; ışığın ıssızlaştırdığı gölgeler; mevsim çiçeklerinin rahiyasi; yastığın giderek ısınan pamuk yumuşaklığı; kıpırtısız gövdemin uğuşan dokuları... Hepsini, çocuk olmanın güçlendirdiği bilinç dışı sezgilerle birer birer kaydettim.
Diyeceğim, şimdi, annemin çocukluğuma piyano çaldığı o güzel yaş’a ulaşmışken, yazdığım ve söylediğim herşey bana o konsol piyanonun kıyısında öğretilmiştir.
IX. Ve belki de büyüdüğüm için, artık piyano çalmıyor annem.
hk, 3.4.2003
7.10.06
ertesi güne bırakılan işler
1....ertesi güne bırakılan işler: Önceden bilinip de bugüne sığdırılamayan mı?
Bugün (ve hatta yarın da belki)yapılmasa da olur, dediklerimiz mi?
Tamamlanması için birisini, başka bir şeyin gerçekleşmesini, bir eylemin bitişini gerektiren mi? Aslında yapmayı hiç istemediğimiz, ama mecbur bırakıldığımız mı?
Son anda çıkagelen, beklenmeyen ve yetiştirilemeyen mi?
Dünyanın ertesi güne bırakılan işleri, bugün yaptıklarımızdan daha mı az öncelikli?
2.Yarına bırakılan tüm işlerin, çoktan –dün olan- günün saatlerinden artık ve bu yüzden de yerini ve zamanını şaşırmış, “yersiz-yurtsuz” ve huzursuz olduklarından eminim. Zira planlı yaşayan’ın hergünü, önceden tasarlanmış ve kimbilir kimlere, hangi koşullara, olasılıklara göre kendi günevinin yirmidört odası arasında paylaştırılmış işleri barındırır. Ertesi güne kalan her iş bu odaların hiç birine sığmamış, ya da her birinden atılmış; ev sahibine de başedilmesi güç bir tedirginlik kalmıştır. “Bugün de yapamadım”, dersiniz kendi kendinize. Oysa yarının işleri bellidir zaten, onların arasına / düzeni bozmayacak bir biçimde yerleştirilmesi gerekir: bu yüzden, yarına bırakılan / kalan her iş biraz sığıntı, diğerlerinin yanında eğretidir. Üstelik geciktirildiği için, o günün işlerinden önce düşünülmesi, bitirilmesi, unutulması isteğini taşır, bu da hep biraz sabırsız ve umarsız yapar, hem onu ve hem de sahibini.
3.Günlerini tasarlamadan yaşayan içinse “ertesi güne bırakılan” hiçbir iş yoktur. Yaşam –rastgele- ve kendi eserikliği içinde süregelir, telaşsızdır, huzursuzluk duymaz, endişelenmez; hergün, kendinden sonraki bütün günleri de kapsar, yekpâredir. Ömür tek bir gün gibidir.
4.Bazen de yarına bırakılan işin içeriğidir onu yarına bırakmamıza yol açan. Bugün yapılması aslında içtenlik ve heyecanla istenir, ama işte... ‘ama’lar işi yapması beklenenin elini kolunu bağlar, içini daraltır, istemediği halde istemediği hallere düşürür, oluruna bırakmaktan başka umarı olmasa da aklına ve yüreğine bir diken gibi batar. Belki de bu yüzden, “yarına bırakılan işler” içinde en zor olanı, sahibinin inisiyatifi ve gönüllülüğüne rağmen yapılamayandır. ‘ama’ların o acımasız ve anlayışsız engeline takılan tedirgin yürek kendince ve masum bir teselli yaratır: Zamanı henüz gelmedi, der. Zaman’ın gelmesini beklemek ise yarın’ın ne zaman olacağına dair bir meraktır. İçinde hem bitip tükenmez bir umut, hem de belirsizlikle beslenen bir umutsuzluk barındırır.
-Zamanı- kendiliğinden gelir ve fısıldar mı kulağına “işte şimdi!”, diye; yoksa ömrü tek bir güne dönüştürerek tuzağa mı düşürür bekleyeni, işte bunu ancak Tanrı bilir.
5.Dünyanın ertesi güne bırakılan işlerinden biriydi bu mektubu yazmak, yazdım, şimdi huzur içinde uyuyabilirim.
hk, 23.5.2003
sardunya uykusu
Şirin, İffet ve Funda'ya...
"Rüyada sardunya görmek", uzun zamandır ayrı kalınan bir arkadaşı misafir etmek anlamına geliyormuş. Eğer böyle ise, uyumadan önce sardunyalarıma baksam uzun uzun, uykuya dalarken de çok uzun zamandır görmediğim, sardunya sever arkadaşlarımı düşünsem bir bir, çıkagelirler mi dersiniz?
sardunya aklı
Sakız sardunyalarımdan biri karşı sokağın meyva ağaçlarına özenip, yapraklarından bir kaçını birden sarartmaya karar verdi... Ama aklı karışık olmalı, zira ağaçların hangi bahardaki hallerini taklit edeceğini tamamen şaşırmış, bir yandan da durmadan çiçek açıyor.
hk, 7.10.20065.10.06
Nietzche'den
3.10.06
haller II.
1.10.06
Ekim'in ilk Pazar günü, öğleden sonra...
Aslında, yastıklara gömülüp her renkten ebrulî yün ile Gülnaz'a hediye olacak yeleği bitirmek istiyorum, ama ne var ki evcimen hallerden ziyade, akademisyen ciddiyetine gereksinim duyulan bir "yazıp çizme" faaliyeti içindeyim.
Yün yumağı da orada, yastıklar da, sardunyaların şarap rengi çiçekleriyle göz-yaprağa gelmek için başımı hafifçe sağa çevirmem de yetecek; ama işte ben hala kanun ve yönetmeliklerden bahseden bir paragrafla oyalanıyorum.
Ekim'in ilk günü için bir dize geldi aklıma:
"Didikliyor ekim bulutları; yüzümün yüzündeki aynası." (Güven Turan, 101 Dize)
resmin belleği I
derinlik ve yükseklik arasına ustalıkla yerleştirilmiş oylumun,
bir sonbahar gününde sadece İstanbul’a has öğle ışığının,
duvarın ve boyanın,
bir de çocukluğunun geçtiği kuytu Afrika köyündeki en yaşlı ağacın gövdesine yaslanır gibi duran küçük uşağın aklından geçenleri merak ediyorum.
Mermerin,
oylumun,
gölgenin,
duvarı yaşatan boyanın
ve resimdeki zenci çocuğun belleği ile ilgilenenler için bu başlık:
Harfler orada hep / sözcükler söyleyenleri kadar dinleyenlerinin de olacak...
hk, 1.10.2006
30.9.06
haller
Odalar arasında mükemmel bir sessizlik... küs gibiler birbirlerine.
Her biri kendi suskunluk, aydınlık ve gölgeleri içinde halinden memnun.
Pencereler açılana dek, sonra dışarıklı gürültüler içeri doluşup birikiyor; odalar ortak bir dilde kendi boşlukları, duvarları, eşyaları ile söyleşmeye başlıyorlar.
Ev içinde değişmeyen yerleri mi onları böyle sakin ve dingin yapan;
yoksa nesnelerinin dilsiz taklidi yapan duruşları mı?
Rüzgârlanan perdeyle japon feneri ve bir de saatin sarkacı devingen...
hatta onlar da halkalarla kornişe, kordonla tavana ve minik bir vidayla saate bağlı,
sözde özgürlük..
Zaten hepsi üç oda.
Biri herşey için,
biri yatağın krallığı,
üçüncüsü konuklarını özlüyor.
Onları biribirine bağlayan bir de dar, kısa koridor;
o da bir oda aslında: Yürümek, bir an önce katedilmek ve diğerlerine /
diğer bir odadakine ulaşmak için; hepsine göre en çalışkan.
Odalar mı eşyalarına alışık,
yoksa onları odalara yakıştıran mı? ... her ikisi de belki.
Çünkü bir eksilme ya da değişiklik odayı başkalaştırıyor.
Saati sol koldan sağ kola geçirmek gibi;
odanın yaşantısı yenilenince, önce eski alışkanlığı yineleyip, şaşırarak, tedirgin...
derken kabullenerek tutuk yeni adımlar.
Her oda, kapısı kapanınca bir kutu aslında.
İçindeki nesneler kadar, orada yaşananları da saklayıp koruyan,
geçmişe ait ve belleğin tutabildiğince hayal, hayalet ve an ile tıkabasa dolu.
Kişisel anımsama işaretleri için bir kumbara.
hk, 1.06.2003