7.3.08

Adnan Binyazar için bir bellek üstelemesi

Adnan Binyazar

“Geçenlerde bir sabah, burnumda sabun kokusu, Tülay’la birlikte Fırın sokağa gittik. Seferis’in dizesini yineleyip duruyorum Destansı Öykü’den: “Buralarda bir yerde, arayıp durduğumuz”. Ama doğrusunu söylemem gerek: Hiçbir nostaljik amacım yoktu. Mali krizden, ahlaki çöküntüden, medyanın her gün biraz daha rezilleştirmeyi başardığı, dolayısıyla insanları da rezilleştirdiği gündelik hayattan geçmişe kaçmıyordum.Geçmişin güzel günlerine, örselenmediğimiz zamanlara sığınarak kendime Abdülhak Şinasi Hisar gibi bir cennet kuramayacağımı, o cennette güvenliğe ve huzura eremeyeceğimi biliyorum.
Geçmişte bir teselli bulabiliriz elbet, ama geçmişi anımsayarak yaşadığımız zamanın olumsuz yanlarını görürüz asıl; geçmiş bize durmadan, olmaması gerekeni anımsatır. Bu sayede, gelecek kuşakların yaşamının, hem bizden önceki hem de kendi kuşağımızın yaşamı gibi acılarla donanmaması için yapılması gerekenler üzerinde düşünebiliriz.”, diyor Ahmet Oktay “Erenköy Fırın Sokak No.10” başlıklı yazısında.


“İstanbul Sokakları: 101 Yazardan 100 Sokak” isimli kitabı okuyorum (YKY, Şubat 2008), ama evde değil, kahve dükkanlarında, işe giderken otobüste, bazen öğle tatilinde çalışma odamda: Kendi tanımıma göre “sokak”ta iken yani.


Ve Ahmet Oktay’ın söylediklerinden de önce Adnan Binyazar’ın “üç sokağın kimsesizi”nde kaldı aklım; öyle ki anlattığı sokaklar büyük bir tiyatro sahnesinin kumaş ve ahşap üzerine yağlı boya ile ustaca boyanmış dekorları gibi kuruldular 1942-1948 yılları arasındaki çocukluk ve ergenlik anılarının berisine.Kendi çocukluğunun başını okşayan yaşlı bir yazarın sureti ile irkildim ve daha ikinci sokağı okurken bu kitabı sevdiğime karar verdim.


Geçmişte teselli bulmak meselesine gelince: Geçmişi anımsayarak, yaşadığım zamanın olumsuz yanlarını gördüğümü, geçmişin bana durmadan olma(ma)sı gerekeni anımsattığını kabul ediyorum. Ve işte aslında geçmiş beni bu yüzden teselli etmiyor. Anımsadıklarımı yaşamış olmamın “yanıma kâr kaldığını” söyleyenlere şaşıyorum, zira geçmişi bugünden farklı kılan ve yaşantımızı niteliksel olarak iyileştiren tüm gelişmeleri kabullenirken, her birinin yaşamlarımızı geriye döndürülemeyecek biçimde başkalaştırdığını ve ortaya çıkan bu yeni “yaşam alanı ve alışkanlıkları”nın yan etkilerinden korunabilmenin bir yolu olmadığını biliyorum.Değişiklik bizim de içinde olduğumuz “dışarıda” olup bitiyor zira.


Yaşamın zaman boyutunda yolculuk edemediğimiz için, her birimiz bireysel anılarımızın alabildiğine öznel, ancak belki de hiç varolmamış gerçekliğine uğruyoruz zaman zaman. Anının oluşum sürecinde duyumsadığımız ve düşündüğümüz gibi, o yaşam parçasına dair izlenimlerimizin dikte ettirdiği bir sekans halinde canlandırıyor bellek o anı. Bazen ezber yaptırıyor hatta.


Anıların öznelliği öyle güçlü ki. Kişinin yıllardır kullandığı ve görüşünü netleştiren gözlüğünü boynunda bir zincirle taşıması gibi. Kolunda saati olmayınca kendini kaybolmuş hissetmesi gibi.Öyle tanıdık, bildik bir yer ki bellek; beklenmeyen hiçbir hal yok orada. Kişinin nereye giderse gitsin yanında götürdüğü, “olduğu zamanın” kendisini mutsuzlaştırdığı hallerde içine kapanıverdiği kaplumbağa kabuğu…


Bugünle geçmiş arasında bellek yoluyla gidip gelmenin bazen ne kadar ızdıraplı bir iş olduğunu herkes bilir aslında. Ama kimse Ahmet Oktay’ın dediği gibi “… gelecek kuşakların yaşamının, hem bizden önceki hem de kendi kuşağımızın yaşamı gibi acılarla donanmaması için yapılması gerekenler üzerinde” düşünmüyor.


Ve bu yüzden de denir ki, “Tarih tekerrürden ibarettir.”


hk, 7.mart.2008 (Adnan Binyazar’ın 74. doğumgünü)

Hiç yorum yok:

baharın işaretleri

Kimsesiz fotograflar albümü