Aklımdan, başımdan, içimden geçenleri; hatırladıklarımı, unutmak istemediklerimi, hasretini çektiklerimi, izlenimlerimi yazıyorum..
30.1.11
kar manzaralı bir yazı
Ocak bitmeden bir yazı yazmalıydım, ama kar da yağmalıydı ben başımı kaldırıp pencereden dışarı baktığımda. Yine bir Pazar sabahı, dışarıda hiç durmaksızın kar yağıyor, Akide pencerenin önündeki masanın üzerine uzanmış muhabbet kuşlarını izliyor, Mozart'ın piyano konçertolarını dinliyoruz, dışarıda mutlak sessizlik.
Sabaha karşı gördüğüm rüya aklımda hala: İzmir'deki babaevinde, kendi yatak odamdayım, yaşlanmışım iyice.. "Ben", diyorum, "bütün ömrüm boyunca bu eşyaları kullandım, bu odada iken kaç yaşında olduğumu hatırlamıyorum, şimdi 17 miyim, yoksa 77 mi? Ne farkeder, buradaydım hep, başka bir yere gitmek de istemiyorum." Uyanmadan hemen önce gördüğüm bu rüya garip bir hüzünle başlattı sabahı, erkendi henüz, bir an önce kalkmak, kendime sütlü bir kahve hazırlamak ve herkes uykuda iken okumak ve yazmak istedim.
Eşyaların sahiplerinden çok daha uzun yaşamalarına takılıp kaldı aklım, her ne kadar mesleğim böyle eşyaları korumak, onarmak olsa da, bu hal başa gelince farklı bir duygusallığa kapılmamak elde değil. Annem ne kadar rahat hissetmiştir kendini bu konuda, benim onun ve babamın sahip olduğu her eşyayı özenle saklayacağımı ve koruyacağımı bildiği için gözü arkada kalmamıştır. Gel gelelim ben bu konuda müthiş huzursuz ve endişeliyim. Benim ardımdan böyle hissedecek, bu "koruyuculuk" vazifesini severek ve isteyerek üstlenecek kimsem yok zira. Eşyaların öykülerini bilen sadece benim, onları sahipleri kullanırken gören ve seven, onlarla ilgili anıları olan, onlardaki yıpranma izlerinin değerini bilen tek kişi.
Zehirli ve yorucu bir endişe bu, kendi kendime "henüz zamanın var karar vermek, çare bulmak için" diye yinelesem de, hiç rahat değil içim. Aklıma antikacı dükkanlarında satılığa çıkarılmış eşyalar, sahaflarda sergilenen aile fotoğraf albümleri geldikçe ürperiyor, telaşa kapılıyorum..
Annemin piyanosu, dede evinden gelip evimizin atan kalbi olan duvar saati, annemin teneke dikiş kutusu ve çocukluğumdan itibaren tüm giysilerimi diktiği dikiş makinesi, her bayramda içine lokum yerleştirme görevi benim olan filiz yeşili şekerlik, piyanonun üstünde duran metronom, ilkokula gittiğim yıllarda kullandığı ve daima hayranlık duyduğum siyah rugan çantası, dolmakalemi, Rıfat dedemin annemle babama ilk evlenme yıldönümü hediyesi olarak verdiği yağlı boya tablo... Bu listeye ekleyeceğim yüzlerce nesnenin hikayesi ile birlikte anılacak ayrıntılı bir envanterini çıkarmak bile ne kadar sürer kimbilir.
Pencerede durmadan yağan kar manzarası, tüm dikkatini yem yiyen kuşlara vermiş ve avcılık iç güdüsüyle evcillik arasında kararsız Akide, az önce sonlanan piyano konçertosunun ardından gelen müthiş sessizlik.
"Ocak 2011'in ilk ve son yazısını karlı bir Ankara sabahında yazmıştım", diyebileceğim artık.
hk, 30.Ocak.2011
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
2 yorum:
3 gün Paul Davies, Kurt Gödel ve Ludwig Wittgenstein hatmettikten (ve Reha Erden'in KOSMOS'unu izledikten ve de ilaveten Mahler dinledikten) sonra size ait herşey 'Tavuk suyuna hasta çorbası' yerine geçti.Sevgiler osman.
Şifa olsun o halde :o)
Yorum Gönder